Feroz Ahmad’dan “Bir Kimlik Peşinde Türkiye” (2)

Menemen Olayı, “reformların sığ, köksüz tabiatını gözler önüne serdi ve kendiliklerinden toplumda kök salamayacağının işaretini verdi” (Ahmad, 2007:108). Bir milliyetçiden çok bir vatansever olan Atatürk, lâikliğin din düşmanlığı olmadığını ve dinin sadece devletin kontrolünde olduğunun açıklanmasının gerektiğini fark etti. İtalya ve Almanya'daki faşist rejimlerin aksine daha ılımlı bir politika izlemeye özen gösterdiğine dair işaretleri paylaşan Ahmad, solcuların bile kendilerini Mustafa Kemal'i överken bulduklarını aktarır.

1912 yılında "hileli" olarak tarihe geçen  seçimler sonucu İttihatçılar ezici bir çoğunlukla yeniden iktidara geldi, ancak istifaya zorlanarak liberal yönetim iktidara getirildi. Bu yönetim İttihatçıları yok etmekte kararlıydı.

“Liberallerin daha fazla zamanları olsaydı ve büyük güçlerden, özellikle İngiltere'den Balkan Savaşı sonrası yeteri kadar destek görselerdi, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni yok ederek yenilgiden sonra ayakta kalabileceklerdi (sf. 71).

Ancak Balkanlardaki ülkeler, Osmanlı içerisindeki bu siyâsî karmaşadan faydalanarak birlik olup Osmanlı'ya saldırdı ve bu savaş Balkanların kaybedilmesine yol açtı. Osmanlı, bozgunu Çatalca yakınlarında durdurulabildi. Edirne'nin ısrarla istenmesinden dolayı bir anlaşmaya varılamadı. Hazine boştu. 1913'te yeniden iktidarı ele geçiren İttihatçılar, büyük güçlerin devreye girmesindense Edirne'nin verilmesine karar verdi. Yeni kabine, Damat Salih Paşa gibi birtakım komplocuları idam etti. Balkanlarda Sırpların Yunanlara, Romanya'nın Bulgaristan'a savaş açmasını fırsat bilen Osmanlılar, durumdan istifade, kaybettikleri toprakları geri almaya başladılar.

Özellikle Edirne'nin geri alınması, İttihatçıların yeniden güven kazanmasını sağladı. Büyük güçler, Osmanlı'ya karşı ortak bir cephe ortaya koyamadılar. Buna rağmen Balkanlardaki yenilgilerden sonra İttihatçılar kendi içinde, büyük güçlerin üzerlerindeki etkinliğinden kurtulmak için ağır sanayiye yöneldiler. Zira Osmanlı topraklarında yaşayan gayr-ı Müslimleri bahane ederek sürekli yaptırımlar uyguluyorlardı.

Doğu Sorunu, alınacak kararlarla hafifletilmeliydi. Rusya'nın isteği üzerine Ermeniler silahlandırıldı. Ancak yine Rus ajanların kışkırtmasıyla Kürtler, Ermeni katliamına giriştiler. Daha sonra çıkabilecek şiddet olaylarının önüne geçilmesi için cezalandırılarak on bir suçlu halk önünde idam edildi.

Avrupa iki bloğa ayrılmıştı. İttihatçılar, bu iki bloktan biriyle ittifak kurmaya karar verdiler. Sırbistan'ın Almanya'ya saldırmasına kadar durum belirsizdi. İlk adım, Hilâfetin de kendisine yarar sağlayacağını düşünen Almanya'dan geldi. Boğazdaki gemi olayından sonra Osmanlı, bilfiil Birinci Dünya Savaşı’na girmiş oldu. Savaş, Osmanlılar açısından iki temel aşamaya bölünebilir: Kasım 1914'ten Rusya'da devrimin başladığı Mart 1917'ye kadar olan 'kriz ve canlanma yılları' olarak nitelendirilebilecek süreç, Mart 1917'den Ekim 1918'e kadar süren 'umutların belirmesi ve yenilgi' dönemi (sf. 81).”

1915'te Amerika'nın da savaşa dâhil olmasıyla Çanakkale Boğazı'nda, büyük kayıplar verilmesine rağmen başarılı bir savunma gerçekleşti.


Churcill'in Çanakkale Boğazı’ndaki bombardımanı, öncelikle Yunanistan ve Bulgaristan'ı da İtilaf Devletleri safında savaşa çekmeyi amaçlıyordu. Diğer yandan da başkentteki Rum ve Ermenilerin ayaklanmasına yol açacağını ve İngiliz propaganda metinlerinde 'Osmanlı Yahudilerinin etkisi altındaki ateistler ve Masonlar' olarak tanımlanan İttihatçılara karşı bir Müslüman hareket başlatılacağını ummaktaydı. Olmadı. Bu arada düşman tarafına geçeceğine inandırılan Ermeniler tehcir edildi. Bu, büyük katliamlara da sebep oldu Ahmad'a göre.

Bu arada belirtmek gerekir ki, devlet tarafından desteklenen ideoloji pan-İslâm ve Osmanlıcılıktı; genelde belirtildiği gibi Türk milliyetçiliği değildi. (Ahmad, 2007:83). Müslümanlar halkın çoğunluğunu ifade ediyordu ve halen hâkim olan dinî dayanışmaydı.

Rus cephesinde askerleriyle ağır bir yenilgi yaşadığı Sarıkamış'tan Enver Paşa, yıkılmış bir adam olarak döndü. 2016'da İtilaf Devletleri'nin Gelibolu'dan, Rusya'daki devrimle de Rusya'nın savaştan çekilmesi, zoraki barış şartlarına razı olmaya yatkın Osmanlı için kaybedilen toprakları geri alma ümidini sağladı. Ancak bu, büyük güçlerin hesaplarına uymuyordu. Almanya'nın da…

Almanya'ya bağımlı olan Osmanlı, Almanya ile Rusya arasındaki anlaşmadan sonra yeniden ümitsizliğe düştü. Hük^ymet, Almanya'yla ittifakla lekelenmemiş yeni bir hükûmetin kurulması için istifa etti. Yerine kurulan hükûmet, savaşı sürdürmenin yararsızlığını kabul etti ve 1918'de savaşı sonlandıran Mondros Mütarekesi imzalandı: "İşte bu olay, Osmanlı İmparatorluğu için Birinci Dünya Savaşı'nın bittiğine bir işaret oldu. Savaş yenilgiyle sona ermişti, ama on yıllık Meşrutiyet yönetimi, özellikle de savaş yıllarında Osmanlı toplumunu değiştirmişti. Savaş, İttihatçılar için toplumsal olan her şeyi ve bizzat toplumu belirlemişti. Dinamikleri gereği savaş, tüm diğer toplumsal, siyasal ekonomik ve kültürel süreçleri boyunduruğuna alarak en kapsamlı olay hâline gelmiş ve doğrudan ya da dolaylı olarak toplumun her bireyini etkilemişti. Ancak savaşın bu özelliği bizleri farklı gruplar ve kişilerin de etkilendiği gerçeğini görmezden gelmeye yöneltmemeli; çoğunluk için yıkımı temsil eden şeyler, bazı Müslümanlar için bir nimet olmuştu." (sf. 87)

Ahmad'ın burada bahsettiği nimet, zenginleşen Müslümanların da baskısıyla “millî ekonomi”nin kurulmasının altyapısını oluşturacaktı: "Özetle, Meşrutiyet dönemi Osmanlı halklarının, özellikle de kendilerini Osmanlı yerine Türk olarak görmeye başlayanların zihniyetini değiştirdi." (sf. 89).

Ahmad, bu bölümü yazar Vâlâ Nurettin'in, devrimden kırk yıl sonra yazdığını alıntılayarak sonlandırıyor: "Eğer Türkler İkinci Meşrutiyet dönemini yaşamasaydı, vatan ve millet kavramları yaygınlaşmayacaktı... Bu şartlar altında bir Millî Mücadele mümkün olmazdı. Büyük ihtimâlle bugün ortada bir Türkiye Cumhuriyeti olmaz ve Türkiye, Ortadoğu'da ancak bir krallık olabilirdi." (sf. 89)

Kemalist Dönem

Feroz Ahmad’ın, kitabının adını "Bir Kimlik Peşinde Türkiye" diye koymasının en bariz sebebi, dördüncü bölümde işlediği Kemalist Dönem'den geldiği söylenebilir. 1919-1938 yılları arasındaki gelişmeleri yazdığı bu bölümde, Türk kimliğinin günümüz anlamının tam olarak yerleştiği dönem ifade ediliyor. Bu yüzden, kitabın yazılış amacını temellendiren bölümün dördüncü bölüm olduğunu söyleyebiliriz.

Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu, Sevr Anlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştı: "Ancak Jön Türkler döneminde tüm eksikliklerine rağmen bir Müslüman seçkin-karşıtı ve yeni canlanan burjuva sınıfı yaratmıştı ki bunlar, haklarını korumak amacıyla savaşmaya, yeni bir vatanseverler ülkesi kurmaya hazırdı." (sf. 93)

Mustafa Kemal, Selanik'te doğmuş ve burada askerî ortaokula gitmiş, Manastır'daki askerî liseden sonra İstanbul'daki Harp Okulu'na devam etmiştir. Askerlerin siyasetle uğraşmasına karşı olan Mustafa Kemal, İttihatçıların ana kadrosunda yer almadı. Farklı cephelerdeki başarılı askerî tecrübesi sayesinde ön plâna çıktı. Şehzade Vahdeddin tarafından resmî Almanya gezisine davet edildi. Bu, iyi anlaşmalarına ve Vahdeddin'in tahta çıkmasından sonra Mustafa Kemal'i Anadolu'daki birliklerin terhisini denetlemek için görevlendirmesine vesile oldu. Sevr'den sonra, "başlangıçta İstanbul odaklı, ülkenin bağımsızlığını genelde diplomatik yöntemlerle sağlayacak bir strateji izlenebileceğini umdu" (sf. 97).

Yeni kurulan kabine, Sultan'a bağlı ve muhafazakâr bir politika izleyecekti. "Askerî şöhreti ve İttihatçılara karşı olduğu bilinmesine karşın" kabinede kendisine görev verilmemesi, onu hayâl kırıklığına uğrattı. Ancak İngiltere'nin de onayıyla, silah bırakmamış Osmanlıları silah bıraktırmak üzere görevlendirilerek Anadolu'daki 9’uncu Ordu'ya gönderildi. Samsun'a 19 Mayıs 1919'da vardığında, İzmir Yunanlılar tarafından beş gün önce işgal edilmişti.

Mustafa Kemal, aldığı görevi bir kenara bırakarak, bölgedeki komutanlarla anlaşıp Amasya'dan bir direniş genelgesi yayınladı. İstanbul'un buna karşı çıkmasıyla görevinden istifa ederek Erzurum ve Sivas'ta kongreler yaptı. Kongre Başkanı seçilen Mustafa Kemal, merkezi Ankara'ya taşıdı. Bu, kenti ulusal direnişin merkezine dönüştürdü. Ahmad'ın bu noktada dikkat çektiği, İngilizcede “nation, national ve nationalist” gibi terimlerin Türkçe karşılığı olan millet, millî ve milliyetçi kelimeleridir: "Bu kelimeler bağımsızlık savaşı boyunca ve sonrasında milliyetçiden çok vatanperver, dışlayıcıdan çok bütünleştirici anlamlarda kullanılmışlardır. Bu terimler, Anadolu'nun tüm İslâmî unsurlarını -Türkleri, Kürtleri, Çerkezleri, Arapları ve Lazları- kapsıyordu ve her birinin kendi benlikleri vardı. Mustafa Kemal, 1919'un Ekim ayında, Mîsak-ı Millî'nin buna göre belirlendiğini belirtmişti (sf. 99)… Bütün farklı Müslüman unsurları barındıran Türk kavramı, ‘Osmanlı veya Kemalist’ vatandaşlık anlayışı, asla etnik olmamıştır (sf.100).”

Ankara ve İstanbul arasındaki mücadele, Vahdeddin'in bir İngiliz savaş gemisiyle gidişinin ardından Meclis'in Abdulmecid Efendi'yi Halîfe ilân etmesiyle de devam etti. Padişahlık kaldırılmıştı ama Halîfelik devam ediyordu. Dolayısıyla toplum üzerinde İstanbul'un etkisi vardı. Sevr Anlaşması’nı tanımayan Ankara, Büyük Millet Meclisi’ni kurdu. Mustafa Kemal, bazı muhafazakâr silah arkadaşlarına rağmen Halk Fırka’sını kurarak liderliğini ilân etti. Kurtuluş Savaşı'nın kahramanı oldu. Ağustos 1923'te Meclis Başkanı seçildi. Meclis, Hilâfet makâmı olarak İstanbul'u tanıdığını, ancak devletin başkentinin de Ankara olduğunu ilân ediyordu. Bu, siyasal ağırlığı Ankara'ya çeken bir darbeydi. Yasal kabul ediliyordu.

1924'te Hilâfet kaldırıldı. Mustafa Kemal'in desteği ile kurulan muhalefet partisi, Menemen Olayı'ndan sonra kapatıldı. Mustafa Kemal, inkılaplarını hızlandırdı. 1926'da önce kendi heykelini diktirdi. Sonra 1928'de devletin dinini İslâm olarak belirleyen maddeyi kaldırdı. Harf İnkılâbı ile bir anda Osmanlı’yla geçmişini sildi.

1930'da yeniden bir partinin kurulmasıyla muhalefete kapı aralandı. Ancak, kurulan Serbest Fırka'nın başında bulunan ve Mustafa Kemal'in yakın arkadaşı olan Fethi Bey, “Mustafa Kemal'e açıktan meydan okumaya zorlanmaktansa partisini feshetme kararı verdi” (sf. 108).

Menemen Olayı, "reformların sığ, köksüz tabiatını gözler önüne serdi ve kendiliklerinden toplumda kök salamayacağının işaretini verdi" (Ahmad, 2007:108). Bir milliyetçiden çok bir vatansever olan Atatürk, lâikliğin din düşmanlığı olmadığını ve dinin sadece devletin kontrolünde olduğunun açıklanmasının gerektiğini fark etti. İtalya ve Almanya'daki faşist rejimlerin aksine daha ılımlı bir politika izlemeye özen gösterdiğine dair işaretleri paylaşan Ahmad, solcuların bile kendilerini Mustafa Kemal'i överken bulduklarını aktarır (sf. 111).

Kurulduğunda kibrit üretemeyen Türkiye, hızla sanayileşmeye başladı. Kendini doyurabilir hâle geldi. Halk meslek sahibi olmaya başladı. "Her ne kadar yaşamı boyunca bunların hepsini tam olarak kullanmadıysa da, Atatürk siyâsî partiler, sendikalar, hür bir basın, ifade özgürlüğü gibi liberal kurumların mantığını kabul etti" (sf. 113).

Çok partili yıllar

“Çok Partili Siyaset ve Demokrasiye Doğru” başlığı, 1938-1960 yıllarını içeriyor beşinci bölümde. Celal Bayar'ın Atatürk tarafından Başbakan seçilmesi, Atatürk'ün ölümünden sonra Cumhurbaşkanının Bayar olmasını düşündürmüştü. İnönü, Fevzi Çakmak'ın desteğiyle Türkiye'nin İkinci Cumhurbaşkanı seçildi. Atatürk'ün karizmatik kişiliğinin yanında İnönü sönüktü.

İnönü, öncelikle siyâsî sürgünleri Türkiye'ye döndürdü. Böylece siyâsî bir güç edinecekti. Liberalleşmeyi sürdürdü, Meclis içerisinde Hükûmet'e sâdık yeni bir oluşuma izin verdi. Ancak bu, kâğıt üzerinde kaldı. Hitler ve Stalin, Atatürk'ten sonra İnönü'nün siyâsî otoriteyi sağlayamayacağını düşünmüşlerdi, ancak İnönü bu konuda ihtiyatlıydı. İkinci Dünya Savaşı başladığında tarafsız kalarak Cumhuriyet'i tehlikeye atmamaya karar verdi. Avrupa'daki savaş, Türkiye ekonomisini de etkiledi.

İnönü, Millî Koruma Kanunu’nu yürürlüğe koydu. Ancak bu yeterli olmayınca çıkardığı Vergi Kanunu ile tartışma yarattı. Amaç, savaştan kazanç elde edenlerden vergi almaktı. Ancak vergi miktarları tüccarların dinlerine göre farklılık arz ediyordu. Gayr-ı Müslimler varlıklarını satmak zorunda kaldılar. 1942'de ekmek karneye bağlanacak kadar darboğaza girildi. Bürokrasi hariç tüm sınıfların memnuniyetsizlikleri artıyordu:

"Ocak 1945'te Toprak Reformu Tasarısı ülkedeki düşünce sahiplerini iki kutba ayırdı. Devletçiler toprağın yeniden dağıtılmasını, toprak ağalarının siyâsî ve iktisadî güçlerini kırmak, Türkiye'yi Balkan devletlerine benzer bir bağımsız küçük toprak cumhuriyetine dönüştürmek istiyordu. Kanun yasalaşsa da, CHP'de işadamı ve bankacı Celal Bayar, bir bürokrat olan Refik Koraltan, bir profesör olan Fuat Köprülü, toprak ağası olan Adnan Menderes, özel mülkiyetin çiğnenmesine karşı çıkarak çok partili siyasal sistemin kurulması ve demokrasinin uygulanması çağrısı yaptılar. Muhaliflerden üçü ihraç edildi, Bayar ise istifa etti. Ayrılanlar, Demokrat Parti’yi kurdu.


İnönü, Demokrat Parti'nin Anadolu örgütlenmesine fırsat vermeden Seçim Kanunu da değiştirerek, 1947'deki seçimi öne çekip 1946'da erken seçime gitti. Beklediği gibi oldu ve çoğunluğu elde ederek hükûmeti kurdu. Ekonomik krizler birbirini takip etti. Enflasyonun başlaması hükûmeti zor durumda bıraktı. Ezan Türkçe okunuyordu. İnönü, Müslümanlara karşı daha ılımlı olabileceğine dair bir profil çiziyordu. 1950'de yapılacak seçimde üstünlük sağlayacağını düşünerek girdi seçimlere. Ancak  seçmenler “CHP'ye kahredici bir darbe indirdiler ve Demokratları ezici bir çoğunlukla iktidara getirdiler” (sf. 126).

"Müdahaleci devleti sınırlandırmak, bireysel hak ve özgürlükleri geliştirmek" amacıyla iktidara gelen Demokrat Parti, kısıtlayıcı 1924 Anayasası'nı kullanıyordu ve Soğuk Savaş’ın tüm olumsuz etkileri Türkiye'de de görülüyordu.

1952'de NATO'ya tam üye olan Türkiye'de, Demokratların iktidara gelmesiyle doğan büyük umutlar kısa sürede yerini hayâl kırıklığına bıraktı. Demokrat Partililer, çoğunluğun desteğini alarak her şeyi yapabileceklerine inanıyorlardı. Politikaları, "Kemalist 'Halk için halka rağmen' düsturu ile uyumluydu" (sf. 132).

Halk Partililer, partinin mal varlığına el konulması tehdidiyle baskı altında tutuldular. Soğuk Savaş gerekçe gösterilerek tüm sol girişimlere yasak getirildi. Anayasa metni Osmanlılaştırılarak Osmanlı’nın geçmişiyle yakınlık kuruldu. Ezanın yeniden Arapça okunmasına izin verildi. Menderes'in önceliği, Türkiye'nin hızlı büyümesiydi ve bunun için her şeyden önemli olan siyâsî iktidar otoritesinin gücünü korumaktı. Bundan dolayı anti-demokratik uygulamaları değiştirmek gibi işlerle uğraşmak istemedi. Böylece ne muhalefeti, ne de muhalefetin eleştirilerini ciddiye aldı. Onu asıl tedirgin eden, parti içi muhalefetti: “Gücü artıkça eleştirileri görmezden gelmeye başladı ve kendi partisi içindeki demokrasiyi boğdu.”

1950'deki yenilgisinden sonra İnönü siyaset sahnesinden ayrılsaydı, Ahmad'a göre her çok farklı olabilirdi. Ancak devletin aygıtlarının -bürokrasi, yargı, ordu- hâlâ İnönü'nün etkisinde olduğundan şüphelenerek, Demokratlar, "İnönü muhalefet lideri olduğu sürece iktidarda rahat olamayacakları fikrine dayalı mantıksız bir korkuya kapıldılar" (sf. 135).

Menderes, Rusya ile ilişkilerini düzeltmesi gerektiğini geç fark etti. Daha liberal bir politika izlemesini bekleyen aydınların desteğini yitirdi. Diğer yandan, "askerî harcamaları, bütçe daha büyük bir artı verene kadar bekletmek durumundaydı" (sf. 142). “Ordu, hem ekonomik anlamda sıkıntı yaşıyor, hem de toplum içerisinde itibarsızlaştırılıyor” gerekçesiyle rahatsızlığını dile getiriyordu. Sorunlar bir türlü aşılamadı. Aydınların da desteği ile asker devrim yaptı ve gayr-i hukukî bir mahkeme tarafından yargılanan Menderes, asılarak idam edildi.

Askerî vâsiler

1960-1980 yılları arası, “Askerî Vâsiler” olarak ayrılan altıncı bölüm, cunta yönetimi ile başlıyor. Seri bir şekilde Millî Birlik Komitesi'nin kurulmasının ardından radikallerin Komite içinden temizlenmesiyle 27 Mayıs Hareketi'nin nasıl bir “Aydınlar Devrimi”ne dönüştüğü anlatılıyor.

“Demokrat Parti etkinliğini yitirmiş, CHP ise iktidar dışında kaldığı süre içerisinde yapacağı reformları tasarlamıştı. Yasaların yasallığını denetleyecek bir Anayasa Mahkemesi kurulacak ve özgürlükler arttırılacaktı. Millî Birlik Komitesi, geçici bir anayasa ile 1960'ta meşrulaştırılan bir geçici hükûmete dönüştü. Radikallerin uzaklaştırılması, burjuvaziyi memnun etmişti.

Uzaklaştırılanlar, iki başarısız darbe girişiminde bulundular. Hazırlanan yeni anayasa 1961'de halka sunuldu ve halkın yüzde kırkının karşı çıkmasına rağmen çoğunlukla kabul edildi. Millet Meclisi ve Üst Senato'dan oluşan Meclis, Cemal Gürsel'i Cumhurbaşkanı seçti. Silahlı Kuvvetler özerkliğe kavuşturulurken, devlet de sosyal devlete dönüşmüştü. Generaller, sistemi tehdit ettikleri gerekçesiyle sol hareketlerden hoşlanmıyorlardı. Ekonomik tedbir ve kararlarla ülke ekonomisinin gelişmesi için seri ancak orta vadeli kararlar alınıyordu. Sanayileşmeyle birlikte kentleşme oranı artıyor, bu da toplumsal yapıyı değiştiriyordu.

Burjuvazinin desteği ve baskısıyla Türk Sanayiciler ve İşadamları Derneği kuruldu. Radyo ve televizyon yaygınlaştı. Tekelciliğin ekonomik anlamda verdiği zararlar sonucu iflaslar artıyor ve ekonomik istikrasızlık, beraberinde siyasal durumu da olumsuz etkiliyordu. Siyâsî partilerin kurulması ve ilk seçimlerden sonra tek başına hükûmet kuracak yeterliliğe sahip olunamaması, koalisyonlar dönemini başlattı. 1960-1961 yılları arasında üç koalisyon hükûmeti kuruldu, ancak başarı sağlanamadı.

1961 Anayasası, Türkiye'nin dışa doğru siyasal pratikleri beraberinde getirdi. 1960 yılında ortaya çıkan Kıbrıs Sorunu, o yıllarda çözüme kavuşturulmuş görünse de, 1963-1964 yıllarında adadaki Rumlar ve Türkler arasında şiddetli çatışmalar başladı. Çözüme dair öneriler sonuçsuz kaldı. Amerika'nın özellikle müdâhil olup baskınlık kurması, Türkiye'de değişik gösterilerin yapılmasına sebep oldu. Olaylar 1971 Askerî Müdahalesi’ne kadar sürdü. Ancak bu gelişmeler, halkın milliyetçi duygularını kabarttı. Amerikan karşıtı solcularla sağa yönelen milliyetçiler arasında sürekli çatışmalar çıktı.

1965'te iktidara gelen Demirel, Amerika ile ilintili olduğu hâlde tüm bu sorunlarla baş etmek durumunda kaldı. Diğer yandan Avrupa'daki işçi hareketleri Türkiye'deki işçileri de cesaretlendirmiş ve sendikalardan ayrılan işçiler, hükûmete karşı bir tehdit olarak baş gösterir olmuşlardı.

1969 Seçimleri’nden sonra siyâsî bölünmeler yaşandı. Türkeş (MHP'de) hem tekelci kapitalizme, hem komünizme karşı olduğunu söyleyen bir aşırı milliyetçiydi, Feyzioğlu (GP'de) basitçe ortanın sağındaydı ve sundukları, Demirel'den çok farklı değildi, Erbakan (MNP'de) sermaye tekellerini Hıristiyan/Yahudi Batı'nın uşakları olarak tanımlayan 'İslâmî' jargonu kullanıyordu (sf. 163)”.


“Bu küçük partiler, bu yıllarda sadece birer koalisyon ortağı olarak işlev gördüler. Özellikle üniversitelerdeki gençlerin taşkın hareketleri gerginliği gittikçe tırmandırıyordu. 1970'de solun asker içerisindeki ilişkileri biliniyordu. Bazı askerlerin tasfiyesi sonucunda generaller, “emir-komuta zinciri”nin dışındaki subaylardan bir müdahale tehdidi vardı ve generaller önce davranarak kendi reform programlarını uygulayıp radikalleri bastırmaya karar verdiler (sf. 165)”.

“Her bir aşırı grubun taşkınlıklarıyla baş edemeyen Demirel'in kendi grubundan açıktan destek istemesi, askeri harekete geçirdi. 12 Mart 1971'de dört önemli general (Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Komutanları)i dönemin Cumhurbaşkanı’na, Meclis ve Senato Başkanlarına birer muhtıra sundular. Demirel, mecburen istifa etti. Böylece yeni cunta, partiler üstü sivil ve muhafazakâr bir meclisle çalışmaya karar verdi (sf. 166)”.

Prof. Dr. Nihat Erim, 1973'teki seçimlere kadar iki kez kabine kurdu. Yedi ilde sıkıyönetim ilân edildi. Siyâsî hayat devre dışı bırakıldı. Toplantı ve seminerlere izin verilmedi. Bazı gazetelerin yayını durduruldu ve yetkililerin belirlediği kitapların satışına yasaklar getirildi. Tehdit olarak görülen gazeteci ve aydınlar tutuklanarak işkence gördüler. İşkence sıradanlaştı. 61 Anayasası'nda değişiklikler yapılarak seçime gidildi.

6 Nisan 1973'te Fahri Korutürk, Cumhurbaşkanı seçildi. İsmet İnönü, CHP liderliğini Ecevit'e kaptırdı. Yine 1973'te seçime gidildiğinde, CHP, kendisinden hiç beklenmedik bir şekilde oyların yüzde 33'ünü almıştı. AP ikinci, MSP üçüncü parti olmuştu. İlk koalisyon CHP ve MSP arasında kuruldu. 1974'teki Kıbrıs Sorunu'nun çözüme kavuşturulmasında etkin rol oynayan Ecevit, bir anda halkın kahramanı hâline geldi. Erken seçime giderse tek başına iktidar olacağını düşünen Ecevit'in sağ partilerce kabul edilmeyen istifa girişimi, siyâsî istikrarsızlığın istikrarı oldu âdeta. Ecevit ne reformları hayata geçirebilmişti, ne de asayişi sağlayabilmişti.

Papa'ya karşı suikast girişimi ve Alevîlere karşı saldırıların artması, gerilimi tırmandırdı. Güneydoğu Anadolu kontrol altına alınsa da generaller teröristlere karşı başarılı olamadılar. CHP, 1980 öncesi girdiği iki seçimden oy kaybederek çıktı.

İran İslâm Devrimi ve Sovyet Rusya'nın Afganistan'a müdahalesi, Türkiye'nin bölgedeki stratejik önemini arttırdı. Ancak Washington, Türkiye'nin Demirel yönetiminde bölgede istikrarlı bir müttefik olamayacağına hükmetti. Bunu sadece askerler sağlayabilirdi. Amerika'nın Yunanistan'a yaklaşması, Türkiye'nin Batı'ya endekslenmesine sebep oldu. Artan ekonomik krizler, IMF'nin programını gündeme getirdi. Ne var ki, ekonomik danışman olarak atanan Turgut Özal, askerlere, ekonomik reformların hayata geçirilmesi için siyasetin engel olduğunu söyledi. Konya'da yaşanan olaylar bahane edilerek siyasal hayat felç edilmişti. Böylelikle 12 Eylül 1980'de generaller, bir kez daha duruma müdahale edip yönetime el koydular.

Türkiye’nin küreselleşmeye ayak uydurması

Yedinci bölüme gelindiğinde, Ahmad 1980-2006 yıllarını "Ordu, Partiler ve Küreselleşme" başlığı altında aktarıyor. Bu bölümde, yaşlarımız itibariyle bildiklerimizden farklı bir şey söylemiyor Ahmad. ABD güdümündeki 80 Darbesi, Özal'ın 83'te tek parti olarak iktidara gelmesi, siyâsî yasaklıların siyasete dönmesi, yönetimi askere bırakıp ekonomik gelişmelere odaklanan Özal'ın oy oranının gittikçe düşmesi, Kenan Evren'den sonra Cumhurbaşkanı olması, kendisinin partisinden ayrıldıktan sonra Anavatan Partisi'nin eski gücüne bir daha dönememesi, koalisyonlar ve ekonomik sorunların derinleşmesi konuları enine boyuna işleniyor.

Özal'ın ânî ölümüyle Demirel'in Cumhurbaşkanı olmasının ardından Anavatan'ın olduğu gibi Doğru Yol Partisi'nin de günbegün erimesi sonucu, koalisyonların devam etmesi, Çiller'le Erbakan'ın kurduğu koalisyonda Erbakan'ın Başbakan olduğu dönemde İslâmî ülkelerle girdiği yakın temas ve en son, ticarî işbirliğinin gelişmesi için Tunus'a yaptığı seyahat sonucu çektiği tepkiler aktarılıyor. 28 Şubat 1997 tarihinde, Millî Güvenlik Kurulu’nda, Erbakan'ın, “siyasal İslâm'ın Kürt milliyetçiliğinden bile daha tehlikeli olduğuna dair” hazırlanan yirmi maddelik önlem plânının altını imzalamak durumunda kalması, bundan sonra istifa etmesi, hükûmet kurma görevinin Mesut Yılmaz'a verilmesi, nihayet 1999 Seçimleri’nde yeniden Ecevit başkanlığında ve bu kez üçlü bir koalisyon hükûmetinin kurulması, ülkenin tüm bu istikrarsızlıklardan kaynaklı derinleşen ekonomik krizleri de bir bir işleniyor.

AB üyeliğine ağırlık verilmesi, partilerin kapatılması ve buna dair tepkiler, AB müzakerelerinde Güneydoğu Anadolu'daki Kürt sorunu ile baş etmede insanlık dışı muameleler uygulandığına dair yaptırımlar, tüm bu koalisyonların sonunu getiriyor.

2002 yılında, 3 Kasım Pazar günü yapılan seçimlerde, AK Parti yüzde 34 oy alarak tek başına hükûmet kurma yetkisine de kavuşmuş oluyor. Bu süreci 2006'daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesine kadar kitabına alan Ahmad, son olarak AK Parti Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nın Cumhurbaşkanlığı seçimlerine girmesi durumunda AK Parti'nin de akıbetinin Anavatan ve Doğru Yol partileri gibi olacağına dair öngörüsüyle bitiyor çalışmasını.

Sonuç ve değerlendirme

Bu yazı, her ne kadar bir kitap değerlendirmesi olarak yazılmaya başlanmışsa da, genel anlamda kitabın sadece bir özetini sunmakta. Başka araştırmacıların, kitapta geçen olaylara ilişkin değerlendirmeleri eksik kalmıştır. Zira Ahmad bir tarihçidir ve kitabın -arka kapağındaki yorumlarında da belirtildiği üzere- kendine özgü analitik ve nesnel bir tarih kitabı olduğu açıktır.

1071'den 2006'ya kadar aktarılan tarihsel süreç, ölmek üzere olan birinin gözlerinin önünden hayatının bir film şeridi gibi geçtiği iddiasına benzer bir hızda geçmektedir. Dönem çok geniş olduğu için en önemli olaylar hızla, ancak yeteri açıklama yapılamadan geçilmiştir. Bu da okuru, döneme ait etraflı bir bilgiye sahip olmaması durumunda okuduklarını anlama ve birleştirme konusunda yetersiz bırakmaktadır.

Kitap, Feroz Ahmad'ın akademik yaşamının değil, âdeta ömrünün birikimini ustaca aktardığı bir eserdir. Sayfalar arasında atıfta bulunmaya ihtiyaç duymayacak kadar Türk tarihi uzmanıdır. Bu konudaki yetkinliğinin tartışma götürmeyeceği açıktır. Tarihçiler, tarihle ilgilenen sosyal bilimciler ve tarihe ilgi duyan kesimler için -abartısız- bir başyapıttır.

Kitap, Ahmad'ın, yazının başında belirtildiği gibi, Türkiye'ye yerleştikten sonra çıkardığı ilk kitabıdır. Ardından çıkardığı kitaplar da, bu kitaptaki bölümlerde verilen dönemleri genişleterek yayıma hazırladığı kitaplardır.

Yaşı hayli ilerlemiş olan yazarın daha uzun yıllar yaşamasını ve katkılarının devamını dilerim.