İSTANBUL güldü,
Osmanlı bülbül… Bizans’sa diken… Mehmed’in kalbi, bülbül misâli havalanıp
uçuyordu İstanbul semâlarına. Daha çocukken koymuştu kafasına onu, o biricik şehri
kimseye yâr etmemeyi. “Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni” demişti.
Düşmanın kirli elini
dokundurmak istemiyordu ona. İstiyordu ki, şehirde çan sesleri değil, yanık
sesli müezzinin ezan okuyuşu yankılansın. İstiyordu ki, şehrin adı Konstantin
değil, İstanbul olsun. Ve istiyordu ki, Peygamber duâsına nail olan komutan
kendisi, askeriyse onun askeri olsun…
Hazreti Peygamber bir
hadisinde, “Konstantiniye’yi alan komutan ne güzel komutan, onun askeri ne
güzel askerdir” buyurmuştu. Ve Mehmed, çocukluğundan beri aklında ve kalbinde
bu hadîsle gezer, bu amaç uğrunda ölmeyi yeğlerdi.
Konstantiniyye, Osmanlı
toprağındaki tamamlanmamış son yapboz parçası gibiydi. Oyunu tamamlamak için
bir “fâtih” gerekiyordu ki o, çoktan maşukuna sevdâlanmış, gözünü kırpmadan, odasında
haritadan haritaya sıçrayarak son Bizans toprağını ele geçirmenin yollarını
arıyordu. O toprağı ele geçirmek, belki sadece Osmanlı’yı değil, tüm dünyayı
ilgilendiriyordu. Çünkü İstanbul demek, Hıristiyanlığın kalbinin attığı nokta
demekti. Çünkü İstanbul demek, Bizans’ın bunca yıl bozulmamış oyununu bozmak
demekti. Ve çünkü İstanbul demek, bir çağı kapatıp diğerini açmak demekti.
Yüksek surlarla örülü
şehri almak elbette kolay değildi. Bu “şehirler şâhı”nı şânına yaraşır şekilde
fethetmek gerekirdi. Fethi boşanma dâvâsı gibi tek celsede hâlletmeli, önceki
başarısızlıkları hâfızalardan kazımalı, gönüller tahtına oturmalıydı. Çok yakın
zamanda hem İstanbul’un, hem gönüllerin fâtihi olacak İkinci Mehmed, ilk iş
olarak Rumeli Hisarı’nı yaptırdı. Üzerine şefaatine nail olmak istediği Sevgili
Peygamberinin ismini ve sultanın adını yazdırdı. Hisarın ve Peygamber adının
tam Bizans’ın gözünün önünde oluşu belki hem maddî, hem mânevî bir baskıydı
Bizans’a…
Fetih hazırlıkları hiç hız
kesmeden devam ediyor, tüm bunlar Bizans’ın gözü önünde oluyordu.
Konstantiniyye, artık rüya olmaktan çıkmış, gerçeğe dönüşmeye meyilli yakın bir
duruma bürünmüştü. Büyük gün yaklaşırken, Sultan Mehmed’in, karşısında durulmaz
gibi görünen surları yıkmak için aldığı son önlem, bir Macar dökümcüsüne
yaptırdığı Şahi toplarıydı. Bu toplar şahinler gibi uçacak, yıkılmaz denen
Bizans surlarını “Allah Allah” nidalarıyla yerle bir edecekti. Bu sırada karşı
taraf da eli boş durmuyor, elde kalan son Bizans toprağını İslâm dünyasına
kaptırmamak uğruna türlü uğraşlarla Haliç’e demir zincirler çekiyordu. Ancak unutuyordu
ki, karşısında duran sadece Osmanlı değildi. Osmanlı’nın iradesiydi, gücüydü, kudretiydi,
imanıydı, İslâm’ıydı… Unutuyordu ki, “Allah’ın kudret eli, onların ellerinin
üzerindeydi” (Fetih, 10).
Sultan Mehmed ise sanki
ileride yazılacak İstiklâl Marşı’nın sözlerini sezmişti ve “Ben ezelden beridir
hür yaşadım, hür yaşarım/ Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!”
dizeleriyle hareket ediyordu. İşte şimdi kükremiş sel gibiydi ve bendini
çiğneyip aşmaya hazırlanıyordu!
İlk işi, gemilerini
karadan yürütmek oldu. Şimdi karalar deniz olmuş, üzerinde Fâtih’in emanetini
taşıyan durgun umman misâli gemileri yüzdürüyordu. İnsan aklının ve gücünün çok
ötesinde olan bu hâdise, işte şimdi Allah’ın inâyetiyle gerçekleşiyordu.
Göğüslerindeki iman gücü âdeta bilek gücüne dönüşen o kutlu askerler Cennet
kapılarına doğru yüzüyorlardı. Surların önünde Komutan ve askerlerinin duâları
birbirine karışıyor, Rablerinin katına öyle bir yükseliyordu ki melekler bile
bunu kıskanıyordu.
Savaş başlamış, Bizans
askerleri kızgın yağları, o şehâdet şerbetini içmeye dünden râzı kutlu
askerlerin üzerine boşaltıyordu. On binlerce ok havada uçuşuyordu. “Allah-u Ekber”
nidalarıyla inleyen İstanbul, Ebu Eyyub el-Ensarî’nin yolundan giden şühedayı
bağrına basıyordu. Kuşatmanın 53’üncü gününde Ulubatlı Hasan, tüm Osmanlı
yiğitlerini temsil edercesine, “İslâm’ın hilâli”ni surlara dikiyordu. Üstelik
vücûdundaki birçok ok yarasına rağmen…
Konstantin artık
Konstantin değil, İstanbul’du. Komutanı, şehidi, gazisiyle yüzlerce yıl önceden
müjdelenen fetih gerçekleşmişti. Mehmed ise artık sadece bir padişah değil, Fâtih
Sultan Mehmed idi. Fâtih’in ağzından dökülen cümlelerse, “Hamdolsun Ya Rab, hamdolsun
Ya Rab, hamdolsun Ya Rab” idi. Allah, Hazreti Peygamber’in müjdesini Osmanlı’ya
has kılmak istedi, “Ve kendilerine yakın bir fetih bahşetti” (Fetih, 18).
Hem İstanbul’un, hem de İslâm’ın tarihi yeniden yazılacaktı. Fâtih yeni bir asrı başlatmış, devamını getirmek üzere halkına emanet etmişti. İstanbul artık bir semboldü. Fâtih ise bu sembolün mührünü vuran ve kıyamete kadar duâlarla anılacak şanlı bir pâdişah olarak adını tarih sayfalarına yazdırmıştı…