AĞUSTOS güneşi tenimizi,
orman yangınları ciğerlerimizi, şehit haberleri yüreğimizi yakarken, sel
sularının ardında bıraktığı kederi ruhumuzun en derininde hissederken,
takvimler kut/lu bir zaferin sene-i devriyesini hatırlatıyor bizlere…
Ferdî
yazgımız ile coğrafî yazgımızın girift tecrübesinden seyrediyoruz hayatı.
Parmak izlerimizin farklılığı nispetince değişiyor ibret okumalarımız.
Ne
güzeldir ki, henüz materyalist düşüncenin mekanikleştirmeye güç yetiremediği
basîret ve ferâseti ile okumalar yapan bir halkımız var.
Bu
coğrafyanın kaderini kaderden, kederini kederden bilmeyi ve vatan sevdâsını ibâdetten
saymayı şiar edinmiş milletimiz, gerek tarihî mirası, gerekse coğrafî konumu itibariyle
sair topluluklardan farklı meziyetlere sahip…
Olup
biteni merhametle seyredenlerimiz, vicdanen sancılananlarımız, doğru ile
yanlışı ayırt etmek için çırpınanlarımız olduğundandır yaşanan bâdireler sonrasında
bir kütüğün şıvgın vermesi gibi yeniden yeşermelerimiz, ateşte yanıp örste
dövülen çelik gibi keskinleşmelerimiz…
Bir
de maya meselesi var ki, toplulukların kaderini ve kederini aynı denklem içine
alıp, çözüm formüllerini tüm bilimsel normlara rağmen değişkenlik arz etmesini
kaçınılmaz kılıyor. Kişiler gibi topluluklar da gelenek ve görenekleriyle
birlikte yöneticilerinin tarih yazmak yerine, zulmün tarihini yazmış
olmalarından kaynaklanan bir akıl tutulması ile yitirilmiş “insanî” vasıflarını
insanlığa “insan” zannı ile servis etmelerini sağlıyor.
Dünya
okumalarımı, insanı anlama çabamı hep bu “maya” kabulüm üzerinden sürdüğümden, Türk
milletinin ruhunu şekillendiren İslâm Medeniyeti ve coğrafyamızı kucaklayarak kıtalar
ötesine taşıyan Osmanlı Medeniyeti ile doğrudan ilişkisi olduğuna -adım kadar-
emin oluyorum.
Böylesi
evrensel, böylesi uzun soluklu ve topluluklar üzerinde etkili tarihî bir maya
çalınmasaydı ruhumuza, “bir üzüm hikâyesi”nde olduğu gibi insan olmaklığımızın
ne’liğine, ne ile beslenince nasıl şekillendiğine dair emin kararlarımız
olamayacaktı.
Kısa
ve/fakat ikna noktasında evrensel ahlâk normları barındıran ve aklı evvelleri,
kalbi evvelleri, ilmi evvelleri şaşkına uğratan üzümün ibretlik hikâyesine
bakalım şimdi…
Hazreti
Ali (ra), bir Hıristiyana misafir olur. Ev sahibi üzüm ikram eder. Afiyetle
yerler.
Misafirini
memnun etmek isteyen cömert ev sahibi, sohbetin bir yerinden sonra şarap ikram
eder.
Hazreti
Ali, “Haramdır!” der.
Hıristiyan
ev sahibi şaşırır ve hemen sorar: “Siz Müslümanlara şaşarım. Üzüm helâl, içki
haram. Hâlbuki bu, bundan yapılıyor.”
Hazreti
Ali cevap vermeden önce iki soru sorar: “Eşin var mı?”
Hıristiyan
ev sahibi cevaplar: “Var.”
İkinci
soru şöyledir: “Kızın var mı?”
Ev
sahibi, “O da var” der.
“İkisi
de gelsin buraya” der Hazreti Ali.
Ev
sahibinin eşi ve kızı gelince, Hazreti Ali (ra), “İşte bu iki hanımdan biri
kızın, diğeri eşindir. Ama görüyorsun ki, Allah (Celle Celâluhû) annesini sana
helâl, kızını ise haram kılmıştır” der.
Hıristiyan
ev sahibi, şaşkınlığın başka bir evresinde kıvranan aklının cevapsızlığıyla kâni
olur ve “Şehâdet ederim ki, Allah birdir ve Muhammed O’nun Resûlüdür ve Sen, O’nun
halîfesisin” deyip elinden öperek Müslüman olur.
Bu
basîret açıcı örnekte olduğu gibi, toplumların ne’liğinden ziyâde ne ile
fermente edilmeye çalışıldığının ayırdına vardığımızda, inanıyorum, değişecek
yazgımız.
“Bize
hangi maya çalınmış? Kodlarımıza sirâyet eden nedir?” sorularına vereceğimiz
cevap ile üzüm kadar helâl, şarap kadar yasaklı varlığımızla bir menkıbenin
içinden geçiyor olacağız.
Mayasını
taşıdığımız kimyanın mâziden şimdiki âna ve sonrasına sirâyet eden etkisidir
toplum kimyamızı şekillendiren. Bir redoks denklemi gibi… Reaksiyona giren ile
reaksiyon sonrası çıkan sonuç; yok olmayan fakat değişerek kimlik değiştiren
elementlerin serüveninden pek farklı değil toplumların kültürel reaksiyonlar
neticesinde bireylerin yani ki insanın ruhunda oluşan reaksiyon.
Tarihi
böyle okuduğumuzda, bu cennet vatanı vatan yapan, bayrağını göklerde özgürce
dalgalandıran milletimizin kaderini şekillendiren mayamızın farkına
varabiliriz. Ne ile mayalanmış isek onun vasıfları ile donandığımızı
unutmadığımızda dimdik durabiliriz.
Bizim
menkıbemiz başka! Tarihimiz başka! İnsanlık adına ahkâm kesip yasa yaparak evrensel
şartlar oluşturanların mâzisi ve mayası arasındaki farktan mülhem kavruluyor
dünya. Zulüm kol geziyor, zalim kendini güçlü sanıyor…
İşte
yakındır, Bizans’a diz çöktüren, Anadolu’yu bize vatan yapan Alp Arslan’ın ve
Türk ordularının 1071 zaferinin sene-i devriyesi (26 Ağustos 1071).
Malazgirt
Muharebesi’ndeki başarısı ile mayalanmış bu aziz millet, küçük birer dünya olan
her insanın, dolayısıyla tüm insanlığın saâdetini sağlayacak kodlara haizdir.
Etkindir, yetkindir ve mayalandığı zaferlerle yeni zaferlere erişecek
kimliktedir.
Çünkü
bizim mayamızda insanın iki dünya saâdetini formülize etmiş 15 asırlık İslâm’ın,
1071’de “hak ile bâtıl”ın cenginden muazzam bir zaferle çıkarak tarihin seyrini
değiştirmiş Malazgirt Meydan Muharebesi’nin, tüm tebaasını aynı hak ve hukukla adâlet
üzere 623 yıl idâre ederek hüküm sürmüş Osmanlı Saltanatı’nın nüveleri var.
Diyesim,
her bir insanı diğerinden ayıran gen yapısı gibi, tarihten günümüze sirâyet
eden irsî kodlarımız var. Ve işte bu irsî ve ırki kodların doğru
okunması netîcesinde müreffeh bir gelecek tanzim ve tesis edilmesi ne de
mümkün!
1071’de,
Malazgirt ovasında, Bizans ordusundan ayrılarak Alp Arslan’ın ordusuna katılmış
Türk soyundan gelen Uzlar, Peçenekler, Kıpçaklar ve de Acem diyarından Müslüman
Kürt kardeşlerimizle bugün bu peygamberler diyarı olan ve adâletli zaferlerin
yaşandığı bu topraklarda zafer kodlarımızla bir aidiyet geliştirdiğimizde, silahları
gömmek yerine gencecik şehit bedenlerinin gömülmesine “Dur” dediğimizde değişecek
dünya.
Böyle
inandığımızda, bugünkü yazgımıza tesir eden zaferler uyanacak ruhumuzda.
Asırlar ötesinden seslenen âyetler yeniden inecek hayatın tam kalbine,
Peygamberimizin ahlâkı yeniden sirâyet edecek hepimize…
Her
birimiz “El-Emîn” olarak anıldığımızda tesis edilecek “güven”. Aldatmayacağımız
gibi aldanmayacağız da. Anlayacağız mâzimizi anladığımız nispette; anlatacağız
dünyaya varlığımızın gayesini…
Bu
yıl, 26 Ağustos’ta bin yıllık zafer onuruyla uyanalım inşallah. Ve bin yıl
sonra hayırla yâd edilenlerden olalım!