
BUGÜNE dek farklı çerçeveler çizerek gençliği ve gençleri tema alan birçok dosya kaleme almak nasip oldu. “Fetanın Sepeti”, sanırım hazırlamış olduğumuz bütün dosyaları bir araya getirip bir derinliğe çekerek hâsıla erdirecek bir çalışma olacak. Doğrusu, bunun için gayret edeceğiz.
Daha evvel hazırladığımız dosyalar daha çok anlamaya ve hizmet etmeye yönelik projelerin teorik çerçevelerini çiziyordu. Bu dosya ise o çerçeveleri çerçeveleyecek evrensel kümeyi oluşturacak inşallah, bunun için çalışacağız.
“Fetanın Sepeti” bir masal veya bir efsane gibi, fakat hakikatin bir belgesi veya hakikati anlatırken kullanılan özel bir araç olarak sırtımıza yüklü, fakat aklımızda değil. Zaten o feta da onda ne taşıdığını unutmuştu. Tamam, arada tevile yer bırakmadan ne diyeceksek dümdüz diyeceğiz. Önce “feta” kelimesine, isterseniz sonra da “sepet”in ne olduğuna bakarak başlayalım…
“Lâ feta illâ Ali” ifadesi nedeniyle yabancı olmadığımız bir kelime “feta”. Bu sözün çevirisini daima “Ali’den başka yiğit yok” şeklinde duyduğunuzu düşünüyorum. Genellikle böyle. Hatta, “Lâ feta illâ Ali, lâ sefye illâ Zülfikâr” yani “Ali’den başka yiğit, Zülfikâr’dan başka kılıç yok” şeklinde de duyulmuştur. Bu sözün çevirisini “Ali’den başka yiğit, Zülfikâr’dan başka kılıç bulunmaz” şeklinde de yapanlar olmuştur.
Söz, Allah’ın Sevgilisi Efendimiz Muhammed Mustafa’ya (sav) ait. Yani bir hadis-i şerif. Bu hadisin çevirisini yaparken, feta kelimesinin gerçek anlamına bir yükleme yapılıyor. Olağanda feta, Türkçe “genç” anlamına geliyor. Hadisi çevirirken yapılan “yiğit” şeklindeki çeviri, gençlik ile yiğit olmak arasında bağlam kurmaktan kaynaklanıyor. Peki, Efendimizin ifadesi “Ali’den başka genç yok” şeklinde yapılsa ne olur? Yani dememiz o ki, Efendimiz “şuca” (شجاع) kelimesini de kullanabilecekken niçin “feta” (فتى) kelimesini kullanmıştır?
Feta, günümüz Arapçasında da “erkek çocuk” olarak anlam buluyor. Kız çocuk içinse “fetat” veya “fetiyye” kelimeleri kullanılıyor. Öyleyse hem geçmiş, hem bugünkü anlamlarıyla “feta”, çocuk veya genç kelimesine perçin atıyor. Elbette başka kelimelerle bu sözcüğün anlamını pekiştirmek, süslemek mümkün. Fakat anlamdan uzaklaştırmak ve Hazreti Âdem’e verilen bütün kelimeleri düşündüğümüzde zenginliği kısıtlamak da mümkün. Bu, kelimeye zulmetmektir.
Genç, özetle, “çocukluk ile yaşlılık arasında kalan evredeki kişi” demek. Bugünkü literatürdeki bu bilgi, çocuk ile genci birbirinden ayırıyor. Fakat genç ve feta kelimelerinin asıl anlamları, genç ile çocuk kelimelerinin aynı anlama sahip olduğunu gösteriyor.
Fetüs, çocuk, genç, yaşlı, emekli vesaire
Bizim baz aldığımız ve üzerine çalışacağımız tema “gençlik” olduğu için bu kelimeyi ve anlamını fermuarlardan kurtarmamız gerektiğini düşüyoruz. Bu sırada “genç” kelimesinin etimolojik karşılıklarına baktığımızda da “feta” ile doğrudan anlam akrabalığının olduğunu görüyoruz. Genç; Türk, Fars ve Soğd etimolojisinde birbirine çok yakın seslerle “çocuk” anlamına da gelen “doğmuş” kelimesiyle denk düşüyor. “Doğmuş, yavru, doğmak üzere olan”… Feta kelimesi üzerinden Lâtince bir ifade olarak bir biyolojik terimi hatırlatalım şimdi de: “Fetus”. Doğumdan önceki son gebelik evresinde anne karnındakine verilen terim olmuş bu kelime. Bilimsel terimlerin birer lisan ürünü olduğunu düşünmek zor olmasa gerek.
Madem bu eşiğe geldik, Türkiye’de iğfâl edilen kelime anlamlarının ve sözde yeni kültür oluşturmak adına uydurulan yepyeni kelimelerin ne işe yaradıklarını sorgulamak gerekir. Batı’nın bilimsel sınıflandırma ölçütlerini sorgulanamaz birer ilke olarak benimseyen Türkiye bilim yaklaşımları, Batı’nın sistematiği ile insanı incelemeyi yeğliyor. Bu noktada bir insan ömrünü bebeklik, çocukluk, ergenlik, yetişkinlik ve yaşlılık evreleriyle parçalara ayıran bilim, bu evrelere verdiği Lâtince terimleri Lâtin dilinden dahi ayırarak sözde bir dil meydana getiriyor. Türkiye’de “Türkçe bilim dili olamaz” diyenlerin neden bu ifadeyi kullandıklarını sırf bu sığlıklarından dahi fark etmek mümkün. Öyle ya, “fetüs” kelimesinin Lâtince ne anlama geldiğini bilmeyen bilim insanları, bu kelimenin Türkçe karşılığını beyan etmek için ya yeni bir kelime uyduruyorlar ya da bu terimin sadece söz konusu evreyi tanımlayan isim olduğuna inanıyorlar. Bu sığlık değil midir?
Elbette bir insanın ömrünü anne karnından başlayarak bebeklik, çocukluk, ergenlik, yetişkinlik ve yaşlılık şeklinde birbirinden ayırarak açıklayan bu yaklaşım, anne karnındaki evreleri de, bebeklik evrelerini de, çocukluk evrelerini de, ergenlik evrelerini de, yetişkinlik evrelerini de, yaşlılık evrelerini de birbirinden ayırarak kendi sistematik düzenine uydurmak için çabalamaktadır. Çünkü insanlık tarihi boyunca bilim, standart oluşturmak için çabalamak olarak yorumlanmış, bilim insanları bu standardın bozulmaması için çalışmışlardır. Örnek vereyim: Annemin ve eşimin tansiyonlarının en iyi olduğu aralık; yüksek 9, düşük 6 puan aralığı. Bilimin bulduğu aralıksa yüksek 12, düşük 8 şeklinde. Annemin ve eşimin tansiyonları 12-8 aralığına yükseldiğinde, vücutlarında, olağan tansiyon yükselmesinde ortaya çıkan rahatsızlıklar meydana geliyor. Fakat biz bu durumu hiçbir hekime anlatamıyoruz. Her seferinde “İdeal ölçüde, problem yok” diyorlar. “Öyleyse neden rahatsızlık çekiyor?” diye sorduğumuzda ise cevap alamıyoruz.
Bilimin insanı ve dolayısıyla toplumu ve bütün toplumları aynı standarda getirmeye çalıştığı psikopolitik gayretler var. İşte bilim, burada standarda getirme arzusuyla kullanılıyor. Buradaki “kullanmak” fiili, hani “Seni kötü işleri için kullanıyorlar, kendini kullandırtma” deyişi vardır ya, o deyişteki kullanmak ile aynı anlamda. Yani niyet kötü. Bu plânda psikolojinin ve sosyolojinin insanî davranışları standardize etmek ve insan ile bütün toplumları aynı ortak düşüncelere kanalize etmek için ortaya konulan birer bilim çalışması olarak görmek mümkün. İşte genç ve gençliğe yaklaşım da bu iki bilimsel çalışmanın sonuçlarıyla anlamından bambaşka noktalara savrulmuş birer kelime/kavram olarak karşımıza çıkıyor.
“Genç” kelimesi, bugünkü bilim literatüründe çeşitli tanımlarla tarif ediliyor. Bu tanımlara göre genç, özetle, “çocukluk ile yaşlılık arasında kalan evredeki kişi” demek. Bugünkü literatürdeki bu bilgi, çocuk ile genci birbirinden ayırıyor. Fakat genç ve feta kelimelerinin asıl anlamları, genç ile çocuk kelimelerinin aynı anlama sahip olduğunu gösteriyor. Meselâ ülkemizde bir Çocuk Bayramı, bir de Gençlik Bayramı kutlanıyor. Ülkenin bânisi olarak Mustafa Kemal Paşa da geleceği gençlere emanet etmiş. Nihayetinde bu bilgiye göre çocuk, birkaç yıl sonra genç oluyor. Peki, ne zamana kadar bu emanetle mükellef kalacak? Emekliliğine kadar mı? Yani yaşlılığına?
Şüphesiz emeklilik, İslâmî bir terim değil. İslâm’da böyle bir kurum/müessese yok. Hani asker ve diplomatlar için kullanılır ya “Bu mesleğin emekliliği olmaz” diye, İslâm’a göre de hayatın emekliliği yok. Zira Güzeller Güzeli Nebî, “Kıyametin koptuğunu görseniz elinizdeki fidanı dikiniz” ifadesiyle ağaç dikmenin önemini değil, çalışmanın kıymetini vurgular. Zira kişinin kıyameti, ecelinin gelmesidir. Ya da şöyle anlatalım: Hazreti Süleyman’ın dünyasını değiştirmesi, Mescid-i Aksâ’nın inşâsı sırasında çalışırken anlaşılmamıştı da kurtların asâsını yemesi üzerine naaşının yere düşmesi üzerine görülmüştü.
“Lâ feta” diyerek Hazreti Ali’yi de Hazreti Süleyman ile anmak mümkün. Efendimizin kendisinden başka genç tanımadığını ilân edercesine taltif ettiği Hazreti Ali, genel rivayetlere göre 10 yaşındayken Efendimizin (sav) tebliğine iman etti. İlk iman eden kişi Efendimizin eşi olarak Hazreti Hatice iken, ikinci sırada iman ettiğini beyan eden, Hazreti Ali. Daha “çocuk”! (Not: 10 yaşındaki çocuğunuzun bütün işlerine ve bütün kararlarına karıştığınızı düşünün, Efendimizin kıymetli amcası Ebu Talib acaba bu kararı nasıl karşılamıştı?) Hazreti Ali, şehit edildiğinde 62 yaşındaydı. Emekli değildi. Efendimizin “Lâ feta” dediği zamanla mukayese edildiğinde, emaneti teslim ettiği tarihe göre de öyle sanıyoruz ki gençti. Buradan bakıldığında, etrafında bir sürü genç ve bir sürü yiğit olmasına rağmen “Ali’den başka genç yok” demenin başka bir sırrı olsa gerek, değil mi?
Hazreti Süleyman’ın emekliliği (!) ile Hazreti Ali’nin çocukluğundan sonra, bugünkü bilimsel sınıflandırmayı terse düşüren bir başka isim de Hazreti İsa. Hazreti İsa, Hazreti Meryem’den doğup da Hazreti Meryem ilk kez memleketine geri döndüğünde, henüz kundakta birkaç günlük bebek olmasına rağmen şu tebliği yapmıştı: “Sonra Meryem, onu yüklenerek kavmine getirdi. Onlar (hayretler içinde şöyle) dediler: ‘Ey Meryem! Doğrusu sen görülmemiş bir şey yaptın. Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi, annen de iffetsiz bir kadın değildi.’ Bunun üzerine Meryem, çocuğu gösterdi. Onlar, ‘Biz beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz?’ dediler. (İsa şöyle) dedi: ‘Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. O bana kitap verdi ve beni bir peygamber yaptı.’” (Meryem, 27-30)
“Feta” için “genç”, genç için de “doğmuş olan” demiştik sanırım. Siz de hatırladınız mı?
Çünkü genç, doğumundan ölümüne, içinde bulunduğu devre şahitlik ederken hakkı tavsiye eden ve Allah’ın ölçülerine uyarak yaşayandır. Bu yüzden bugünkü genç de, toplumların bir kesiminin temsilcisi olarak kendi devrinden konfor isteyen değil, tehlikeye karşı uyaran, hakkı tavsiye eden olmalıdır.
Allah gençliği tarif etmiş midir?
Madem Kur’ân-ı Kerim’den bu üç ayete giriş yaptık, “feta” kelimesinin kullanıldığı ayetlere de meallerini buraya taşıyarak dosyaya devam edelim:
“‘İbrahim denen bir gencin/fetanın onları (tanrılarımızı) diline doladığını duyduk’ dediler.” (Enbiya, 60)
“Onunla beraber zindana iki genç/feta daha girdi. Onlardan biri, ‘Ben kendimi rüyamda şarap için üzüm sıkarken gördüm’ dedi. Öbürü ise, ‘Ben de kendimi, başımın üzerinde, kuşların yediği bir ekmek taşırken gördüm’ dedi. ‘Bize bunu yorumla, senin iyilerden olduğunu görüyoruz’ (dediler).” (Yûsuf, 36)
“Yusuf (emrindeki) gençlere/fetalara, ‘(Aldıklarının karşılığı olarak) getirdiklerini de yüklerinin içine koyun. Belki ailelerine döndüklerinde anlarlar da bir daha (buraya) geri gelirler’ dedi.” (Yûsuf, 62)
“Bir zamanlar Musa, fetaya şöyle demişti: ‘Ben, iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım (yola devam edeceğim). Velev ki oraya ulaşmam yıllarca sürse bile.’ Bunun üzerine ikisi de iki denizin birleştiği yere vardıklarında balıklarını unuttular. Bu arada balık, denizde yolunu bulup kaybolmuştu. Oradan uzaklaştıklarında Musa, fetaya dedi ki, ‘Yiyeceğimizi getir, gerçekten bu yolculuğumuzdan dolayı yorgun düştük.’ Genç, ‘Gördün mü?’ dedi, ‘Kayaya sığındığımız vakit doğrusu ben balığı unutmuşum. Onu hatırlamamı muhakkak şeytan bana unutturdu. O denizde garip bir yol tutup gitmişti’.” (Kehf, 60-63)
“Bir zamanlar gençler/fetalar mağaraya sığınmış, ardından da, ‘Ey Rabbimiz, katından bize rahmet ver ve bu durumumuzdan bir kurtuluş yolu ihsan et!’ demişlerdi.” (Kehf, 10)
“Biz sana onların haberini tüm gerçekliğiyle anlatıyoruz. Şüphesiz onlar, Rablerine iman eden ve Bizim, hidayetlerini artırdığımız gençlerdir/fetalardır.” (Kehf, 13.)
“Sizden her kim mümin muhsan/hür kadınlarla evlenmeye güç yetiremezse sahip olduğunuz mümin cariyelerinizden/fetiyyeden alsın…” (Nisâ, 25)
“Dünya hayatının geçici nimetini elde etmek için genç cariyelerinizi/fetiyyeyi eğer kendileri de iffetli olmak isterlerse fuhşa zorlamayın. Kim onları (buna) zorlarsa şüphesiz ki Allah, kendilerinin zorlanmasından sonra da onlara/fetiyyeye çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Nûr, 33)
Bir de şu iki ayeti, içerisinde “feta” kelimesi kullanılmamasına rağmen ele almak üzere not edelim:
“Ve şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi, ‘Ey kavmim, (size) gönderilmiş olan resûllere tâbi olun!’ dedi.” (Yasin, 20)
“Şehrin öbür ucundan koşarak bir adam geldi. ‘Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için aralarında görüşüyorlar. Hemen uzaklaş. Doğrusu ben sana öğüt veriyorum’ dedi.” (Kasas, 20)
Burada andığımız ayetleri tek tek ele almadan evvel, günümüzde Batı’nın bir dayatma gibi kabul ettirmeye çalıştığı gençlik algısına değinelim ki söz konusu ayetleri bağlamlarıyla irdelemiş olabilelim.
Batı’nın uyguladığı dayatmaya göre bugünkü gençlik, adı “Z kuşağı” olarak konulmuş olan evre içerisinde yer alanlardan oluşan sosyo-politik kesimdir. Bu tarif bize ait değil, Batı’nın üzerinde durduğu kesime bakarken yaptığı tanımlama. Z kuşağını sosyo-politik bir kesim hâline getirmek isteyen bir Batı yaklaşımı söz konusu yani. Zira Batı’nın yaklaşımında ülkeleri, vatanları, toplumları, milletleri, aileleri birbirinden ayırmak var. Bu yaklaşımın başarıya ulaştığı ülkelerde övünçle anlatılan bir gerçek vardı: “Orada çocuk 18’ine girdiğinde anne babası onunla ilgilenmez, kendi başının çaresine bakmak zorundadır. Hatta kendi evine çıkmayana baskı dahi yapılır.”
Bu övünç temelli anlatım, ülkemizde bir özentiyi var etmek için kullanıldı. Söz konusu özentiyi oluşturmada önemli oranda başarı da elde ettiler. Kısmen işleyen bir gerçekliği de oluşturdular. Bunu, ailesini, milletini ve vatanını önceleyen aileler de benimsediler. Söz konusu durumun oluşması için bütün sosyolojik zemin kullanıldı. Bunun için sosyoloji ve psikoloji bilimini kullandılar. Pedagoji de buna hizmet etti. Nihayet Z kuşağı temelinde İslâm’dan uzaklaştırmanın yolunu yapay inanç sistemleriyle buldular. Bu yöntem, bağı kopardı.
Bağ koparmak ilginç bir yöntemdir. Karşılığında kuvvetli tepkimeler meydana gelir. Bu anlamda kimya ile yeteri kadar ilgilenmediğimizi düşünenlerdenim. Kimya, maddenin yapıtaşı olan atomla ilgilenir. Madde atomlardan, moleküllerden, bileşenlerden meydana gelir. Maddenin kimyasını değiştirmek için atomu, molekülü yahut bileşeni, sahip olduğu bağları kopartmak gerekir. “Gerekir” dediğime bakmayınız, maddeyi neden değiştirmek ister insan? Niçin? “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir.” (Şûrâ, 30)
Batı, fennî ilimle kimyevî bağları koparırken, sosyal ilimle manevî bağları koparmanın yollarını buldu ve uyguladı. Sosyoloji bilimi altında irdelenen davranış bilimleri üzerinden geliştirdiği taktiklerle zümrelere ayırdığı tüm insan sınıflarını birer atom, molekül ve bileşen gibi ayırmanın ve atom numaraları ve kütle numaralarıyla oynar gibi inanç sistemleriyle oynamanın formülünü buldu. Ve bu formülle Z kuşağı, İslâm’ı, dolayısıyla hayat gayesini unuttu. Kehf Sûresi’nin 60 ilâ 63’üncü ayetleri arasındaki bahsi şimdi hatırlayalım:
“Bir zamanlar Musa, fetaya şöyle demişti: ‘Ben, iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım (yola devam edeceğim). Velev ki oraya ulaşmam yıllarca sürse bile.’ Bunun üzerine ikisi de iki denizin birleştiği yere vardıklarında balıklarını unuttular. Bu arada balık, denizde yolunu bulup kaybolmuştu. Oradan uzaklaştıklarında Musa, fetaya dedi ki, ‘Yiyeceğimizi getir, gerçekten bu yolculuğumuzdan dolayı yorgun düştük.’ Genç, ‘Gördün mü?’ dedi, ‘Kayaya sığındığımız vakit doğrusu ben balığı unutmuşum. Onu hatırlamamı muhakkak şeytan bana unutturdu. O denizde garip bir yol tutup gitmişti’.” (Kehf, 60-63)
Sahi, unutulan şey neydi? Heybede taşınan neydi?
En başta “feta” kelimesinin anlamından bahsedeceğimizi, dilenirse “sepet” kelimesine de değineceğimizi ifade etmiştik. Sepet, bir taşıma aracı. Heybe, çuval ve torba gibi karşılıkları var. Günümüzde poşet. 25 kuruşla da betimleyebiliriz. Sadece şaka! O kadar da değil. Ayetteki Feta’nın sepeti, 25 kuruşluk bir poşeti beyan eden bir taşıma aracı değil. Ayette doğrudan bir sepetten bahsedilmiyor. Fakat Feta’nın taşıdığı bir sepet var. Var ki onunla balığı taşıyabilsin. Tefsirlere göre, bir dinlenme sırasında yaslanıp uyukladıkları kayada o balık o sepetten denize atlayıp yüzerek yanlarından uzaklaşıyor. Biz, sepeti bu tefsirlerden öğreniyoruz. Bu gizemli ayetlerin birçok sembol barındırdığı da söz konusu tefsirlerde belirtiliyor. Bizim için bu anlamda sepet, akılla atan kalp yahut kalbiyle düşünen akıldır. Yaslanıp uyukladıkları kaya, dünya. Balık, gaye. İnsan dünyadaki hayat esnasında gayeyi unutuyor. Unutturanı da Musa Nebî’nin yanındaki genç söylüyor: “Şeytan”. Şeytan, insana olan düşmanlığını Allah’ın huzurunda ilân eden varlık. Oynadığı plân ne? İnanca yönelik tuzaklar kurmak.
Feta kelimesinin “genç” anlamına geldiğini fazlasıyla gösterdik. Fakat Kehf Sûresi bize gösterdiği misâllerle bu kelimenin bir şartının olduğuna işaret ediyor. İşte o işaret, şeytanın kurduğu tuzağa yönelik: “İnanç”.
Yaslanıp uyukladıkları kaya, dünya. Balık, gaye. İnsan dünyadaki hayat esnasında gayeyi unutuyor. Unutturanı da Musa Nebî’nin yanındaki genç söylüyor: “Şeytan”. Şeytan, insana olan düşmanlığını Allah’ın huzurunda ilân eden varlık. Oynadığı plân ne? İnanca yönelik tuzaklar kurmak…
İman ve genç
Kur’ân, fetayı inançla tanımlıyor. Yukarıda andığımız birkaç ayeti burada da yâd ederek değerlendirmeye devam edelim:
“Bir zamanlar gençler/fetalar mağaraya sığınmış, ardından da, ‘Ey Rabbimiz, katından bize rahmet ver ve bu durumumuzdan bir kurtuluş yolu ihsan et!’ demişlerdi.” (Kehf, 10)
“Biz sana onların haberini tüm gerçekliğiyle anlatıyoruz. Şüphesiz onlar, Rablerine iman eden ve Bizim, hidayetlerini artırdığımız gençlerdir/fetalardır.” (Kehf, 13.)
Bu iki ayette hatırlatılan gençler yani fetaları biz “Ashab-ı Kehf” yani “Mağara Arkadaşları” olarak tanıyoruz. Anadolu’da bu topluluk “Yedi Uyurlar” gibi acayip bir tanımlamaya bürünmüş. Bari “Yedi Uyur” deselermiş, o da olmamış. O kadar çakma! Neden “çakma” diyoruz? Zira onlar, Allah’ın gözlerini iman ile açtığı uyanık kişiler. Sayıları da belli değil. Allah Kur’ân ile bu sayının konuşulmasını eleştirmiş. E buradan bakınca “Yedi Uyurlar” sadece çakma, bütünüyle saçma!
Allah, yine Kur’ân’da verdiği bilgiyle bu topluluğu 300 yıl ve bir de 9 yıl daha yaşatmış. Şimdi acayip bir soru daha soralım: Üç yüz dokuz yıl (ki önceleri de var) yaşamış biri neden “genç” kelimesiyle anılıyor Kur’ân’da? Cevap: Allah, Hazreti Âdem ile başlattığı İslâm ile kullarına genç yaşamayı emrediyor. Peki, nasıl genç yaşanır? Kur’ân için, İslâm için bütün zaman ve mekâna verildiğini söylemiyor muyuz? Öyleyse Kur’ân ile yaşayan, Kur’ân’da emredilenle yaşayan, genç kalır.
“Sizden her kim mümin muhsan/hür kadınlarla evlenmeye güç yetiremezse sahip olduğunuz mümin cariyelerinizden/fetiyyeden alsın…” (Nisâ, 25)
“Dünya hayatının geçici nimetini elde etmek için genç cariyelerinizi/fetiyyeyi eğer kendileri de iffetli olmak isterlerse fuhşa zorlamayın. Kim onları (buna) zorlarsa şüphesiz ki Allah, kendilerinin zorlanmasından sonra da onlara/fetiyyeye çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Nûr, 33)
“Feta” kelimesinin “erkek çocuk/genç” kelimesine karşılık da geldiğini, “fetiyye” veya “fetat” kelimesinin de “kız çocuk/genç” için kullandılığını belirtmiştik. Kur’ân, bizim “cariye” yani “kadın köle” diye çevirerek yaptığımız yanlışlığa bu kelimeyle dikkat çekercesine, Nur Sûresi’nde kullanılan kelimeyi kullanıyor. Ve feta gibi fetat/fetiyye kelimesinin şartı da “inanç”. Yani inançlı olduğunu işaret etmek için kullanıyor “feta” ve “fetat” kelimesini. Bu ayrımı bir de Yûsuf Sûresi’nde görürüz. Olağanda Mısır hükümdarlarını “firavun” diye anan Kur’ân, Yûsuf Nebî’nin tebliğine yani İslâm’a giren Mısır hükümdarını “melik” diye anar ve ona asla “firavun” demez. Yani Batı/şeytan insanı bir sürü zümreye ayırır ki oyununu oynasın ama Allah için iki zümre insan vardır: İman sahibi ve imansız.
İman sahibi genç, Allah’ın ölçüsüyle yaşar. O’nun ölçüsüyle yaşayan için zaman ve mekân fark etmez. O kişinin kalbi akıllı atar. O kişinin aklı kalbiyle düşünür.
Feta kelimesinin “genç” anlamına geldiğini fazlasıyla gösterdik. Fakat Kehf Sûresi bize gösterdiği misâllerle bu kelimenin bir şartının olduğuna işaret ediyor. İşte o işaret, şeytanın kurduğu tuzağa yönelik: “İnanç”.
Son söz
Kehf Sûresi’nde aktarılan misâlleri çokça düşünmeyi ve Allah’ın bu sûrede çokça kullandığı “feta” kelimesi üzerinde tartışmayı önemli görüyoruz. Bu sûre ile Ashab-ı Kehf’in kendi arasında geçen diyaloglarına da vâkıf oluyoruz. Bir gün veya günün bir parçası kadar uyuduklarını zannetmelerini dünya hayatını ifade ederken Allah tarafından da Kur’ân’ın başka ayetlerinde gösterildiğini hatırlıyoruz meselâ. Bir de “Z kuşağı” diye ifade edilen kesimde oluşturulan zenginlik, hatta çalışmadan sahip olmak iştahına bir göndermede görüyoruz. Öyle ya, içlerinden biri bir gümüş para uzatarak, bu parayla kendileri için bir şeyler alınmasından bahsediyor. Bunu Z kuşağı nasıl yorumlardı? “O gümüş parayı dolar kuruna bir vur bakayım, çarçur oldu gitti” mi derdi? Yoksa bu dünyanın hiçbir zenginliğinin geçici olan bir dünya hayatı için insana bir şey kazandırmayacağını mı düşünürdü? Herkesin cep telefonu sahibi olmasını normal zanneden gençlerimiz bu konuyu bir düşünmeli.
Ve son olarak şu iki ayete değinerek sonlandıralım mevzuyu, zira ilk andığımızda sonra değineceğimizi belirtmiştik:
“Ve şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi, ‘Ey kavmim, (size) gönderilmiş olan resûllere tâbi olun!’ dedi.” (Yasin, 20)
“Şehrin öbür ucundan koşarak bir adam geldi. ‘Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için aralarında görüşüyorlar. Hemen uzaklaş. Doğrusu ben sana öğüt veriyorum’ dedi.” (Kasas, 20)
“Şehrin uzak bir yerinden” veya aynı anlamda “şehrin öbür ucundan koşarak” ama ikisinde de hem uzaktan, hem de koşarak gelen adamdan haberimiz var mı? Biri hakkı tavsiye ediyor uzaklardan koşup gelerek, diğeri tehlikeden haber veriyor uzaklardan koşup gelerek. İşte o iki adam da birer genç. Ve şahitlik ediyorlar. Çünkü genç, doğumundan ölümüne, içinde bulunduğu devre şahitlik ederken hakkı tavsiye eden ve Allah’ın ölçülerine uyarak yaşayandır. Bu yüzden bugünkü genç de, toplumların bir kesiminin temsilcisi olarak kendi devrinden konfor isteyen değil, tehlikeye karşı uyaran, hakkı tavsiye eden olmalıdır.
Kovid-19 Salgını sürecinde Türkiye’de, yaşı ilerlemiş olanlar, bağışıklık sistemlerinin daha zayıf olacağı düşüncesiyle uyarılmışlar, sokağa çıkma konusunda temkinli olmaları istenmişti, malûm. Birtakım gençlerin, yaşı ilerlemiş olan vatandaşlarımıza yaptıkları zulmü de o günlerde görmüştük. Manzarayı “Yaşlılar mikrop taşıyor”, hatta “Yaşlıların kendileri mikrop” şeklinde yorumlatan şeytan, gençliğin ve sözde yaşlılığın ne olduğunu unutturmuştu belli ki. Bu unutkanlık sürüyor. Öyleyse yenidoğanından seksenli yaşlarını dahi deviren bütün gençlerimize hatırlatalım: Bu dünya, ahiretin tarlasıdır. Ne ekersek, ancak onu biçeriz.