Feth-i Mübîn ve sembolü Ayasofya

Nurlanma 481 yıl devam etti. Redd-i mîrasçılar, Osmanlı’yı kurumları ve kültürüyle reddeden tek parti siyaseti, bu tutumunu Ayasofya için de gösterdi. 1934 yılında medreseleri, şifahanesi ve diğer kurumlarıyla beraber bu işlev ortadan kaldırıldı. Cami kısmı müzeye çevrilirken, diğer bölümleri ise tek tek yıkıldı! Aslında kapatılan, müzeye çevrilen ve imha edilen Fatih’in vakfiyesiydi…

“İSTANBUL mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan, ne güzel kumandan; o ordu, ne güzel ordudur!” (Hazreti Muhammed -sav-)

Hazreti Peygamber’in (sav) dünyasını değiştirmesinin ardından İslâm toprakları fetih hareketleriyle oldukça genişlemiştir. Nebevî müjdeden sonra başlayan İstanbul muhasaraları, Fatih Sultan Muhammed Han’a gelinceye kadar Müslüman orduları yani Emevî, Abbasî ve Osmanlı hükümdarları ve komutanları tarafından 11 kez gerçekleşmiştir. Bu rakam diğer dinlere mensup kral ve devlet adamlarının sayısının dışındadır.

İstanbul’un Fethi, Müslümanlar için mukaddes bir ideal, yüce bir gâye olmuş, bu uğurda önce Arap, sonra da Türk orduları İstanbul surları önünde seve seve can vermişlerdir. Müslüman Türk hükümdarlar için bu bir Kızılelma’dır.

Nihâyetinde Nebevî müjdeye genç Türk Hakanı Fatih Sultan Muhammed Han nail olmuş, İkinci Muhammed, 21 yaşında İstanbul’u fethederek bin yıllık Bizans İmparatorluğu’na son vermiş ve bu olay birçok tarihçi tarafından “Orta Çağ’ın sonu, Yeni Çağ’ın başlangıcı” olarak kabul edilmiştir. Fetihten sonra “Fethin Babası” anlamına gelen “Ebû’l-Feth”, daha sonraki dönemlerde ise “Çağ Açan Hükümdar” ve “Kayser-i Rûm” unvanları ile anılmıştır İkinci Muhammed Han.

Günümüz olaylarına ışık tutsun diye şu tarihî tespiti yapmak, hakkı teslim etmek olacaktır.

Uzun bir kuşatmanın ardından 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul’u fethederek şehre giren Fatih Sultan Muhammed Han, doğrudan Ayasofya’ya yönelir. Bizans halkı, korku ve merakla Ayasofya’da akıbetlerini beklemektedir. Fatih, kendisini karşılayan halka, hayatları ve hürriyetleri konusunda teminat vererek Ayasofya’ya girer. İstanbul’un Fatihi, fetih sembolü olarak sancağını Ayasofya’nın ortasındaki mihrabın bulunduğu yere diker, kubbeye doğru bir ok fırlatır, ilk ezanı da kendisi okur. Böylece fethini tescillemiş olur. Ardından, mabedin uygun bir köşesinde şükür secdesi yaparak iki rekât namaz kılar.

Ayasofya niçin önemli idi?

İstanbul, coğrafî konumunun özelliği dolayısıyla tarih boyunca siyâsî, askerî ve ticar3i açıdan hep önem taşımıştır. Yani İstanbul, hep bir cazibe merkezi olagelmiştir. İşte İstanbul’un bu özelliğinden dolayı, Müslümanlar bu şehre sahip olabilmek için birçok kez kuşatma yapmışlardır. Ancak Sahâbe’den itibaren 8 asır sürecek olan İstanbul’un fethi macerasının ciddî bir motivasyon gerektirdiği ortadadır. Bunu da sadece cazibe merkezi olan bir bölgeyi fetih isteğiyle açıklamak eksik kalır gibi görünmektedir. Müslümanların bu motivasyonunun ciddî bir sebebi de, Hazreti Peygamber’in (sas) fethi ve fethe katılanları müjdeleyen hadîsidir. 

İstanbul’un ve Feth-i Mübîn’in sembolü Ayasofya’nın neden Müslüman Türk milleti için Kızılelma olduğunu anlayabilmek için tarihteki serencâmını kısacık bir hülâsa ile imbikten geçirerek vermeye çalıştık.

O kutlu cami-i kebirin neden aslından derdest edilip müzeye çevrildiğini de yüz yıllık yakın tarihimizin siyâsî ve milletlerarası serencâmını unutmamak lâzım.

Ayasofya, Hazreti Îsâ’dan 530 sene sonra Hıristiyan mabedi olarak inşâ edildi ve binlerce yıl mabet hizmeti gördü. Önce Hıristiyanlara bu görevi icra ederken, daha sonra fetihle beraber Müslümanlarla bu görev devam etti. Mukedderat-ı İlâhî, Osmanlı Cihan Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, bazılarına göre böyle olması gerekiyordu (!) ki 1934 yılında kimi tarihçi dostlarımıza göre gayr-i sahih bir Bakanlar Kurulu Kararı ile müzeye dönüştü. Cihan Devleti’nden Cumhuriyet’e geçişteki tek parti rejiminin keskin sekülerliğini ve redd-i mîras politikalarını yansıtan uygulamaların sonucunda bu gerçekleşti.

Nitekim konumuzla alâkası yoksa (!) bile ezan da Türkçe olarak ilk defa burada okunmuştu. Yeni rejim, dünyaya seküler olduğunu kanıtlamak istiyordu. Bunu da en iyi Ayasofya’yı müze yaparak ispatladı!

Konunun sosyolojik veçhesini yazan kıymetli sosyolog, Prof. Dr. Ergün Yıldırım şu tespitleri yapıyor:

“Tanrı’nın Hikmeti gitmiş, beşerin seyirliği gelmişti. Batı dünya düzenine itaatin en sembolik ve en tarihsel tutumu ortaya konmuştu. Efendilere benzeyerek onların gazâbını azaltma eylemiydi belki de bu...”

Niyetimiz tarihe not düşmektir; verilen karar, bugünkü CHP zihniyetinin dediğinin aksine, bir Osmanlı-Cumhuriyet rövanşı değildir. Zaten redd-i mîrasın sahipleri ve yeni rejim müntesipleri, strateji olarak eski idareyi tenkit ederek haklılıklarının ispatı derdine düşerler. Bu hususların her zaman favorisi, laikos CHP ve şürekâsıdır.

Ayasofya’nın kapatılması, redd-i mîras politikasının bir parçasıydı; çünkü Ayasofya, Fatih Sultan Muhammed Han’ın kendi adına kurduğu vakfiyeye bağlanmıştı.

Fatih, büyük bir külliye kurmuştu. Yeni tarih, yeni dünya ve yeni İstanbul buradan bilim ve hikmetle nurlanacaktı. Bizim medeniyetimizde camiler sadece birer kuru binadan müteşekkil değildirler. Cami, bir külliye hüviyetindedir; etrafında medrese, bimarhane (hastane), esnaf ve zanaatkâra ait ticarethanelerin bulunduğu bir bütündür. Bugünkü Türkçe ile “entegre bir yapı topluluğu”...

Bu nurlanma 481 yıl devam etti. Redd-i mîrasçılar, Osmanlı’yı kurumları ve kültürüyle reddeden tek parti siyaseti, bu tutumunu Ayasofya için de gösterdi. 1934 yılında medreseleri, şifahanesi ve diğer kurumlarıyla beraber bu işlev ortadan kaldırıldı. Cami kısmı müzeye çevrilirken, diğer bölümleri ise tek tek yıkıldı! Aslında kapatılan, müzeye çevrilen ve imha edilen Fatih’in vakfiyesiydi…

Osmanlı’yı dünya devleti hâline getiren ve İstanbul’u fetheden büyük Padişah’ın inkârı demekti bu. Elbette bu büyük Padişah’ın ve onun büyük külliyesinin temsil ettiği cihan hâkimiyeti tahayyülünden de vazgeçişin ilânıydı. Bize kefen biçenlerin istediği olmuş, Türkiye artık tüm cihanşümul arayışlarından vazgeçtiğini Cihan Padişahı’nın cihan külliyesini gömerek göstermişti.

Ayasofya artık özgür!

86 yıl boyunca kapalı kalan Ayasofya, her zaman gündemde kaldı. Özellikle muhafazakâr, milliyetçi ve İslâmcı diye ifade edilen çevreler her zaman onu yeniden açmak için mücadele ettiler. Ayasofya’nın zincirlendiğini, esaret altında olduğunu ve hattâ İstanbul’un karşı fetihle yeniden esir edildiğini düşündüler. Bundan dolayı mücadelelerinin en önemli kültürel yüreklendirme iksirinin biri Ayasofya’yı açmaktı.

Rahatlıkla söylenebilir ki, 30’undan (diğer yaştakileri tenzih ederim) sonraki bütün yaştakilere Ayasofya’yı sorarsanız, Marksist/Leninistler hâriç, “Ah, kalbimdeki sızıdır Ayasofya!” intizârını işitirsiniz.

Bizim yerli lâikosların, özellikle de CHP’nin neden Ayasofya’nın 86 sene sonra aslına rücû ettirilip cami olmasına karşı çıkmalarının bir sebebi vardır. O sebeplerden biri de “Robert Koleji” ile olan ünsiyetleridir.

“Ne alâka?” diyeceğini duyar gibiyim kıymetli okuyucularımızın…

“10 yıldan fazla bir zamandır Türkiye’de faaliyette bulunan Amerikan Yardım Programı, şimdi meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık ya da bir iktisadî devlet teşebbüsü hemen hemen kalmamıştır. Hâlen bulundukları kuruluşlarda ilerici kuvvet niteliğini taşıyan bu kimselerin kısa zamanda genel müdürlük ya da müsteşarlık mevkilerine geçmeleri beklenir. AID, bütün çabalarını bu gruba yöneltmelidir.”1

Bunlarla beraber, bahse konu okulun Hıristiyanlar için çok önemli bir amacı daha vardır: Fatih’in İstanbul’u aldığı surlardan bu milletin kültürünü fethedeceğim.2

Bu ifade, okul binasını inşâ ettiği taşları bile Fatih’in fetih için yaptırdığı Rumeli Hisarı’nda kullanılan taş malzemenin aynısını seçen misyoner Cyrus Hamlin’e aittir.

Tarihçi Cezmi Yurtsever, okul binasının inşâ edildiği taşların sırf bu maksatla Rumeli Hisarı’nda kullanılan taş malzemenin aynısından seçildiğini belirterek şunları söylüyor:

“Robert Kolej’in amacı, Osmanlı yurttaşı yabancı azınlıklardan zeki olan çocukları en iyi şekilde yetiştirip, gelecekte onların ülke yönetiminde söz sahibi olmalarını sağlamaktı.”

Nitekim Bulgar isyanlarında Robert Kolej mezunu gençlerin lider olarak bulunması dikkat çekiciydi. Hamlin’in görevi sadece İstanbul’da bir okul açmak değildi. O, 1840’lı yıllarda, gelecekte bütün Anadolu’yu saracak olan Anadolu kolejlerinin de temellerini atmıştı. Nitekim Anadolu kolejleri içinde Merzifon’da kurulu olanı, 1880 ve 90’lı yıllarda Ermeni ve Rum isyanlarının merkezi oldu.3

Hamlin’in kurduğu bu okulun dış güçlerin üssü olarak bir ajan yuvası hâline geldiği iddiaları da çok dillendirildi. Bu noktada isterseniz yakın tarihimizden de bir misâl verelim ki neler olduğunu anlamaya çalışalım…

Murâdımız, bugün Ayasofya hakkında yerli ve dıştan (Pensilvanya) destekli muhalefetin kimler olabileceği hakkındaki derdimizi arz etmektir.

Elim bir suikasta maruz kalan ve hazırladığı eserler ve yabancı ülkelerin içimizdeki Mankurtlarını, Batı hayranı işbirlikçileri deşifre eden Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu’nun FETÖ hakkında yazdığı raporda, o günkü tarih itibari ile “Gülen Okulları” ve eğitim aktarılmıştı:

“Örneğin, dünyaya yayılmış İngilizce eğitim veren (haftada 25 saat İngilizce, 3 saat Türkçe) 300’e yakın okulun sahibi Fethullahçıların İngiliz Lordlar Kamarası’nda düzenlenen özel törenlerle hemen her yıl İngiliz dili ve kültürüne hizmet yüksek ödülü almaları sıradan bir tesadüf değildir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden Yargıtay’a, kendi deyimleri ile adliyeden mülkiyeye, maariften emniyete kadar kadro gücünü kanıtlayan; Avrasya ölçüsünde dağıtımı yapılan bir gazete ile “yeryüzü kanalı” iddiasındaki bir televizyona yılda 1 katrilyon lirayı aşan ciro yaptıran yüzlerce şirkete, yurtiçinde ve dışında 300 civarında okula, on binlerce ışık evine, yüzlerce öğrenci yurduna, yüzlerce dershaneye, yurtiçinde ve dışındaki üniversitelere, -çoğu iyi derecede yabancı dil bilen öğretmen ve dış ticaret uzmanı- on binlerce profesyonel personele, en az 25 milyar dolarlık bir mal varlığına ne demek lâzım?”4

Anlaşılan ABD başta olmak üzere, diğer Batılı ülkelerin, hattâ Rusya’nın, Ayasofya’nın müzeden aslı olan camiye çevrilmesinin karşısındaki karın ağrılarının sebebi, içlerindeki Haçlı zihniyetinin bir tezâhürü olsa gerektir.

İçimizdekilerin feryâdı ise Robert Koleji’nden ve FETÖ okullarından aldıkları ilhamın (!) mahâreti olsa gerektir.

Belli ki bizim kuşağın hislerine Sayın Cumhurbaşkanımız tercüman olmuştur. Sayın Devlet Bahçeli’nin desteğini de unutmayalım…

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cuma günü, kararın açıklanması üzerine tarihî bir konuşma yaptı. Tarihin akışını değiştirdiği bilinciyle çok iyi hazırlanmış bir konuşmaydı bu. “Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, Mescid-i Aksâ’nın özgürlüğüne kavuşmasının habercisidir” dedi ve bu kararın, İslâm dünyasının dirilişinin de başlangıcı olmasını temenni ettiğini söyledi Erdoğan.

10 Temmuz 2020, tarihî bir gün olarak tarihe geçti. Bir bayram günü, bir düğün günü, bir vuslat günü…

10 Temmuz 2020, bir milât oldu. Bu toplumun istiklâl ve istikbâl mücadelesinde bir kilometre taşı…

Kanaatimiz odur ki, Ayasofya, Türkiye’nin hükümranlığının, bağımsızlığının sembolüdür. Ayasofya’nın temsil ettiği rûhu kavrayamayan kuşakların zihinlerinin prangalı olduğunu söylemek bile gereksiz!

Ayasofya’nın temsil ettiği ruh, “kılıç hakkı” olarak camiye çevrilmesinde gizlidir. Ayasofya’nın cami olması, hem Ayasofya’nın, hem de bu toplumun rûhunun korunmasının yegâne şartlarından birinin en önemli göstergesidir. Bu toplumun rûhunun, bu ülkenin bağımsızlığının ve bütünlüğünün belki de en önemli sembolü Ayasofya’dır.

Ve Ayasofya bunu, “kılıç hakkı” olarak camiye (Cuma camisine) çevrilmesine borçludur. Vesselâm...

 

1-Necdet Sevinç, Ajan Okulları

2-Robert Koleji’ni Kuran Misyonerlerden Cyrus Hamlin’in Hatıratı

3-Cezmi Yurtsever

4-Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu, Fetullahçı Okulları