Fetih şuuru, bir gençlik iksiridir

Fikir ve sanat adamlarımızın gençleri öncelemesi, onlara eğilmesi, onlara hitap etmesi boşuna bir uğraş değildir. Onların kalplerini ve zihinlerini açacak her söz, fetih kavramının bir parçası olacaktır. Tevhidin mânâsıyla kalbi fethedilen genç, hem bir Hakk âşığı, hem bir merhamet abidesi, hem adalet savaşçısı olacaktır.

YÜCE Allah, ilk insan olan Hazreti Âdem’i yaratırken meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”[i] şeklinde bir hitapta bulunmuştu. İnsana Yaratıcısının verdiği önem ve ona yüklediği sorumluluk büyüktü.

alife, kendisine otorite tarafından verilen görevleri, onun yerine kullanan kişidir.[ii] Tin Sûresi’nde bu öneme atfen, “Biz insanı en güzel şekilde yarattık”[iii] buyurulmuştur. İnsanın en güzel şekilde yaratılmasının anlamı şudur: Ona en iyi cisim ve diğer mahlûklardan daha iyi özellik verilmiştir. Ayrıca ona düşünce, anlayış, ilim ve akıl gibi yüksek kabiliyetler de bağışlanmıştır. Bunlar diğer mahlûkatta bulunmamaktadır.[iv]

Oysa Zariyat Sûresi’nde Rabbimiz, “Ben insanları ve cinleri yalnız Bana kulluk etsinler diye yarattım”[v] buyurmuştur. Yeryüzünde var olmanın ana gayesi sadece Allah’a kulluktur. Kul olma hâli, sonsuz-sınırsız kudretin ve hikmetin sahibi Yüce Yaratıcı tarafından insana bahşedilen bir tür üst kimliktir.[vi] Kim bu görevi lâyıkıyla yerine getirirse, varlık ve yaratılış gayesini gerçekleştirmiş olur. Bu gayeye erişen yani Allah’a kâmil anlamda kulluk vazifesini yerine getiren insan, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olmaya hak kazanıyor. Ancak bu halifelik, ona her istediğini yapmak yetkisi vermiyor. Mevdûdi’nin de dediği gibi, aslında insan her şeye malik değildir, o sadece Allah’ın temsilcisidir ve kendisine gerçek Hâkim tarafından verilenler dışında hiçbir güce sahip değildir. Bu nedenle, kendi istediklerini yapma hakkına sahip değildir. Onun görevi, temsil ettiği otoritenin isteklerini yerine getirmektir. Eğer verilen yetkileri kendisinin sanır veya bu yetkileri kendi arzularına göre kullanır veya bir başkasının hâkimiyetini kabul edip onun isteklerine boyun eğerse, bu isyan ve ihanet olur.[vii]

Kur’ân’a göre kâinattaki her varlık kendi lisanınca ve hâlince Allah’ı takdis eder. Bu durum Kur’ân’da şöyle izah edilmiştir: “Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah’ı takdis ve tenzih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ile tenzih etmesin. Ne var ki, siz onların bu tenzih ve takdislerini iyi anlayamazsınız. Bunca azametiyle beraber, kullarının gaflet ve cürümlerine karşı O Halîm’dir, Gafur’dur (çok müsamahalıdır, affedicidir).”[viii]

Cenab-ı Hakk, Kendisine kul olmak şerefini bahşettiği ve O’nun adını ve nizamını yeryüzünde hâkim kılma yani İlây-ı Kelîmetullah görevini verdiği insanı, bu vazifesini ifa etmesi için yeryüzünde bir süreliğine misafir etmek istemiştir. Dolayısıyla kâinat sarayının en değerli misafiri insandır. Misafir insan olunca, tabiî ki mekân da onun ihtiyaçlarına göre düzenlenecektir.

Gazzâlî, içinde yaşadığımız kâinatı şöyle değerlendirir: “Bu âlem, içinde muhtaç olduğun her şey bulunan bir ev gibidir. Gök tavan gibi yükseltilmiştir. Yeryüzü döşek gibi serilmiş ve yıldızlar kandiller gibi asılmıştır. Madenler hazineler gibi saklanmıştır. Bunlardan her biri keyfiyetine göre insanlar için hazırlanmıştır. İnsan ise eski bir evin sahibi gibidir. Bu evde bulunan çeşitli bitkiler, hayvanlar, insanın ihtiyacını karşılamak içindir.”[ix]

İnsan, yaratılış gayesine uygun bir hayat yaşadığında ve kendini bu gayenin ifasına hasrettiğinde Allah’ın adını, nizamını yeryüzünün her bir köşesinde hâkim kılmak için mücadele eder. Bu mücadele bir fetih hareketidir. Bu fetih hareketinin hedefi gönüllerdir.

Fetihte insanların gönlünü kazanmak gayesi vardır. Fethin misyonu, mazlumu zalimin elinden kurtarmak, vizyonu ise fethettiği bölgede adaleti tesis etmektir.

Fetih kavramı

Mekke’nin Fethi’nden yaklaşık iki yıl önce Peygamberimiz Hz. Muhammed’in Mekke müşrikleriyle arasında Hudeybiye’de bir antlaşma imzalanmıştı. Ancak sahabeden bazı kişiler anlaşma şartlarını ağır bulmuştu. Bunun üzerine Fetih Sûresi’nin ilk ayetleri nazil oldu. Ayet-i kerimede, “Şüphesiz Biz sana apaçık bir fetih verdik”[x] müjdesi vardı. Gelen bu ayetten sonra Müslümanlar büyük bir sevinç yaşadılar. Burada Mekke’nin fethedileceği müjdelenmişti.

Fetih, Arapça kökenli bir kelime olup, “açma, yol gösterme, hüküm verme, galibiyet ve zafere ulaştırma” anlamlarına gelir.[xi] “Fetih” kelimesi, içerdiği anlamlar bakımından aslında bir kavram olarak incelenmelidir. Bir kavram olarak fetih kelimesi çok derin anlamları barındırır. Fetih, bir beldenin ele geçirilmesi gibi düşünüldüğünde bile, aslında bu ele geçirmenin sıradan bir toprak kazanımından ve günümüz anlayışıyla bir sömürü savaşından farklı bir anlamı vardır. Fetih kavramı, her şeyden önce İslâmî bir kavramdır.

Fetih kavramını tam olarak anlamak için onu İslâmî ölçüler çerçevesinde ve Kur’ân’ın tüm ahkâmıyla birlikte değerlendirmelidir. Elbette kavramın maddî bir anlamı vardır, ancak bu kavram madde plânından ziyade mânâ cihetiyle âlemşümul bir hüviyet kazanır. Zira fetihten kasıt, bir beldeyi ele geçirmekten ziyade, öncelikle insanların kalbini kazanmayı hedefler. Bu kazanç maddî bir metaı elde etmek için gösterilecek suni ve gelip geçici bir kabulden ziyade, kalbin ve aklın tam bir teslimiyet ile İslâm’ı kabullenmesidir. Bunun yolu kesinlikle icbarî değil, iradîdir.

Fetih kavramının mânâ cihetiyle ihtiva ettiği ikinci anlam da İslâm mesajının insanlara ulaşmasının önündeki bütün engellerin kaldırılması ve bu mesajın muhatabı olan insanların o mesajı hiçbir mânia ve engele maruz kalmadan alabileceği, özümseyeceği bir ortamın hazırlanmasıdır. Bu ortam sağlandığında İslâm’ın evrensel mesajının, muhatabı olduğu insanlığın hem kalbine, hem de aklına doğrudan ulaşması mümkün olacaktır.

Hazreti Peygamber bir hadîs-i şerifinde, “Ülkeler ve şehirler zorla alınır; Medine ise Kur’ân ile fethedilmiştir”[xii] buyurmuştur. Mekke de Hazreti Peygamber’in sağlığında fethedilmiştir. Burada da Mekke muhasara edilmiş, ancak şehir savaşmadan teslim olmuştur. Fethin akabinde gerek Mekke’de yaşayanlar, gerekse civardaki kabileler topluca İslâm’a geçmiştir. Bu durum, son inen sûre olan Nasr Sûresi’nde şöyle anlatılır: “Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde, Rabbine hamd ederek tesbihde bulun ve O’ndan bağışlanma dile. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir.”[xiii]

İslâm tarihinde fetih; amaç, yöntem ve örnekleriyle bizzat Hazreti Peygamber tarafından uygulanmıştır. İslâm’ın başlıca yayılma yöntemlerinden biri olan fetih, Hazreti Peygamber’in Müslümanlara açtığı bir yoldur.[xiv] İslâm’ın doğuşundan sonraki dönemlerde elbette mücadeleler ve savaşlar yapılmıştır. Bunun sonucunda birçok belde Müslümanların idaresine geçmiştir. Burada yaşayan insanlara İslâm tebliğ ve telkin edilmiş, kabul edenler olduğu gibi etmeyenler de olmuştur. Kabul etmeyenler de cizye vergisi karşılığında bu beldelerde kendi inançlarını koruyarak yaşamaya devam etmişlerdir. Bunların din adamlarına ve mabetlerine dokunulmamıştır. Ancak o beldenin en büyük mabedi fethin bir sembolü olarak camiye çevrilmiş ama diğer mabetler işlevlerini yerine getirmeye devam etmişlerdir. Böylece farklı inançtaki bu insanlar hem dillerini, hem dinlerini, hem de mabetlerini Müslüman idarenin koruması altında o günlerden bugünlere kadar muhafaza edebilmişlerdir. Asla asimile olmamışlardır.

İslâmiyet, kalbin tasdiki ve dilin ikrarı ile sabit olan bir inanç sistemidir. Müslüman, “Allah’ın birliğine ve hükümlerine kalben teslim olmuş insan” demektir. Kalp ve dil arasındaki bir inanç tezatlığı Müslümanlığın asla kabul etmediği bir durumdur ki dinî literatürde buna “münafıklık” denir. Münafıklar ise İslâmî hükümlere göre kâfirlerden ve müşriklerden daha tehlikeli görülmüştür.


Fetih ve cihad ilişkisi

Fetih kavramı ile akla gelen diğer bir kavram ise cihaddır. Maalesef bu kavram da günümüzde en çok saldırıya uğrayan, dışlanan, horlanan ve kötü gösterilmeye çalışılan kavramlardan biridir.

“Cihad” kelimesi, Arapça “cehd kelimesinden türemiştir. Cehd; “güç ve gayret sarf etmek, bir işi başarmak için elinden gelen bütün imkânları kullanmak” anlamlarına gelir. Cihad ise bir kavram olarak İslâmî literatürde “dinî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslâm’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek” anlamlarını ihtiva eder.[xv] Kelime, fıkıhta Müslüman olmayanlarla savaşı, tasavvufta nefsin arzularını yenme çabasını karşılar. Kelimeden türetilen “mücahid” kavramı da “savaşan, mücadele eden” anlamlarını içerir.

Ayet ve hadîsler incelendiğinde, cihadın sadece silahla yapılmadığını görürüz. Cihad el ile, dil ile, kılıç ile, infak ile, kalem ile de yapılır. Örneğin Hazreti Peygamber bir hadîs-i şeriflerinde “Mücahid nefsiyle cihad edendir”[xvi], bir başka hadislerinde “Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın yanında hakkı söylemektir”[xvii], yine başka bir hadîste de “Müşriklere karşı mallarınız, nefisleriniz ve dillerinizle cihad edin”[xviii] buyurmuşlardır. İslâm hukukunda öne çıkan anlamıyla cihad, “Allah yolunda can, mal, dil ve diğer vasıtalarla savaşta elden gelen güç ve gayreti sarf etmek” demektir.[xix] Bu meyanda İslâm hukukçularına göre, normal şartlarda cihad etmek farz-ı kifâye iken, umumî seferberliği gerektiren bir tehlike ve saldırı hâlinde ise tüm Müslümanlar üzerine farz-ı ayndır.[xx]

Cihad, bir savaş hâli olduğu kadar barış zamanlarında da zinde kalmayı, gevşememeyi, her an bir savaşa hazır olmayı gerektirir. Buradan kimse Müslümanları kavgacı, savaşçı, geçimsiz olmakla itham etmemelidir. Yeryüzünde dengeleri ve düzeni bozmak isteyenleri kötüleyen, istilâ, tecavüz ve sömürü amacı taşıyan savaşları tanımayan İslâmiyet (Bakara 11-12, 205; Nisa 94; A’râf 85-86, Kasas 77, 83), ancak Müslümanların can ve mal güvenliğini sağlamak, inançları konusunda baskı altında kalmalarını önlemek, kendilerine ve ülkelerine yönelik tehditlere karşı koymak için yapılan savaşı Allah yolunda verilen mücadele olarak meşrû kabul etmiştir.[xxi] Kaldı ki, bir Müslümanın Allah’ın rızasını kazanmak için nefsiyle yaptığı mücadele, ilim öğrenmesi, rızkını temin etmek için meşru yollardan çalışması da cihaddır.

Özellikle savaş açısından değerlendirildiğinde, İslâmî hükümlere göre savaşın şartları vardır. Hanefî, Hanbelî ve Mâlikî hukukçulara göre İslâm’da savaşın sebebi, inanmayanların Müslümanlara savaş açmaları ve tecavüzkâr olmalarıdır. Kaldı ki, Hazreti Peygamber’in yaşadığı dönemden bugüne kadar yaşananlar Müslümanların değil, Hıristiyan ve Yahudilerin ne kadar tecavüzkâr olduklarını gösterir. Haçlı Seferleri, Endülüs’te yaşanan katliamlar, bugün Doğu Türkistan, Filistin, Arakan, Bosna, Irak, Suriye, Libya ve Lübnan gibi, dünyanın dört bir köşesinde Müslümanların yaşadığı soykırımlar, saldırılar, tecavüzler bunun en gerçek kanıtıdır. Bu kadar saldırgan bir kitleye karşı Müslümanların bir cihad şuuruyla hazırlıklı olmaları, kendilerini savunmaları elbette meşrudur. Aksi zaten mağlûbiyeti peşinen kabullenmektir. Bunun sonu bir izmihlâldir.


Fetih ile işgal arasındaki fark

Fetih, İlây-ı Kelîmetullah için girilen her bölgede İslâmî tebliğ faaliyetlerini yürütürken orada yaşayan sivillere ve masumlara hiçbir zarar vermeden bölgeyi ele geçirdikten sonra adil bir şekilde kontrolü sağlamaktır. [xxii] Fetihte insanların gönlünü kazanmak gayesi vardır. Fethin misyonu, mazlumu zalimin elinden kurtarmak, vizyonu ise fethettiği bölgede adaleti tesis etmektir.[xxiii]

İşgal ise, bir ülkenin kendi çıkarları doğrultusunda başka bir ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerine sahip olmak için o ülkenin topraklarını ele geçirmesidir.[xxiv] İşgal edilen yerde halkı sindirmek için her türlü şiddet unsuru kullanılarak bölge harabeye çevrilir. Saldırı ve tecavüzlerden askerî unsurların yanında halk da nasibini alır. İşgal edilen bu yerdeki yeraltı ve yerüstü tüm kaynaklar yağmalanır.

Bugün insanların beynine yerleştirilmek istenen algının aksine İslâm, hiçbir dönemde, asla, hiç kimseye zorla kabul ettirilmemiştir. Beldeler fethedildiğinde orada yaşayan insanlara baskı yapılarak dinleri ve inançları değiştirilmemiştir. Onlara sadece İslâm’ın mesajı tebliğ edilmiş, Müslüman olunması teklif edilmiştir. Asla İslâm’a geçmesi için zorlanmamıştır. Bu algıyı empoze edenler daha çok Hıristiyan Şarkiyatçılardır. Zira onlar İslâmiyet’in bu denli yayılmasındaki esas gerekçeleri görmezden gelerek kendi açıklarını, inançlarındaki aksaklıkları saklamak derdine düşmüşlerdir.

İşgalde insanların mallarına el konulur, zorla dinlerini değiştirmeleri istenir. Sonuç olarak İslâm, fethettiği yerlere medeniyet götürdü. Bölge halkları İslâm’ın adaletinin gölgesinde asırlarca yaşadılar. Bu da fethin işgalden/sömürüden farklı ve üstün olduğunun en somut kanıtıdır.[xxv] 

Neden fetih şuuru?

İslâm tarihini incelediğimizde yapılan tüm fetihlerin, bir bölgede yaşanan haksızlıkların giderilmesi, mazlumlara yardım edilmesi ve Allah’ın mesajını bütün insanlığa duyurmak için yapıldığını görürüz.

Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, Fetih Haftası ile ilgili yaptığı bir konuşmasında şunları söyleniştir: “Eskimiş olanı, köhnemiş olanı, işlevi kalmayanı geride bırakıp ileriye doğru yelken açmak bir fetihtir. Ülkesi, milleti ve insanlık için yeni aydınlık kapıları aralamak bir fetihtir. Durmadan, duraklamadan, rehavete kapılmadan, kalplerin paslanmasına izin vermeden sürekli ilerlemek bir fetihtir. Fetih asla ve asla başkalarının topraklarına göz dikmek, işgal etmek, başka ülkelerin iç işlerine müdahale etmek değildir. Onun içindir ki, Fatih’in, Osmanlı’nın adaletini duyanlar, onu hissedenler, ‘Başımızda kardinal külahı görmektense Osmanlı sarığı görmeyi arzu ederiz’ diyerek Fatih’i çiçeklerle karşılamışlardır. Fetih değişimdir, dönüşümdür. İşte siz bu ülkenin gençleri olarak fethi ve fetih ruhunu çok iyi anlamak, sadece anlamakla yetinmeyip asrın idrakine de bunu anlatmak zorundasınız.”

Fethi bir işgal hareketi olarak değil de bir bölgenin kapılarını İslâm’a açmak sûretiyle adaletin kapısını açmak, zalime “Dur!” deyip zulmün egemenliğine son vermek, mazlumlara umut olmak, mağdur gönüllere girmek, ellerinden tutmak, gözyaşlarını dindirmek, yüzlerde bir parça tebessüm yaşatmak olarak değerlendirmeliyiz.

İslâm, adı üstünde, bir barış ve esenlik dinidir. Onun bu esenlik havasından teneffüs etmek, dünyadaki dili, ırkı, rengi ne olursa olsun tüm insanların hakkıdır. Bu havayı, bu güzelliği, bu selâmet atmosferini dünyanın her tarafına götürmekse biz Müslümanların aslî görevidir. Atalarımız bu şuurla Anadolu kapılarına dayanmış, buradansa, başta İstanbul olmak üzere ta Viyana kapılarına kadar yapmış olduğu fütuhatı bu amaçla gerçekleştirmiştir. Bu şuurla üç kıtaya hâkim olmuştur.

Osman Gazi bu mücadeleyi şöyle tarif etmiştir: “Bizim yolumuz Allah yolu ve maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır; yoksa kuru kavga ve cihangirlik dâvâsı değildir!”

Buradan da anlaşılacağı gibi, dâvâ, İlây-ı Kelîmetullah dâvâsıdır. Bu dâvâyı nesilden nesle aktaran ruh ise fetih şuurudur.


Fetih şuuru ve gençlik

Fetih ve cihad, bir şuur meselesidir. Bu şuurun nesilden nesle aktarılması gerekir. Dinamik bir gençlik için bu şarttır.

Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettiğinde 21 yaşında bir delikanlıydı. İstanbul’a muzafferen girdiğinde, önünde hocası Akşemseddin Hazretleri vardı. Onu karşılayanlar, Akşemseddin Efendi’yi padişah zannedip ellerindeki çiçekleri ona vermek istemişlerdi. Kimse 21 yaşındaki bir gencin böyle bir başarı kazanacağına ihtimâl vermiyordu. Oysa imkân verilen ve bu ideali gerçekleştirmek için yetiştirilen bir genç, işte yüzlerce yıllık köhneleşmiş Bizans’ın kilidini açıyordu. Bu öyle bir kapı açıştı ki, açılan bu kapıdan giren güneş, zulmet içinde can çekişen tüm Avrupa’yı etkilemişti. Bu tarihten sonra Avrupa için bir zulüm kasırgası olan derebeylik son bulmuş, kendi karanlığına hapsolan Avrupa ise “Orta Çağ” diye isimlendirdikleri bu karanlık çağdan kurtulmayı başarmıştı. İşte bu yüzden bayrak şairimiz Arif Nihat Asya, Fetih Marşı’nda bugünün gençlerine şöyle seslenecekti: “Sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden/ Senin de destanını okuyalım ezberden/ Haberin yok gibidir taşıdığın değerden/ Elde sensin, dilde sen; gönüldesin, baştasın/ Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın...”

Bugün unutturulmaya ve hatırlandığında da karalamaya çalışılan fetih ve cihad kavramı, böyle gençler ve böyle nesiller yetiştirilmek için vardır ve olmalıdır. Kabuğuna çekilmiş, etliye sütlüye karışmayan, pısırık, özgüvenden yoksun, dinî ve millî her değerden uzak nesiller yetişsin isteniyor. Avrupa’ya muhtaç, el açan, dilenen, kapılardan kovulan, azarlanan, elinden ekmeği alınan bir nesil isteniyor. Kültürel emperyalizmin elinde kimliğini ve kişiliğini kaybetmiş, özenti içinde yaşayan, kendinden ve tarihinden utanan bir nesil olsun, dininden utansın, dilinden utansın, atasından utansın, bayrağını sevmesin, vatanına bağlanmasın, “Evrensel, evrensel” diyerek kendi öz benliğini inkâr etsin isteniyor.

Nurettin Topçu, “Türkiye’nin Maarif Dâvâsı” kitabında bu durumu şöyle izah eder: “Bir memleketin gençliği, aşkın irşatlarıyla Allah’a kadar götüren yolu kalp âleminde aramıyorsa, o memlekette ilk aşkın beşiği olan aile mektebi yok demektir. İstediği kadar evliler olsun, analar ve babalar, aile kuramamışlardır. O memleket gençliği kaybedilmiştir.”[xxvi]

Necip Fazıl, “İdeolocya Örgüsü” kitabında bu durumu şöyle özetler: “Ne bugünkü murakabesiz, rehbersiz, gayesiz ve şahsen mesuliyetsiz gençlik, ne dünkü çürümüş ve kokmuş, şaşırmış ve ihtilâca düşmüş nesiller, ne de evvelki kitapların ve mevzuların başlıklarına takılı ve kakılı softacıklar nesli… İslâm inkılabını kadrolaştırmaya memur gençlik, Sahabîler ve onların gerçek bağlılarından başka kendisine hiçbir ruhî örnek kabul etmeyecek ve bu ruhu, baştanbaşa yepyeni, fakat aslına uygun olarak, nefsinde ve dünyada maddeye nakşedecektir.” (İdeolocya Örgüsü, 1986: 209)

Siz dinî ve millî değerlerine bağlı nesiller yetiştirdiğinizde, onlara fetih ve cihad şuuru aşıladığınızda, bu, onların emellerinin gerçekleşmesine mani olacaktır. Böyle bir gençliği geçerek nasıl cebren ve hile ile aziz vatanın kaleleri zapt edilecek, bütün tersanelerine girilecek, bütün orduları dağıtılacak ve dahası, memleketin her köşesi nasıl bilfiil işgal edilecektir? Bu elbette mümkün olmayacaktır.

Mehmet Akif Ersoy’un, “‘Âsım’ın nesli’ diyordum ya, nesilmiş gerçek./ İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek!” dediği gibi, Kurtuluş Savaşı yıllarında bu şuurla yetiştirilen gençliğimiz yani dedelerimiz, cihad ve fetih şuuruyla namus bildikleri vatanlarını düşmana çiğnetmediler. Yine 15 Temmuz’da aynı ruhla müstevli emellerin karşısına dikilen gençlerimizin de kalplerinde bu şuurun izleri ve heyecanı vardı.

Fikir ve sanat adamlarımızın gençleri öncelemesi, onlara eğilmesi, onlara hitap etmesi boşuna bir uğraş değildir. Onların kalplerini ve zihinlerini açacak her söz, fetih kavramının bir parçası olacaktır. Tevhidin mânâsıyla kalbi fethedilen genç, hem bir Hakk âşığı, hem bir merhamet abidesi, hem adalet savaşçısı olacaktır. İşte Necip Fazıl, bunun mücadelesini verdi; Mehmet Akif, Nureddin Topçu, Sezai Karakoç ve birçok mütefekkir bunun mücadelesini verdiler, veriyorlar.

Mehmet Akif İnan’ın dediği gibi, Tanzimat’tan beri üzerimize oynanan oyunları, vurulmak istenen zincirleri, prangaları sökmek gerekiyordu: “Biz, Tanzimat’tan beridir iflah edilmemek için başına örülmedik çorap bırakılmayan bir düşünce nizamının çocuklarıyız. Tama­men erimememiz, tükenmememiz, Allah’ın bir lütfudur ve lütfa bağlı olarak bir avuç inanç kahramanının destanî direnişindendir. Atılan küçük küçük adımlarla bugüne ulaştık. Şimdi adımları­mızın arası daha genişlemiştir. Bu yürüyüş çok yakınlarda belki bir koşuya dönüşecektir. Koşuya hazırlanmanın ön çalışmaları içindeyiz. Bu hazırlıklar bitmeden koşuya çıkamayız. Çıkarsak yazık olur bu kadar emeklere. Kaybedersek yeni baştan hazırlan­mak, tekrar başlara dönmek zorunda kalırız. O da bırakırlarsa…”[xxvii]

İşte bunun için Necip Fazıl, kollarını bir makas gibi açarak “Bu yol çıkmaz sokak!” diye haykırdı. Onun özlediği gençlik, kaybettiğimiz bu fetih şuuruyla yetişen bir gençlik olmalıydı. O, “Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik… ‘Zaman bendedir ve mekân bana emanettir’ şuurunda bir gençlik”  diye tanımladığı gençliğe şu görevi vermişti: “Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim, manevî babanın tabutunu musalla taşına, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâvâ taşını da gediğine koymandır!” diyordu. “Zindandan Mehmed’e Mektup” şiirinde de bu imanla seslenir oğlunun şahsında yarının gençlerine: “Mehmed’im, sevinin başlar yüksekte!/ Ölsek de sevinin, eve dönsek de./ Sanma bu tekerlek kalır tümsekte,/ Yarın elbet bizim, elbet bizimdir./ Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!”

Merhum Sezai Karakoç da kafasında tasavvur ettiği gençliği “Taha” ismiyle anlatmıştır. İşte onun Taha’sının özellikleri şöyledir: “Taha’nın özelliklerini saymak istiyorum: Dicle’yi emmiştir. Tabiatın modernist kaygılarla biçimlendirilmesine karşıdır. Köksüzlüğe, sabırsızlığa, rol yapıcılığa karşıdır. Kiraz, dut ve nar değişmemiş, har değişmemiştir gözünde. Taha’yı bulabilmek için şairlerin, âşıkların bal ve aya duyarlı olması gerekir; kırmızı zeytin biberine de… Gizli doğurulan çocuktan bir sestir Taha. Korkulara karşı acı âfat suyu içmiştir; yılana, akrebe karşı şerbetlenmiştir.” (Sezai Karakoç, 1933-)

Sonuç

Fetih şuuru verilen her genç dinamik olacaktır. Yarınlar için ümitvar olacaktır. Özgüveni yerinde olacak, çalışacak, emeğinin karşılığını alacaktır. Zira Kur’ân’da Rabbimiz, “Kişi için ancak emeğinin karşılığı vardır” buyurmuştur. O kimse başkasından bir şey beklemeyecektir. Zira karşınızdakiler sizden büyük bir avanta koparmadan bir kum tanesini bile size vermeyeceklerdir. İşte bunun için diyoruz ki, “Fetih şuuru, bir gençlik iksiridir. Genci daha genç ve dinamik yaparken, ümitsizlik nedeniyle gençliğinin kudretli çağlarına erken veda edecekleri de genç ve diri tutacak tek iksirdir. Ne ihtiyar delikanlılar vardır ki bu iksirle Çanakkale’de, Kutu’l-Amare’de, Galiçya’da, Sakarya’da ve 15 Temmuz’da destanlar yazmıştır.



[i] Bakara: 30

[ii] Mevdudi, Tefhimul Kur’an, Tin: 4. Ayet tefsiri

[iii] Tin:4

[iv] Mevdudi, Tefhimul Kur’an, Tin: 4. Ayet tefsiri

[v] Zariyat: 56

[vi] Nihat Uzun, Kulluk Bilinci Dediğimiz Şey, https://dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=13474

[vii] Mevdudi, Tefhimul Kur’an, Bakara 30. Ayet tefsiri

[viii] İsrâ: 44

[ix] Gazzâlî, El Hikmetü Fi Mahlukatillahi Azze ve Celle, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1986. s. 5.

[x] Fetih:1

[xi] Mustafa Fayda, Fetih, TDV İslâm Ansiklopedisi, c:12, s: 467-470, İstanbul, 1995

[xii] Belâzürî, I, 6

[xiii] Nasr, 1-3

[xiv] Abdurrahman Demirci, Hz. Ebû Bekir’in Fetih Anlayışı, Artuklu Akademi, Journal of Artuklu Academia, Mardin, 2014

[xv] Ahmet Özel, Cihad, TDV İslam Ansiklopedisi, c: 7. S: 527-531, 1993, İstanbul

[xvi] Tirmizî, “Feżâʾilü’l-cihâd”, 2

[xvii] Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 17; Tirmizî, “Fiten”, 13

[xviii] Müsned, III, 124; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 17

[xix] Kâsânî, VII, 97; İbn Âbidîn, IV, 121

[xx] Ahmet Özel, agm

[xxi] Metin Yurdagür, İ’lâ-yi Kelimetullah, TDV İslam Ansiklopedisi, c: 22. S: 62-63, 2000, İstanbul

[xxii] Mehmet Şenlik, Fetih ile İşgal Arasındaki Fark, İnzar Dergisi,  148. Sayı, Ocak 2017

[xxiii] Harun Halil, Fetih ve İşgal Arasındaki Fark, https://www.milletgazetesi.gr/kose-yazilari/fetih-ve-isgal-arasindaki-fark

[xxiv] Harun Halil, agm.

[xxv] Murat Gülnar, İslam’ın Cihadı: Fetih Mi İşgal mi?, Furkan Nesli Dergisi, Sayı: 117, Ocak 2021

[xxvi] Nurettin Topçu, Türkiye’nin Maarif Davası, Dergâh Yayınları, 2016, İstanbul

[xxvii] Mehmet Akif İnan, “MTTB ve Ayasofya”, Siyaset Kokan Yazılar, Eğitim-Bir-Sen Yayınları, s. 63, s. 63, Ankara, 2016