“İSTANBUL mutlaka
fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan, ne güzel kumandan; o ordu, ne güzel
ordudur!” (Hazreti Muhammed -sav-)
Hazreti
Peygamber’in (sav) dünyasını değiştirmesinin ardından İslâm toprakları fetih
hareketleriyle oldukça genişlemiştir. Nebevî müjdeden sonra başlayan İstanbul
muhasaraları, Fatih Sultan Muhammed Han’a gelinceye kadar Müslüman orduları
yani Emevî, Abbasî ve Osmanlı hükümdarları ve komutanları tarafından 11 kez
gerçekleşmiştir. Bu rakam diğer dinlere mensup kral ve devlet adamlarının sayısının
dışındadır.
İstanbul’un
Fethi, Müslümanlar için mukaddes bir ideal, yüce bir gâye olmuş, bu uğurda önce
Arap, sonra da Türk orduları İstanbul surları önünde seve seve can
vermişlerdir. Müslüman Türk hükümdarlar için bu bir Kızılelma’dır.
Nihâyetinde
Nebevî müjdeye genç Türk Hakanı Fatih Sultan Muhammed Han nail olmuş, İkinci Muhammed, 21 yaşında İstanbul’u fethederek bin yıllık
Bizans İmparatorluğu’na son vermiş ve bu olay birçok tarihçi tarafından “Orta
Çağ’ın sonu, Yeni Çağ’ın başlangıcı” olarak kabul edilmiştir. Fetihten sonra “Fethin
Babası” anlamına gelen “Ebû’l-Feth”, daha sonraki dönemlerde ise “Çağ Açan
Hükümdar” ve “Kayser-i Rûm” unvanları ile anılmıştır İkinci Muhammed Han.
Günümüz
olaylarına ışık tutsun diye şu tarihî tespiti yapmak, hakkı teslim etmek
olacaktır.
Uzun bir kuşatmanın
ardından 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul’u fethederek şehre giren Fatih Sultan
Muhammed Han, doğrudan Ayasofya’ya yönelir. Bizans halkı, korku ve merakla
Ayasofya’da akıbetlerini beklemektedir. Fatih, kendisini karşılayan halka,
hayatları ve hürriyetleri konusunda teminat vererek Ayasofya’ya girer. İstanbul’un
Fatihi, fetih sembolü olarak sancağını Ayasofya’nın ortasındaki mihrabın
bulunduğu yere diker, kubbeye doğru bir ok fırlatır, ilk ezanı da kendisi okur.
Böylece fethini tescillemiş olur. Ardından, mabedin uygun bir köşesinde şükür
secdesi yaparak iki rekât namaz kılar.
Ayasofya
niçin önemli idi?
İstanbul,
coğrafî konumunun özelliği dolayısıyla tarih boyunca siyâsî, askerî ve ticar3i
açıdan hep önem taşımıştır. Yani İstanbul, hep bir cazibe merkezi olagelmiştir.
İşte İstanbul’un bu özelliğinden dolayı, Müslümanlar bu şehre sahip olabilmek
için birçok kez kuşatma yapmışlardır. Ancak Sahâbe’den itibaren 8 asır sürecek
olan İstanbul’un fethi macerasının ciddî bir motivasyon gerektirdiği ortadadır.
Bunu da sadece cazibe merkezi olan bir bölgeyi fetih isteğiyle açıklamak eksik
kalır gibi görünmektedir. Müslümanların bu motivasyonunun ciddî bir sebebi de, Hazreti
Peygamber’in (sas) fethi ve fethe katılanları müjdeleyen hadîsidir.
İstanbul’un
ve Feth-i Mübîn’in sembolü Ayasofya’nın neden Müslüman Türk milleti için
Kızılelma olduğunu anlayabilmek için tarihteki serencâmını kısacık bir hülâsa ile
imbikten geçirerek vermeye çalıştık.
O
kutlu cami-i kebirin neden aslından derdest edilip müzeye çevrildiğini de yüz
yıllık yakın tarihimizin siyâsî ve milletlerarası serencâmını unutmamak lâzım.
Ayasofya,
Hazreti Îsâ’dan 530 sene sonra Hıristiyan mabedi olarak inşâ edildi ve binlerce
yıl mabet hizmeti gördü. Önce Hıristiyanlara bu görevi icra ederken, daha sonra
fetihle beraber Müslümanlarla bu görev devam etti. Mukedderat-ı İlâhî, Osmanlı
Cihan Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, bazılarına göre böyle
olması gerekiyordu (!) ki 1934 yılında kimi tarihçi dostlarımıza göre gayr-i
sahih bir Bakanlar Kurulu Kararı ile müzeye dönüştü. Cihan Devleti’nden
Cumhuriyet’e geçişteki tek parti rejiminin keskin sekülerliğini ve redd-i mîras
politikalarını yansıtan uygulamaların sonucunda bu gerçekleşti.
Nitekim
konumuzla alâkası yoksa (!) bile ezan da Türkçe olarak ilk defa burada
okunmuştu. Yeni rejim, dünyaya seküler olduğunu kanıtlamak istiyordu. Bunu da
en iyi Ayasofya’yı müze yaparak ispatladı!
Konunun
sosyolojik veçhesini yazan kıymetli sosyolog, Prof. Dr. Ergün Yıldırım şu
tespitleri yapıyor:
“Tanrı’nın Hikmeti
gitmiş, beşerin seyirliği gelmişti. Batı dünya düzenine itaatin en sembolik ve
en tarihsel tutumu ortaya konmuştu. Efendilere benzeyerek onların gazâbını
azaltma eylemiydi belki de bu...”
Niyetimiz
tarihe not düşmektir; verilen karar, bugünkü CHP zihniyetinin dediğinin aksine,
bir Osmanlı-Cumhuriyet rövanşı değildir. Zaten redd-i mîrasın sahipleri ve yeni
rejim müntesipleri, strateji olarak eski idareyi tenkit ederek haklılıklarının
ispatı derdine düşerler. Bu hususların her zaman favorisi, laikos CHP ve
şürekâsıdır.
Ayasofya’nın
kapatılması, redd-i mîras politikasının bir parçasıydı; çünkü Ayasofya, Fatih
Sultan Muhammed Han’ın kendi adına kurduğu vakfiyeye bağlanmıştı.
Fatih,
büyük bir külliye kurmuştu. Yeni tarih, yeni dünya ve yeni İstanbul buradan
bilim ve hikmetle nurlanacaktı. Bizim medeniyetimizde camiler sadece birer kuru
binadan müteşekkil değildirler. Cami, bir külliye hüviyetindedir; etrafında medrese,
bimarhane (hastane), esnaf ve zanaatkâra ait ticarethanelerin bulunduğu bir
bütündür. Bugünkü Türkçe ile “entegre bir yapı topluluğu”...
Bu
nurlanma 481 yıl devam etti. Redd-i mîrasçılar, Osmanlı’yı kurumları ve
kültürüyle reddeden tek parti siyaseti, bu tutumunu Ayasofya için de gösterdi.
1934 yılında medreseleri, şifahanesi ve diğer kurumlarıyla beraber bu işlev
ortadan kaldırıldı. Cami kısmı müzeye çevrilirken, diğer bölümleri ise tek tek
yıkıldı! Aslında kapatılan, müzeye çevrilen ve imha edilen Fatih’in vakfiyesiydi…
Osmanlı’yı
dünya devleti hâline getiren ve İstanbul’u fetheden büyük Padişah’ın inkârı
demekti bu. Elbette bu büyük Padişah’ın ve onun büyük külliyesinin temsil
ettiği cihan hâkimiyeti tahayyülünden de vazgeçişin ilânıydı. Bize kefen
biçenlerin istediği olmuş, Türkiye artık tüm cihanşümul arayışlarından
vazgeçtiğini Cihan Padişahı’nın cihan külliyesini gömerek göstermişti.
Ayasofya
artık özgür!
86
yıl boyunca kapalı kalan Ayasofya, her zaman gündemde kaldı. Özellikle
muhafazakâr, milliyetçi ve İslâmcı diye ifade edilen çevreler her zaman onu
yeniden açmak için mücadele ettiler. Ayasofya’nın zincirlendiğini, esaret
altında olduğunu ve hattâ İstanbul’un karşı fetihle yeniden esir edildiğini
düşündüler. Bundan dolayı mücadelelerinin en önemli kültürel yüreklendirme
iksirinin biri Ayasofya’yı açmaktı.
Rahatlıkla
söylenebilir ki, 30’undan (diğer yaştakileri tenzih ederim) sonraki bütün
yaştakilere Ayasofya’yı sorarsanız, Marksist/Leninistler hâriç, “Ah, kalbimdeki
sızıdır Ayasofya!” intizârını işitirsiniz.
Bizim
yerli lâikosların, özellikle de CHP’nin neden Ayasofya’nın 86 sene sonra aslına
rücû ettirilip cami olmasına karşı çıkmalarının bir sebebi vardır. O sebeplerden
biri de “Robert Koleji” ile olan ünsiyetleridir.
“Ne
alâka?” diyeceğini duyar gibiyim kıymetli okuyucularımızın…
“10 yıldan fazla bir
zamandır Türkiye’de faaliyette bulunan Amerikan Yardım Programı, şimdi meyvelerini
vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün
bulunmadığı bir bakanlık ya da bir iktisadî devlet teşebbüsü hemen hemen
kalmamıştır. Hâlen bulundukları kuruluşlarda ilerici kuvvet niteliğini taşıyan
bu kimselerin kısa zamanda genel müdürlük ya da müsteşarlık mevkilerine
geçmeleri beklenir. AID, bütün çabalarını bu gruba yöneltmelidir.”1
Bunlarla
beraber, bahse konu okulun Hıristiyanlar için çok önemli bir amacı daha vardır:
“Fatih’in İstanbul’u aldığı
surlardan bu milletin kültürünü fethedeceğim.”2
Bu
ifade, okul binasını inşâ ettiği taşları bile Fatih’in fetih için yaptırdığı
Rumeli Hisarı’nda kullanılan taş malzemenin aynısını seçen misyoner Cyrus
Hamlin’e aittir.
Tarihçi
Cezmi Yurtsever, okul binasının inşâ edildiği taşların sırf bu maksatla Rumeli
Hisarı’nda kullanılan taş malzemenin aynısından seçildiğini belirterek şunları
söylüyor:
“Robert Kolej’in amacı, Osmanlı yurttaşı yabancı
azınlıklardan zeki olan çocukları en iyi şekilde yetiştirip, gelecekte onların
ülke yönetiminde söz sahibi olmalarını sağlamaktı.”
Nitekim
Bulgar isyanlarında Robert Kolej mezunu gençlerin lider olarak
bulunması dikkat çekiciydi. Hamlin’in görevi sadece İstanbul’da bir
okul açmak değildi. O, 1840’lı yıllarda, gelecekte bütün Anadolu’yu saracak
olan Anadolu kolejlerinin de temellerini atmıştı. Nitekim Anadolu kolejleri
içinde Merzifon’da kurulu olanı, 1880 ve 90’lı yıllarda Ermeni ve Rum
isyanlarının merkezi oldu.3
Hamlin’in
kurduğu bu okulun dış güçlerin üssü olarak bir ajan yuvası hâline
geldiği iddiaları da çok dillendirildi. Bu noktada isterseniz yakın
tarihimizden de bir misâl verelim ki neler olduğunu anlamaya çalışalım…
Murâdımız,
bugün Ayasofya hakkında yerli ve dıştan (Pensilvanya) destekli muhalefetin
kimler olabileceği hakkındaki derdimizi arz etmektir.
Elim
bir suikasta maruz kalan ve hazırladığı eserler ve yabancı ülkelerin içimizdeki
Mankurtlarını, Batı hayranı işbirlikçileri deşifre eden Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu’nun
FETÖ hakkında yazdığı raporda, o günkü tarih itibari ile “Gülen Okulları” ve eğitim
aktarılmıştı:
“Örneğin, dünyaya
yayılmış İngilizce eğitim veren (haftada 25 saat İngilizce, 3 saat Türkçe) 300’e
yakın okulun sahibi Fethullahçıların İngiliz Lordlar Kamarası’nda düzenlenen
özel törenlerle hemen her yıl İngiliz dili ve kültürüne hizmet yüksek ödülü almaları
sıradan bir tesadüf değildir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden Yargıtay’a, kendi
deyimleri ile adliyeden mülkiyeye, maariften emniyete kadar kadro gücünü
kanıtlayan; Avrasya ölçüsünde dağıtımı yapılan bir gazete ile “yeryüzü kanalı”
iddiasındaki bir televizyona yılda 1 katrilyon lirayı aşan ciro yaptıran
yüzlerce şirkete, yurtiçinde ve dışında 300 civarında okula, on binlerce ışık evine,
yüzlerce öğrenci yurduna, yüzlerce dershaneye, yurtiçinde ve dışındaki
üniversitelere, -çoğu iyi derecede yabancı dil bilen öğretmen ve dış ticaret
uzmanı- on binlerce profesyonel personele, en az 25 milyar dolarlık bir mal
varlığına ne demek lâzım?”4
Anlaşılan
ABD başta olmak üzere, diğer Batılı ülkelerin, hattâ Rusya’nın, Ayasofya’nın
müzeden aslı olan camiye çevrilmesinin karşısındaki karın ağrılarının sebebi,
içlerindeki Haçlı zihniyetinin bir tezâhürü olsa gerektir.
İçimizdekilerin
feryâdı ise Robert Koleji’nden ve FETÖ okullarından aldıkları ilhamın (!) mahâreti
olsa gerektir.
Belli
ki bizim kuşağın hislerine Sayın Cumhurbaşkanımız tercüman olmuştur. Sayın
Devlet Bahçeli’nin desteğini de unutmayalım…
Cumhurbaşkanı
Erdoğan, Cuma günü, kararın açıklanması üzerine tarihî bir konuşma yaptı. Tarihin
akışını değiştirdiği bilinciyle çok iyi hazırlanmış bir konuşmaydı bu. “Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, Mescid-i
Aksâ’nın özgürlüğüne kavuşmasının habercisidir” dedi ve bu kararın, İslâm
dünyasının dirilişinin de başlangıcı olmasını temenni ettiğini söyledi Erdoğan.
10
Temmuz 2020, tarihî bir gün olarak tarihe geçti. Bir bayram günü, bir düğün
günü, bir vuslat günü…
10
Temmuz 2020, bir milât oldu. Bu toplumun istiklâl ve istikbâl mücadelesinde bir
kilometre taşı…
Kanaatimiz
odur ki, Ayasofya, Türkiye’nin hükümranlığının, bağımsızlığının sembolüdür.
Ayasofya’nın temsil ettiği rûhu kavrayamayan kuşakların zihinlerinin prangalı
olduğunu söylemek bile gereksiz!
Ayasofya’nın
temsil ettiği ruh, “kılıç hakkı” olarak camiye çevrilmesinde gizlidir. Ayasofya’nın
cami olması, hem Ayasofya’nın, hem de bu toplumun rûhunun korunmasının yegâne
şartlarından birinin en önemli göstergesidir. Bu toplumun rûhunun, bu ülkenin
bağımsızlığının ve bütünlüğünün belki de en önemli sembolü Ayasofya’dır.
Ve
Ayasofya bunu, “kılıç hakkı” olarak camiye (Cuma camisine) çevrilmesine
borçludur. Vesselâm...
1-Necdet Sevinç, Ajan Okulları
2-Robert Koleji’ni Kuran Misyonerlerden
Cyrus Hamlin’in Hatıratı
3-Cezmi Yurtsever
4-Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu, Fetullahçı
Okulları