Fermantasyon ve reaksiyon

Bizim mayamızda insanın iki dünya saâdetini formülize etmiş 15 asırlık İslâm’ın, 1071’de “hak ile bâtıl”ın cenginden muazzam bir zaferle çıkarak tarihin seyrini değiştirmiş Malazgirt Meydan Muharebesi’nin, tüm tebaasını aynı hak ve hukukla adâlet üzere 623 yıl idâre ederek hüküm sürmüş Osmanlı Saltanatı’nın nüveleri var. Diyesim, her bir insanı diğerinden ayıran gen yapısı gibi, tarihten günümüze sirâyet eden irsî kodlarımız var.

AĞUSTOS güneşi tenimizi, orman yangınları ciğerlerimizi, şehit haberleri yüreğimizi yakarken, sel sularının ardında bıraktığı kederi ruhumuzun en derininde hissederken, takvimler kut/lu bir zaferin sene-i devriyesini hatırlatıyor bizlere…

Ferdî yazgımız ile coğrafî yazgımızın girift tecrübesinden seyrediyoruz hayatı. Parmak izlerimizin farklılığı nispetince değişiyor ibret okumalarımız.

Ne güzeldir ki, henüz materyalist düşüncenin mekanikleştirmeye güç yetiremediği basîret ve ferâseti ile okumalar yapan bir halkımız var.

Bu coğrafyanın kaderini kaderden, kederini kederden bilmeyi ve vatan sevdâsını ibâdetten saymayı şiar edinmiş milletimiz, gerek tarihî mirası, gerekse coğrafî konumu itibariyle sair topluluklardan farklı meziyetlere sahip…

Olup biteni merhametle seyredenlerimiz, vicdanen sancılananlarımız, doğru ile yanlışı ayırt etmek için çırpınanlarımız olduğundandır yaşanan bâdireler sonrasında bir kütüğün şıvgın vermesi gibi yeniden yeşermelerimiz, ateşte yanıp örste dövülen çelik gibi keskinleşmelerimiz…

Bir de maya meselesi var ki, toplulukların kaderini ve kederini aynı denklem içine alıp, çözüm formüllerini tüm bilimsel normlara rağmen değişkenlik arz etmesini kaçınılmaz kılıyor. Kişiler gibi topluluklar da gelenek ve görenekleriyle birlikte yöneticilerinin tarih yazmak yerine, zulmün tarihini yazmış olmalarından kaynaklanan bir akıl tutulması ile yitirilmiş “insanî” vasıflarını insanlığa “insan” zannı ile servis etmelerini sağlıyor.

Dünya okumalarımı, insanı anlama çabamı hep bu “maya” kabulüm üzerinden sürdüğümden, Türk milletinin ruhunu şekillendiren İslâm Medeniyeti ve coğrafyamızı kucaklayarak kıtalar ötesine taşıyan Osmanlı Medeniyeti ile doğrudan ilişkisi olduğuna -adım kadar- emin oluyorum.  

Böylesi evrensel, böylesi uzun soluklu ve topluluklar üzerinde etkili tarihî bir maya çalınmasaydı ruhumuza, “bir üzüm hikâyesi”nde olduğu gibi insan olmaklığımızın ne’liğine, ne ile beslenince nasıl şekillendiğine dair emin kararlarımız olamayacaktı.

Kısa ve/fakat ikna noktasında evrensel ahlâk normları barındıran ve aklı evvelleri, kalbi evvelleri, ilmi evvelleri şaşkına uğratan üzümün ibretlik hikâyesine bakalım şimdi…

Hazreti Ali (ra), bir Hıristiyana misafir olur. Ev sahibi üzüm ikram eder. Afiyetle yerler.

Misafirini memnun etmek isteyen cömert ev sahibi, sohbetin bir yerinden sonra şarap ikram eder.

Hazreti Ali, “Haramdır!” der.

Hıristiyan ev sahibi şaşırır ve hemen sorar: “Siz Müslümanlara şaşarım. Üzüm helâl, içki haram. Hâlbuki bu, bundan yapılıyor.”

Hazreti Ali cevap vermeden önce iki soru sorar: “Eşin var mı?”

Hıristiyan ev sahibi cevaplar: “Var.”

İkinci soru şöyledir: “Kızın var mı?”

Ev sahibi, “O da var” der.

“İkisi de gelsin buraya” der Hazreti Ali.

Ev sahibinin eşi ve kızı gelince, Hazreti Ali (ra), “İşte bu iki hanımdan biri kızın, diğeri eşindir. Ama görüyorsun ki, Allah (Celle Celâluhû) annesini sana helâl, kızını ise haram kılmıştır” der.

Hıristiyan ev sahibi, şaşkınlığın başka bir evresinde kıvranan aklının cevapsızlığıyla kâni olur ve “Şehâdet ederim ki, Allah birdir ve Muhammed O’nun Resûlüdür ve Sen, O’nun halîfesisin” deyip elinden öperek Müslüman olur.

Bu basîret açıcı örnekte olduğu gibi, toplumların ne’liğinden ziyâde ne ile fermente edilmeye çalışıldığının ayırdına vardığımızda, inanıyorum, değişecek yazgımız.

“Bize hangi maya çalınmış? Kodlarımıza sirâyet eden nedir?” sorularına vereceğimiz cevap ile üzüm kadar helâl, şarap kadar yasaklı varlığımızla bir menkıbenin içinden geçiyor olacağız.

Mayasını taşıdığımız kimyanın mâziden şimdiki âna ve sonrasına sirâyet eden etkisidir toplum kimyamızı şekillendiren. Bir redoks denklemi gibi… Reaksiyona giren ile reaksiyon sonrası çıkan sonuç; yok olmayan fakat değişerek kimlik değiştiren elementlerin serüveninden pek farklı değil toplumların kültürel reaksiyonlar neticesinde bireylerin yani ki insanın ruhunda oluşan reaksiyon.

Tarihi böyle okuduğumuzda, bu cennet vatanı vatan yapan, bayrağını göklerde özgürce dalgalandıran milletimizin kaderini şekillendiren mayamızın farkına varabiliriz. Ne ile mayalanmış isek onun vasıfları ile donandığımızı unutmadığımızda dimdik durabiliriz.

Bizim menkıbemiz başka! Tarihimiz başka! İnsanlık adına ahkâm kesip yasa yaparak evrensel şartlar oluşturanların mâzisi ve mayası arasındaki farktan mülhem kavruluyor dünya. Zulüm kol geziyor, zalim kendini güçlü sanıyor…

İşte yakındır, Bizans’a diz çöktüren, Anadolu’yu bize vatan yapan Alp Arslan’ın ve Türk ordularının 1071 zaferinin sene-i devriyesi (26 Ağustos 1071).

Malazgirt Muharebesi’ndeki başarısı ile mayalanmış bu aziz millet, küçük birer dünya olan her insanın, dolayısıyla tüm insanlığın saâdetini sağlayacak kodlara haizdir. Etkindir, yetkindir ve mayalandığı zaferlerle yeni zaferlere erişecek kimliktedir.

Çünkü bizim mayamızda insanın iki dünya saâdetini formülize etmiş 15 asırlık İslâm’ın, 1071’de “hak ile bâtıl”ın cenginden muazzam bir zaferle çıkarak tarihin seyrini değiştirmiş Malazgirt Meydan Muharebesi’nin, tüm tebaasını aynı hak ve hukukla adâlet üzere 623 yıl idâre ederek hüküm sürmüş Osmanlı Saltanatı’nın nüveleri var.

Diyesim, her bir insanı diğerinden ayıran gen yapısı gibi, tarihten günümüze sirâyet eden irsî kodlarımız var. Ve işte bu irsî ve ırki kodların doğru okunması netîcesinde müreffeh bir gelecek tanzim ve tesis edilmesi ne de mümkün!

1071’de, Malazgirt ovasında, Bizans ordusundan ayrılarak Alp Arslan’ın ordusuna katılmış Türk soyundan gelen Uzlar, Peçenekler, Kıpçaklar ve de Acem diyarından Müslüman Kürt kardeşlerimizle bugün bu peygamberler diyarı olan ve adâletli zaferlerin yaşandığı bu topraklarda zafer kodlarımızla bir aidiyet geliştirdiğimizde, silahları gömmek yerine gencecik şehit bedenlerinin gömülmesine “Dur” dediğimizde değişecek dünya.

Böyle inandığımızda, bugünkü yazgımıza tesir eden zaferler uyanacak ruhumuzda. Asırlar ötesinden seslenen âyetler yeniden inecek hayatın tam kalbine, Peygamberimizin ahlâkı yeniden sirâyet edecek hepimize… 

Her birimiz “El-Emîn” olarak anıldığımızda tesis edilecek “güven”. Aldatmayacağımız gibi aldanmayacağız da. Anlayacağız mâzimizi anladığımız nispette; anlatacağız dünyaya varlığımızın gayesini…

Bu yıl, 26 Ağustos’ta bin yıllık zafer onuruyla uyanalım inşallah. Ve bin yıl sonra hayırla yâd edilenlerden olalım!