EPEYDİR gündemde olup bazen
abartılarak, bazen de basite indirgenerek çoğu Şarkiyatçı ve sosyal bilimcinin
büyütecinde konuşulan Papa’nın Irak ziyaretine başka bir zaviyeden bakmak
istiyoruz. Bu fakirin baktığı zaviye, Müslüman Kürt kavminin muhteris ve
lâ-dini liderler elindeki hâllerinin acınası seyrine dairdir.
Papa’nın
Iraklı Hıristiyanlara zulmeden Şabak milisleri ile ortak hareket eden ve Haşdi
Şabi çatısı altında İran direktiflerini yerine getiren Hıristiyan komutana
tespih hediye etmesi, karmaşık ilişkilerin boyutunu net bir şekilde önümüze
koydu.
İran;
Musul, Kerkük ve Lazkiye Limanı üzerinden Akdeniz’e ulaşacak hattın,
istediklerini yaptırabilecekleri Iraklı Şii milislerin, PKK/SDG terör örgütünün
ve Esed rejiminin kontrolünde olmasını arzu etmektedir. Bu çizginin Türkiye
etki alanı dâhilinde olması, ne İran’ın, ne de ABD’nin işine gelmekte.
Her
hareketi plânlı ve hesaplı olan Papa Françesko’nun Irak Kürt Bölgesel Yönetimi
(IKBY) ziyaretinde Erbil’in büyük bir skandala imza attığı da ortaya çıktı. Bir
papazdan Müslüman Türk milleti hakkında hayra vesile olan bir amel beklemek,
akla ziyan bir şey olur.
Necef’te
Iraklı Şiilerin lideri Ayetullah Ali Sistani ile bir araya gelen Papa, daha
sonra IKBY’nin başkenti Erbil’de IKBY Başkanı Neçirvan Barzani, Başbakan Mesrur
Barzani ve dinî temsilciler tarafından karşılandı.
IKBY İletişim Bakanlığı, ziyaretin anısına 6 adet hatıra pulu bastırdı. Barzani
Ailesi de bizzat pulların tanıtımını Papa Françesko’ya yaptı. Papa Françesko
figürünün yer aldığı pulun arka fonunda görülen haritaya, Türkiye’nin birçok
doğu ve güneydoğu ili Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ne dâhil edilerek sözde
Kürdistan propagandası yapıldı.
Vatikan Sözcüsü Matteo Bruni, Papa’nın bu ziyaretini Irak’a
ve halkına yönelik bir sevgi gösterisi olarak nitelemişti. Naçizane konunun
cemaziyelevvelinden haberdar olarak meselenin künhüne varmak istediğimizden,
Erbil’de olanları okuyunca fazla yadırgamadım. Osmanlı’ya bile ihanet denecek
şekilde yanlış yapan Molla Mustafa Barzani ve ailesinden başka bir şey beklemek
akıl kârı değildir.
Son yüz yılda Müslüman Kürtlerin, gerek Molla Mustafa Barzani
ve oğulları, gerekse Celal Talabani tarafından bazen ABD’ye, kimi zaman Rusya’ya, bazen de Fransa ve İngiltere’ye
-affedersiniz biraz ağır bir ifade ama- satıldıklarını izlemek yürek
yaramızdır. Müslüman Kürtlerin bağımsızlık hayâllerini istismar edenlerin kahir
ekseriyeti gayr-ı Müslim ve çoğu da Marksist/Leninist ideolojinin
müntesipleridir. Türkiye’deki Kürtçülerin, Irak ve Suriye’deki müstemleke
mantığı ile hareket eden sözde liderlerin hiçbirinin Müslüman Kürtlerin
derdiyle dertlendikleri vaki değildir. Onlar birer Şerif Hüseyin şubeleridir.
Tarihte Müslüman Türkler ile Müslüman Kürtlerin vahdetine
halel getirenlerin aksine, gönül huzuru ile ifade etmeliyim ki, Malazgirt’te,
Kudüs’te, Çaldıran’da ve Çanakkale’de bir ve beraber olanların geçmişlerinde,
şimdiki ABD ve Batı âşığı istisnalar dışında liderlere rastlayamazsınız. Biraz da
Müslüman Kürtlerin tarihteki serencamına ve sosyolojik “aşiretçilik”
çimentosundaki mayaya bakalım.
Müslüman
Kürtler ve aşiretçilik tarihleri
İnsanlık
tarihi boyunca bütün halklar kendi tarihleri içinde iç savaşlar yaşamışlardır.
Ancak iç savaşlar en yoğun olarak muhtemelen Kürtler arasında yaşanmıştır. Bu
anlamda Kürtlerin tarihi, diğer halkların tarihinden daha uzundur ve sürekli
kendini tekrarlamıştır.
Kürtler
arasındaki iç savaşın sosyal, ekonomik, siyâsî, kültürel ve coğrafî etkenler
olmak üzere birçok sebebi vardır. Dünyada çok az milletin dilinde
kardeş öldürmeyle ilgili deyimler vardır. Dilinde kardeş katilliği
ile ilgili deyimler barındıran halklardan birisi de Kürtlerdir.
Kürtler
arasında anlatılan eski bir hikâyeye göre, birisi cinayet işlediği zaman cesedi
bırakıp kaçmaz, biri gelene kadar başına çömelir, başını ellerinin arasına
alarak beklermiş. İşte bu olay, birakuji denilen “kardeşin kardeşi
öldürdüğü” zamanlarda başlamış. Kardeş katli için Kürtçede “birakuji”
denilmiştir. Hasan Bildirici, birakuji gerçeğini, “Plânlanarak öldürülmek
istenen bir Kürt’ün öldürülmesinde her zaman başka bir Kürt’ün parmağı olmuştur”
(1) şeklinde özetlemiştir.
Kürtler
arasındaki iç savaşların ana sebebi aşiretçiliktir. “Aşiretçilik” Kürt tarihini
ve toplumunu açıklamada kullanılan anahtar kavramdır. Aşiretçilik olgusu
anlaşılmadan, Kürt tarihi ve toplumsal yapısı izah edilemez. Aşiret yapısı Kürt
tarihinin erken döneminden beri çok az değişime uğrayarak Kürtlerin tarihini
belirlemiştir. Kürt halkının acıları ve övünçleri aşiretlerinde gizlidir.
Kürtler için aşiret, yaşayabilmek için vazgeçilmez bir ocak olmuştur. Aşiretler
kabilelerin birleşmesinden oluşan, ortak bir atadan gelen veya öyle inanan
akrabalık ilişkileri ile birbirine bağlı yarı göçebe topluluklardır. Ortak
kültür gelenekleri vardır ve aynı dili konuşurlar. Her aşiret grubu bir
beylik/ulus, bir hanedan, hatta zihniyet itibariyle bir din ve lehçesi
itibariyle bir dil sahibi gibidir.
Aşiret
mensupları, kendileriyle aşiretli olmayanlar arasında ayrım yaparlar. Aşiret yapısı
özellikle kan dâvâlarında, grupsal çatışmalarda ve politik liderlerin güç
çekişmelerinde açığa çıkar. Kürt aşiretler, özerk toplumsal kategoriler olarak
boy ve aşiretler şeklinde asırlarca yaşayabilmiş ve bu süre içinde
kendi varlığını koruyabilmiştir. Kürtlere kültürel kimlik kazandıran,
benliklerini koruyan ve Kürt halkının devamlılığını sağlayan ana unsur, aşiret
yapılarıdır. Kürtler Müslüman olduktan sonra da aşiret yapısını korumuşlardır.
(2)
Aşiretlerin
kırsal kesimde yaşadıkları vadi veya yaylalara “zozan” (zom) adı verilmiştir.
Aşiretlerin başında şeyh veya ağa bulunmaktadır. Aşiret liderleri, Kürt
halkının siyâsî, ekonomik, adlî ve sosyal sorunlarını çözme hususunda etkin rol
oynamışlardır. Aşiret ağaları bölgedeki egemen devletin temsilcisidir.
Kürtler,
tarihleri boyunca iç savaşı sıkça yaşamış bir halktır ve Kürtler arasında
iç savaşlar hâlen yaşanmaktadır. Ancak bazı Kürdolog ve Kürt milliyetçileri,
Marksist/Leninist Kürtçüler, bu önemli gerçeği görmezden gelerek Kürt
hanedanların yıkılışından sürekli Türkleri (Selçuklu‐Osmanlı) sorumlu
tutmuşlardır. Hâlbuki Kürtlerin tarihi, Kürt emir ve aşiretlerin birbiriyle savaşından
ibarettir.
Bu
menfi durum her zaman olduğu gibi propagandanın mihrak noktası Rusya, Fransa ve
İngiltere’dir. Son yıllarda buna, önüne gelen bir sürü müstevli dâhil olmuştur.
Müslüman Kürtlerin hâl-i pürmelâlini özlü sözleri ile İdris‐i Bitlisî, Yavuz
Sultan Selim’e yazdığı davet mektubunda şöyle bildirir:
“Kürtler,
ayrı ayrı kabile ve aşiretler tarzında yaşamaktadır. Sadece Allah’ı bir bilip
Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak hâlindeyiz. Birbirimize uymamız mümkün
değildir. Sünnetullah bizde böyle câri olmuştur.”(3)
Hoca
Sadeddin Efendi, Kürtler hakkında, “Her biri dağ doruklarında ve vadi
derinliklerinde tek başına özgür olarak yaşamayı tercih ederek, keyfince ve
münferit yaşama bayrağını kaldırır. Allah’ın birliğini ifade eden Kelime‐i Şahadet’ten
başka, onları birbirine bağlayan bir bağ yoktur” (6) demiştir.
Kürt şairi
Hacı Kadir Hoyi, Kürt beyleri ve aşiretler arasındaki kangren hâline gelen iç
savaşı şöyle anlatmıştır: “Birbirinize saman yığını altında gizli kalan ateş gibi
kinli olduğunuz sürece/ Ordularınız fırtına da olsa kâğıttan bir kaplan olarak
kalır./ Kürt kavmi kendi arasında barışmadığı sürece/ Kürt ülkesi her zaman
virane kalacaktır.”(4)
Kürt
toplumunu yakından tanıyan Ziya Gökalp, “Bütün ilkel cemiyetlerde ne ferdî
hukuk anlayışı, ne de kamu hukuku anlayışı vardır. Hukuk, yalnız aşirete aittir.
Reislik dâvâsı yüzünden amca ile kardeşinin oğlu arasında düşmanlık doğar.
Kabile reislerin seçiminde mücadele genellikle uzun zaman devam eder. Yenilen
taraf aşireti terk ederek başka bir aşirete sığınır. Kürtlerde vatan mefkûresi
değil, aşiret mefkûresi gelişmiştir” (5) der.
Bu
fakirin tespiti şudur: Aklıselim müteffekir-i azâmın tespitlerine katılmakla
beraber, Marksist/Leninist bir ateist hareket olan “siyâsî Kürtçülüğün” görünen
yüzü PKK, aşiretlerin bu dokusunu bozmuş ve tabiri câiz ise “at izi it izine”
karıştırılmıştır. Biz konunun tarihî serencamını belgelerin ve derdi tarihî
hakikatleri gün yüzüne çıkarmak isteyenlerin emeklerine hürmeten bir özet
yapalım.
Selçuklu
ve Kürtler
Büyük
Selçuklular ve Kürtlerin yolları 11’inci yüzyılın başlarından itibaren Kürt
hanedanlarla karşılaşır. Bunun üzerine Selçuklular, Kürt hanedanları himayesi
altına almış, siyâsî varlığını koruyarak Selçuklu Devleti’nin bünyesine katmış
ve Kürt liderleri vali olarak genellikle yerinde bırakmıştır. Selçuklular,
Kürtlerle İslâm kardeşliği unsurunu öne çıkarmış ve Hıristiyan
Ermeniler ve Bizans’a karşı birlikte savaşmıştır. Selçuklularla Kürtler
arasındaki ilişki şöyle özetlenebilir: Selçuklular İran’a geldikleri zaman
burada Revâdi aşiretinden Ahmedil İbn Wahsudan Merağa hâkim idi. Bir müddet
aynı görevde kalmıştır. Wahsudan b. Muhammed er‐Revâdi, Tebriz çevresinde
Revâdi Kürtlerinin hükümdarıydı. Selçuklular devrinde aynı bölgeye vali olarak
atanmıştır.
Kürt
hükümdarı Mühelhil, Sultan Tuğrul tarafından Sayravan, Dakuka, Şehrizor ve
Samagan bölgesine vali olarak tayin edilmiştir. Tuğrul Bey, 1054‐1055
yıllarında bölgeyi kuşattığı zaman Mervâni hükümdarı, Sultan Tuğrul’a hediye ve
asker göndermiş ve Nasruddevle askerleriyle birlikte Malazgirt
kuşatmasına iştirak etmiştir. Tuğrul Bey, Gence civarını Kürt Şeddâdi
Emiri Ebu’l‐Esvar yönetiminde bırakmıştır.
Sultan
Alparslan, Şebenkâre emirlerinden Fazluye’yi Fars vilâyetine vali olarak
tayin etmiştir. Alparslan, 1068 yılında Kafkasya seferinden sonra Tiflis ve
Rustov şehirlerine Kürt emir Fazlun’u vali tayin etmiştir.
Selçukluların
döneminde Kürtler, Van, Ahlat, Muş, Kars ve Aras’a kadar uzanan geniş bir
bölgeye yerleşmiştir. Ermeniler tarafından boşaltılan yerlere Kürtler
yerleşmiş ve Ermeniler, Kürtler tarafından asimile edilmeye başlanmıştır.
Zaman içinde bölgeye Kürt aşiretlerin yayılması ve yerleşmesi sonucu bölge
yavaş yavaş Kürdistan’a dönüşmüştür.
Büyük
Selçuklu sultanları, Kürt hanedanlar arasındaki çatışmaları engellemiş ve
Kürtlerin birlik olmalarını sağlamıştır. Kürt askerleri ve aşiretleri Suriye
Selçuklu Devleti’nde görev almış ve “Kürtler Suriye, Filistin, Yemen ve
Mısır’a kadar yayılma imkânı bulmuştur”. Hatta bugün Kobani olarak bilinen
bölgeye Kürtler, Selçuklular zamanında yerleşmiştir.
Yukarıdaki
açıklamalardan anlaşılacağı gibi, Kürt hanedanların yıkılışından doğrudan Kürt
aşiretleri sorumludur. Kürt hanedanlarını Selçukluların yıktığı iddiası asılsızdır.
Büyük Selçuklu ve Eyyûbi Devletleri parçalandıktan sonra bölgede uzun süre
güçlü bir devlet kurulamamıştır. Buna rağmen Kürt mirler -ki bu sistem biraz da
Arap kabile şeyhlerinden etkilendiklerinin işaretidir- bağımsız devlet olma
yolunda bir girişimde bulunmamış, hatta kendi aralarında sürekli çatışmışlardır.
Bu biraz da fıtrata yerleşen bir hayat tarzı hâlidir.
Bir
misâl vermek istersek, Selçuklulardan sonra kurulan başlıca Kürt
mirlikleri şunlardır: Hakkâri, Imadiye, Bitlis, Hasankeyf, Cezire (Bohtan)
Fenik, Soran, Çemişgezek, Mazgirt, Pertek, Sağman, Mirdas, Palu, Eğil, Çermik, Hazro,
Sasun, Erzen, Atak, Tercil, Mihrani, Hizan, Süveydi, Genç, Çapakçur,
Süleymani… İran’da ise Erdelan, Mekri, Balbas, Kehar, Zehab, Eşnuye, Goran
gibi çok sayıda Kürt emirliği vardı.
Safevî
Devleti güçlenince, Kürt emirliklerin tamamı Safevî Devleti’nin hâkimiyetini
tanımıştır. İran’daki Fars bölgesinde bir müddet Lorlar egemen olmuştur.
Safevîler döneminde Erdelan emirliği hariç bütün emirliklere son verilmiştir.
Diğer emirlikler liderleriyle birlikte yok edilmiştir. Sadece Erdelan Beyliği
varlığını uzun süre koruyabilmiştir.(6)
İsmi
geçen beyliklerin elan Türkiye Cumhuriyeti Devleti bünyesinde kimi vilâyet, kimisi
ise ilçe mesabesindedir.
Osmanlı
ve Kürtler
Osmanlı
dönemi ve Cumhuriyet idaresinde seyrin ne olduğuna bakalım…
Kürtlerin Osmanlı hâkimiyetine girmesi, Yavuz Sultan Selim
döneminde Safevîlere karşı yapılan seferler sonrasında gerçekleşti. Safevîlere
yönelik bu seferler Osmanlı Devleti ve Kürt aşiretleri arasında bir ittifakın
oluşmasını ve ardından bölgenin Osmanlı hâkimiyetine girmesini sağladı. 16’ncı
yüzyılın hemen başında şahlığını ilân ederek bölgedeki hâkimiyet mücadelesine
katılan Şah İsmail, Akkoyunluların bölgedeki hâkimiyetine son verince,
Akkoyunlu baskısından kurtulan Kürt beyleri, Şah İsmail’e tâbi olarak etkinliklerini
tekrar kazanmayı plânladılar. Bu sebeple on iki Kürt emiri Şah İsmail’e
bağlılıklarını sunmak üzere Tebriz’e gitti.
Ancak Şah İsmail, bunları tutuklatarak yerlerine kendi
kumandanlarından Şiî yöneticiler tayin etti. Şah İsmail’in bu siyâseti, Kürt
emirliklerini Osmanlılar ile ittifaka yöneltti. Hatta Şiîlerin bir kısmı Yavuz
Sultan Selim’in Safevîlere yönelik seferinin Kürtlerin çağrısı üzerine
gerçekleştiğine inanıyordu.
Trabzon’daki şehzadeliğinden beri Şah İsmail’in
faaliyetlerini takip eden Yavuz Sultan Selim, batıya doğru ilerlemeyi amaçlayan
Şah İsmail’e karşı bölgedeki Sünnî Kürtleri kendi yanına çekmeye yönelik bir
siyâset izledi. 1514’teki Çaldıran Savaşı’nda bir kısım Kürtler Osmanlı safında
savaştı. Bölgedeki Safevî tehlikesinin devam ettiğini ve Kürt emirlerinin
Osmanlı safına çekilmesinin önemli olduğunu düşünen Yavuz Sultan Selim, Tebriz
dönüşünde Kürt emirlerini Osmanlılara katılmaya ikna etmek için İdris-i
Bitlisî’yi görevlendirdi.
Türkiye Cumhuriyeti ve Kürtler
Birinci
Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti açısından mağlûbiyetle sonuçlanması ve
devletin dağılma ihtimâlinin ortaya çıkması, Kürtler arasında da gelecek
kaygısı yaşanmasına yol açtı. Haydut devlet Amerika Birleşik Devletleri’nin
eline fırsat geçti ve Başkan Wilson tarafından 1918 başında ilân edilen ve
barış görüşmelerinde etkileri olan Wilson Prensipleri’nin “Osmanlı Devleti tebaasından
Türk olmayan milliyetlere muhtar gelişme imkânları verilmesini” öngören 12’nci
maddesi, aynı yıl kurulan Kürdistan Teâlî Cemiyeti gibi siyâsî oluşumlar
etrafında bir araya gelen Kürt aydınları ve önde gelenleri arasında özerklikten
bağımsızlığa kadar çeşitlilik gösteren bazı arayışlara sebep oldu.
Mondros
Mütarekesi sonrasında İngilizlerin Musul’u, Fransızların Suriye’yi işgal etmesi
ve bu iki devletin milletlerarası bazı antlaşmalar yoluyla bu bölgelerde
kazanımlar elde etmesi sonucu Osmanlı Kürtleri, daha önce var olan coğrafî ve
idarî bütünlüklerini fiilen kaybettiler ve siyâsî bir karmaşa ortaya çıktı.
İngiltere ve Fransa başta olmak üzere dönemin güçlü devletlerinin bölgede
yaşayan farklı etnik grupları kendi çıkarları doğrultusunda birbirleri aleyhine
kışkırtmaları bu karmaşayı daha da arttırdı. Bu süreçte farklı etnik ve dinî
unsurlardan oluşan Osmanlı Devleti’nin yıkılması, millî devlet temeline dayalı
Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş süreci ve müteakip gelişmeler, Anadolu’da yaşayan
bütün topluluklar gibi Kürtler açısından da kalıcı etkileri olan önemli
sonuçlar doğurdu.
Osmanlı’nın
son yıllarında, yaşadıkları bölgenin geleceğine dair büyük devletlerce izlenen
politikalar Kürtlerin büyük çoğunluğunun tepkisiyle karşılaştı. Paris Barış
Konferansı’nın devam ettiği günlerde bağımsız bir Kürdistan için lobi yapan
Şerif Paşa’nın girişimleri başta Said-i Nursî olmak üzere Kürt âlimleri, ileri
gelenleri, bölge ahalisi ve onların Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki (TBMM)
temsilcileri tarafından reddedildi. Aynı dönemde çeşitli Kürt aşiretleri
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Kürtleri Türklerden ayırmaya yönelik
girişimleri kabul etmediklerini bildiren ve Türklerle Kürtlerin etle tırnak
gibi birbirinden ayrılmaz bir bütün oluşturduklarını ifade eden çok sayıda
telgraf gönderdiler.
Kürtler
yaşadıkları bölgenin kuzey kısımlarında bağımsız bir Ermenistan devletinin
kurulması karşılığında kendilerine de bu bölgenin güney kesimlerinde muhtariyet
verilmesini öngören Sevr Antlaşması’nı tanımadıklarını ifade ettiler. İtilâf Devletleri’nin
politikalarına karşı Türklerle birlikte ortak yurt kabul ettikleri Anadolu’yu
savunmak üzere Millî Mücadele’ye aktif destek verdiler. Bu yıllarda Millî
(1920) ve Koçgiri (1921) gibi Kürt aşiretleri isyan ettiyse de bu isyanlar geniş
destek bulmadı. Bu süreçte Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde de Kürtlerle
Türklerin yapışık ikizler gibi kardeş oldukları şeklinde konuşmalar yapıldı.
Mîsak-ı
Millî sınırları içindeki bütün Osmanlı-İslâm unsurlarının birliğini ve ortak
bağımsızlığını savunan Millî Mücadele önderleri de Türklerin diğer Müslüman
unsurların yanı sıra Kürtlerle ayrılmaz bir bütün olduğunu vurguladılar. Öte
yandan hem Millî Mücadele önderleri, hem de yerel Kürt ileri gelenleri,
İngiltere’nin kısmî desteğini almış olan Kürt bağımsızlıkçılarının Güneydoğu
Anadolu’nun bir kısmında bir Kürt devleti kurulması yönündeki teşebbüslerine
karşı mücadele ettiler.
15
Eylül 1919’da Türk ve Kürt’ün birbirinden ayrılmaz öz kardeş olarak yaşayacaklarını
ve ortak düşmanlarına karşı demirden bir kale hâlinde kalacaklarını belirten
Mustafa Kemal, 1 Mayıs 1920’de yaptığı konuşmada da Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ni teşkil eden kimselerin sadece Türk, Çerkez, Kürt ya da Laz değil,
hepsinden mürekkep İslâm unsurları olduğunu (TBMM Zabıt
Cerîdesi, s. 165; ayrıca bk. Şimşir, s. 574) ve dolayısıyla her
birinin farklı etnik kökenlerden oluşan aynı milletin bölünmez parçalarını
teşkil ettiğini dile getirdi. Buna “Anâsır-ı İslâm” denir.
Ayrıca
Millî Mücadele’nin anayasası olarak kabul edilen 1921 tarihli Teşkîlât-ı
Esâsiye Kanunu’nun 11’inci maddesinin vilâyetlere muhtariyet tanıması da bu
yönde beklenti içinde olan Kürtlerin çoğunun taleplerine uygun düşüyordu.
Netice olarak bu dönemde vatan, mukaddesat ve Hilâfet gibi müşterek değerlerin
kurtarılmasının hedeflenmesi, Kürt varlığının inkâr edilmemesi ve vilâyetlere
muhtariyet öngörülmesi, Kürtlerin büyük çoğunluğunun Kürt bağımsızlıkçılarına
değil de Millî Mücadele’ye ve yeni oluşan siyâsî yapılanmaya katılımlarını
kolaylaştırdı.
Cumhuriyet’in
ilânından hemen sonra Hilâfet’in ilgası (1924) ve diğer devrimlerle birlikte
yeni yönetim biçiminde lâik bir yaklaşım esas alınırken, aynı zamanda millî devlet
modeli benimsendi. Bu süreçte millet, vatandaşlık, etnik menşe ve azınlık gibi
kavramlar yeniden ele alındı. “Türk” kavramını bir üst kimlik olarak tarif eden
1924 Anayasası’na “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık
bakımından herkese Türk denir” ibaresi konuldu (madde 84). Bu ibarenin etnik
bir kimlikten ziyade vatandaşlık tanımı çerçevesinde temsilî üst kimliği
tanımladığı kabul edilse de bu tanımlamanın müteakip dönemdeki kimlik
tartışmalarında etkili olduğu gözlemlenmektedir. Türkiye tarafından sadece gayr-i
Müslim vatandaşların azınlık statüsünde sayılacağı, Kürtler de dâhil olmak
üzere Türk olmayan Müslüman unsurların azınlık olarak kabul edilmeyeceği ve
bunların Türk milletinin bir parçası olduğu tezinin savunulduğu Lozan’da, İsmet
Paşa’nın Encyclopaedia Britannica’yı da
kaynak göstererek Kürtler’in Turanî kavimlerden olduğunu iddia etmesi (Şimşir,
s. 498), Kürt kimliğine yönelik yeni resmî yaklaşımı ve müteakip politikaların
seyrini göstermesi açısından önemlidir.
Resmî
söylemlerdeki ve uygulamalardaki bu yeni yaklaşımla birlikte bazı görüşlere
göre Cumhuriyet döneminde Kürt meselesi olarak anılan problemi besleyen önemli
dinamiklerden birisi devreye girdi. Zira Kürt meselesi, arka plânında iktisadî,
sosyolojik, siyâsî ve psikolojik birçok sebep olmakla birlikte, temelde
Cumhuriyet’in homojen bir millet meydana getirme çabasıyla
ilişkilendirilmektedir. Bakış açısı,
yaklaşım ve çözüm önerileri arasındaki farklılığa bağlı olarak “Kürt meselesi”,
“Kürtçülük meselesi”, “Doğu ve Güneydoğu Anadolu meselesi”, “geri kalmışlık
meselesi” gibi farklı adlandırmalarla ele alınan bu mesele, Cumhuriyet dönemi
siyâsî tarihinin önemli gündem başlıkları ve sıcak tartışma konuları arasında
yerini aldı.
Cumhuriyet’in
kuruluş döneminde yaşanan bu gelişmeler Kürtler arasında farklı tepkilere yol
açtı. Benimsenen millî devlet anlayışına, dinî alanla ilgili olarak öne çıkan
bazı devrim ve değişimlere ve Musul’un Irak’a bırakılmasına karşı çıkan bazı
Kürt liderlerinin faaliyetleri bu çerçevede zikredilebilir. 1923’te Cibranlı
Halit, Bitlisli Yûsuf Ziyâ Bey gibi isimler tarafından dar bir kadro etrafında
Kürdistan İstiklâl Komitesi adıyla bir örgüt kuruldu. Kısaca “Âzâdî” olarak
tanınan ve bağımsızlığı hedefleyen bu örgüte, farklı siyasî ve sosyal güdülerle
hareket eden birçok Kürt ileri geleni katıldı. Bunlar arasında dinî
hassasiyetleri olan bazı Kürt liderler, 1923’te Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nden tasfiye edilen ikinci gruba mensup Kürt mebusları, aşiret
reisleri, Osmanlı ordusunda ve bürokrasi içinde önde gelen Kürt kökenli bazı
kimseler bulunuyordu.
Yakın
dönem Kürt sosyoloji tarihi
Barzanî
Ailesi mensuplarından Molla Mustafa Barzânî’nin 1958’de Rusya’dan Irak’a
dönmesi ve Kerkük’teki bazı olaylarda 100 kadar Türkmen’in öldürülmesi üzerine
Irak’ta yaşanan gelişmeler sonrasında, Türkiye’de Kürt kökenli bazı üniversite
öğrencileri (49’lar Olayı) ve aşiret liderlerinin tutuklanmasıyla sonuçlanan
hareketlenmeler yaşandı.
Cumhuriyet’in
kuruluşundan itibaren daha ziyade dinî ve geleneksel argümanlara dayanan Kürt
hareketleri, 1960’lı yıllarda sol ve sosyalist akımların etkisinde kalan ve etno-seküler
diye nitelendirilebilecek bir yapıya dönüştü. Bu dönüşüm 1978’de PKK olarak
bilinen Kürdistan İşçi Partisi’nin ortaya çıkmasıyla hızlandı ve mevcut
sol-etnik-seküler söyleme bağımsızlık düşüncesinin eklenmesiyle daha sonra ayrılıkçı
bir karaktere büründü.
27 Mayıs
1960 Darbesi’ni izleyen dönemde doğunun geri kalmışlığını dile getiren “Doğuculuk”
akımı etrafında örgütlenen bazı sosyalist Kürt grupları ile Molla Mustafa
Barzânî’ye yakın olan Kürtler, legal ve illegal siyasal oluşumlar içine
girdiler. Bu oluşumların öncülüğünde 1965-1967 yıllarında doğunun sorunlarına
dikkat çekmek amacıyla Doğu Mitingleri düzenlendi. 1969-1971
yıllarında birçok ilde Cumhuriyet döneminin ilk yasal Kürt derneği olarak kabul
edilen “Devrimci Doğu Kültür Ocakları” kuruldu. 12 Mart 1971 Darbesi’yle
kapatılan Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın yerine 1975-1977’de “Devrimci Doğu
Kültür Dernekleri” teşkil edildi. Bunlar da 12 Eylül 1980 Darbesi ile
kapatıldı.
Türkiye
İşçi Partisi’nden gelen diğer bir grup, 1974’te Kemal Burkay liderliğinde
illegal Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi’ni (TKSP; Partiya Sosyalîst a
Kurdistana Tirkîyê [PSKT]) kurdu.(7)
Sonuç
Selçuklu’dan
Osmanlı’ya, devamında Türkiye Cumhuriyeti’nde (belli bir dönemi müstesna kılarak
söyleyelim) Müslüman Kürtler hep Türkmen beyleri ile kardeş ve müsavi
sayılmışlardır. Çünkü İslâmî bir hayatı düstur bilen ecdadın yolundaki Devlet
Başkanı ve mahiyetinin başka davranması, eşyanın tabiatına aykırıdır. Lâkin
yukarıdaki paragrafta da arz edildiği
gibi, Müslüman Kürtlerin haklarını savunan başta PKK ve diğerleri,
Marksist/Leninist ideologya örgüsü ile ateizm üzerine bina edilmiştir. Türk
Devleti’ne düşman bir yapı bina etmek isterler. FETÖ hareketi ise Müslüman
Kürtleri istismar etmiş ve dinî duygularının tahribatına devam etmiştir.
Irak’ta,
İran’da ve Suriye’deki Kürtçü liderler, ABD’ye ve bağlısı oldukları ülkelere
taşeronluk yapmaktadırlar. O muhteris liderlere kırmızı pasaport verip “Bize
güvenin” dediklerimizin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yerine başkalarına
koşmaları, hempa ve ortak olmaları ise tıynetlerinin ahvalini belli eder.
Bugün
devlet aklının ve mevcut Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin itici unsuru, cihanı
kucaklayıcı ve masuma, eman dileyene eman olmaya çalışmaktır. Hilafsız ve
samimiyetle inancımız ve dünya görüşümüz şudur ki, Türk, bir kavimden çok,
Müslüman milletimizin üst kimliğidir.
Biz,
millet-i İbrahim’deniz; Türkmen, Kürt, Zaza, Kırmanç ve diğer Müslüman unsurlar
bu “kilimin desenleridir”. Bugün uygulanan politika ve tasavvur İslâmîdir ve
vahdete giden yoldadır.
Vesselâm…
Kaynakça
1-Faysal Dağlı-Birakuji-Kürtlerde İç
Savaş(Begeler Yayınları-Sayfa 15/16
2-Hasan Uşak-Kürdistan’da Aşiretçilik-Aran
Yayınları
3-Prof. Dr. Ahmet Akagündüz-Osmanlı
Kanunnameleri ve Hukuk C-3
4-Hoca Sadeddin Efendi-Tac’üt Tevarih.
5-Ziya Gökalp-Kürt Aşiretleri Hakkında
Sosyolojik Tahkikat
6-Ali Rıza Şeyh Attar-Kürtler-Sayfa/69
7-İslâm Ansiklopedisi, “Kürtler” maddesi.