Feodalizmden kapitalizme geçiş ya da bilim adına dine saldırmak

Osmanlı’nın Batı’da eğitim görmüş bir grup Batıcı aydını, pozitivizm ve ateizm adına İslâm dinine saldırmıştır. Ne yazık ki bu grup, etkisini Cumhuriyet döneminde de sürdürmüştür. Bu gruptan günümüze ulaşanlar da vardır. Acı olan, kapitalizmin yeni dünya düzeni kurarken daha önce feodalizmde yaşadığı Kilise ortaklığını reddeden anlayış ve algısının, bizde ise olduğu gibi kabul edilmesi ve bunun savunuculuğunun da kahramanca yapılmış olmasıdır.

SANAYİ Devrimi, başta feodalizm olmak üzere birçok şeyi ortadan kaldırmış, değiştirmiş ve dönüştürmüştür. Feodalizmin üreten serfler (köylü) üzerinde kurulu bir yapı olduğu, bu yapıda Kilise ve feodal beyin üretmeksizin üretimden pay aldığı söylenebilir.

Feodalizmin yapısı içinde, çalışmayan ancak çalışmayı ve feodal beye bağlılığı ile feodal beyi kutsallayan Kilise, hem serfler tarafından, hem de feodal beyler tarafından çok sevilen bir kurum değildi. Kilise’nin bu durumunun başta Engizisyon Mahkemeleri rezaleti ve insanların cadı olarak yakılması cinayetleri olmak üzere birçok nedeni vardı. Kilise feodal bey adına serflerin üzerinde hâkimiyet kurarken, serfler adına da feodal beyler üzerinde hâkimiyete sahipti. Güçlüydü, zâlimdi ve adâletsizdi.

Sanayi Devrimi’nin değiştirdiği, hatta ortadan kaldırdığı feodalizm, yerini yeni ekonomik düzen olan kapitalizme bırakırken, en radikal değişimi din alanında, daha doğrusu Kilise’nin bu durumu üzerinde gerçekleştirmiştir. Yeni düzende, Kautsky’nin Hıristiyanlığı bir proletarya hareketi olarak yorumlamış olmasına rağmen proleterleşen serfler öteden beri sevmedikleri Kilise’yi reddederken, burjuvazi de feodal beylerin Kilise sevmezliğini devralmıştır. Öte yandan Braudel’e göre kapitalizmin doğuşu, büyük tüccarlar olarak da sayılan daha çok Birinci François Fransa’sı ile İkinci Felipe İspanya’sının İtalyanları, Yahudiler, Ermeniler, Banyonlar, Parsiler, Rusya’da Raskolinikiler veya Müslüman Mısır’da Hıristiyan Kıptilerden oluşan “fetihçi azınlıklar”ın mârifetidir.[1] Her nasıl olmuş olursa olsun, yeni düzen içinde, karşılıklı örgütlenmeler sürerken güçlü burjuvazi zayıf proleterleri ezmiş ve Kilise, bu yapı içinde kendine yer bulamamıştır. Kilise’nin yokluğunda ya da güçsüzlüğünde, kaçınılmaz olarak, kitleleri inandıracak yeni bir fenomene ihtiyaç duyulmuştur.

Bu yeni fenomenin adı “bilim”dir. Daha çok A. Comte’nin pozitivist yaklaşımıyla, kitleler bilimi âdeta yeni bir din olarak kabule zorlanmıştır.[2] Bu süreçte E. Durkheim’in, dine rasyonellik içinde toplumun işlevi rolü vererek, dini, “emredilmiş veya yasaklanmış kutsal şeylerle ilgili inanç ve ameller manzumesi” olarak kabul etmiş olması, bilimin hâkim gücünü değiştirmemiştir.

Doğada olan her şeyin bilimle açıklanabileceği, toplumsal olayların ancak bilimle ortaya konacağı savı uzun süre Kilise’nin sesini kısmış ve kitleler bu yeni fenomen olan bilimin etrafında kenetlenmişlerdir. Bu süreçte, handiyse hayatta var olan her şey bilim tarafından ortaya konacak ve açıklanacaktır. Bilimin dışında olan ya da bilimin açıklayamadığı bazı şeyler (din, inanç ve benzeri) de olacaktır. Ancak onları da “hurâfe” ya da “dogma” yahut da “karanlık” olarak adlandırmak hem kolay, hem de reddedici bir tavır olmuştur.

Kaynağı Rönesans’a kadar uzanmış ve birçok kavramı Saint Simon tarafından kullanılmış olsa da pozitivizmi sistemleştiren, A. Comte olmuştur. Pozitivizmi, bilimi ve bilimsel bilgiyi tek geçerli bilgi türü olarak kabul eden bir akım olarak ifade etmek mümkündür.[3] Bu anlamda pozitivizme göre bilimin dışında her şey dogmadır; çünkü pozitivizme göre deneye ve gözleme dayanan bilgi esastır.[4]

Bilimin bu saltanatı, fizikçi A. Einstein’in İzâfiyet (Özel ve Genel Görelilik) Teorisi’ni ortaya koyduğu tarihe kadar sürmüştür. İzâfiyet Teorisi bilimin bu aldatıcı saltanatını sona erdirirken, bilimin bir din olarak algılanmasını da hükümsüz hâle getirmiştir. Bu durum Kilise’nin yeniden güçlenmesinin de başlangıcıdır. Geçmişten ders çıkarmayı iyi bilen ve yaşadığı güçsüzlüğün acısını unutmayan Kilise, bu yeni dönemde olabildiğince dikkatli ve stratejik davranmış ve Hıristiyanlaştırmaktan önce deizmi tesis etmeye çalışmıştır. Öte yandan Kilise’nin bu yeni durumda yeniden güçlenmesi ihtimâlini takip eden burjuvazi de boş durmamıştır. Burjuvazi de, din yerine kurduğu “bilim” fenomeninin İzâfiyet Teorisi ile çökmesi üzerine Kilise’nin gücünü daraltacak bir hamle yapmış ve kapitalizmin ruhunun ancak topyekûn Kilise’de değil, sadece Protestanlıkta olduğunu ortaya koymuştur. Bu durumun önderi olarak Weber’i saymak mümkündür.

Weber, kapitalizmin ruhunun Yahudilik olduğunu söyleyen Sombart’tan farklı olarak kapitalizmin ruhunun Protestanlıkta olduğu savını ortaya koymuştur. Rahmetli Cemil Meriç, Weber’le ilgili olarak şöyle yazmaktadır: “Weber’in hareket noktası ise şu: Avrupa dünyanın kâlbgâhı; insan bütün büyük fetihlerini Avrupa’nın kılavuzluğunda gerçekleştirmiştir. Öteki medeniyetler, birer emekleme, birer başlangıç, birer müsvedde. Avrupa’nın ayrıcı vasfı, akılcılık. Çağdaş tarihin mimarı, burjuvazi. Dünyanın başka ülkelerinde burjuvazi olmadığı için, Avrupa’nınkine benzeyen bir medeniyet de yok. Birçok ülkeler kapitalizmin eşiğine kadar gelmişler, fakat kapitalizme geçememişler. Sınaî kapitalizm, Protestan ahlâkının eseri. Acaba öyle mi? Weber’in Protestan ahlâkını yamamak istediği rasyonalite, irrasyonalitenin ta kendisi değil mi? İnsanı eşyalaştıran, insan haysiyetini sıfıra indiren bu ahlâk, kapitalizmin cinâyetleri ve âdilikleri üzerine örtülen bir şal.”[5]

Buradan tersinden yapılacak bir okuma yapılacaksa, kapitalizmin “din” olarak anladığının, “İnsanı eşyalaştıran, insan haysiyetini sıfıra indiren bu ahlâk, kapitalizmin cinâyetleri ve âdilikleri üzerine örtülen bir şal” olduğu da görülecektir.

Bütün bunları kaleme alışımızın nedeni, Batı’da yaşanan din ile ilgili kavganın hikâyesini yazmak değil elbette. Bunları kaleme alışımızın nedeni, Osmanlı’nın son döneminde ateizmi ve bilimi âdeta bir din olarak ortaya koymaya çalışanların beslendiği kaynağı ortaya koymaktır. Osmanlı’nın Batı’da eğitim görmüş bir grup Batıcı aydını, pozitivizm ve ateizm adına İslâm dinine saldırmıştır. Ne yazık ki bu grup, etkisini Cumhuriyet döneminde de sürdürmüştür. Bu gruptan günümüze ulaşanlar da vardır. Acı olan, kapitalizmin yeni dünya düzeni kurarken daha önce feodalizmde yaşadığı Kilise ortaklığını reddeden anlayış ve algısının, bizde ise olduğu gibi kabul edilmesi ve bunun savunuculuğunun da kahramanca yapılmış olmasıdır. Bizde bu saldırıyı, Batı’nın burjuvazisi ve kapitalizmi adına yapanların daha çok solcu ya da Marksist olması gariptir. Bu saldırıya uğrayan İslâm dininin “İkra” vahyinden günümüze kadar hiçbir döneminde, Batı’nın Kilise’sine benzer bir yaklaşımının olmamış olması da trajikomiktir.

Şimdi, bizde hâlâ bilimi bir din olarak algılayanların, hâlâ İslâm dinine hurâfe ya da dogma diye saldıranların, yayın organlarında (daha çok dergilerinde) yıllarca ve ısrarla deizmi savunanların kimin borazanı olduğu ve kim adına konuştuğu anlaşıldı mı?

 


[1] Braudel, F. (1993). Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm, XVXVIII. Yüzyıllar, Mübadele Oyunları, C.2 (Çev. M.A. Kılıçbay), Ankara: Gece Yayıncılık, ss. 139-141.

[2] Comte, A. (1986). Pozitivizm İlmihali (Çev.: P. Erman), İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.

[3] Ural, Ş. (2006). Pozitif Felsefe, 2.Baskı, İstanbul: Say Yayınları, ss. 47.

[4] Cornforth, M. (2009). Pozitivizme ve Pragmatizme Karşı Felsefeyi Savunmak (Çev.: T. Ok), İstanbul: Evrensel Basın Yayın, ss.40.

[5] Meriç, C. (2009). Bu Ülke, İstanbul: İletişim Yay., ss.158.