SANAYİ Devrimi, başta
feodalizm olmak üzere birçok şeyi ortadan kaldırmış, değiştirmiş ve dönüştürmüştür.
Feodalizmin üreten serfler (köylü) üzerinde kurulu bir yapı olduğu, bu yapıda Kilise
ve feodal beyin üretmeksizin üretimden pay aldığı söylenebilir.
Feodalizmin
yapısı içinde, çalışmayan ancak çalışmayı ve feodal beye bağlılığı ile feodal
beyi kutsallayan Kilise, hem serfler tarafından, hem de feodal beyler
tarafından çok sevilen bir kurum değildi. Kilise’nin bu durumunun başta
Engizisyon Mahkemeleri rezaleti ve insanların cadı olarak yakılması cinayetleri
olmak üzere birçok nedeni vardı. Kilise feodal bey adına serflerin üzerinde hâkimiyet
kurarken, serfler adına da feodal beyler üzerinde hâkimiyete sahipti. Güçlüydü,
zâlimdi ve adâletsizdi.
Sanayi
Devrimi’nin değiştirdiği, hatta ortadan kaldırdığı feodalizm, yerini yeni
ekonomik düzen olan kapitalizme bırakırken, en radikal değişimi din alanında,
daha doğrusu Kilise’nin bu durumu üzerinde gerçekleştirmiştir. Yeni düzende, Kautsky’nin Hıristiyanlığı
bir proletarya hareketi olarak yorumlamış olmasına rağmen proleterleşen
serfler öteden beri sevmedikleri Kilise’yi reddederken, burjuvazi de feodal
beylerin Kilise sevmezliğini devralmıştır. Öte yandan Braudel’e göre
kapitalizmin doğuşu, büyük tüccarlar olarak da sayılan daha çok Birinci François
Fransa’sı ile İkinci Felipe İspanya’sının İtalyanları, Yahudiler, Ermeniler,
Banyonlar, Parsiler, Rusya’da Raskolinikiler veya Müslüman Mısır’da Hıristiyan
Kıptilerden oluşan “fetihçi azınlıklar”ın mârifetidir.[1] Her
nasıl olmuş olursa olsun, yeni düzen içinde, karşılıklı örgütlenmeler sürerken
güçlü burjuvazi zayıf proleterleri ezmiş ve Kilise, bu yapı içinde kendine yer
bulamamıştır. Kilise’nin yokluğunda ya da güçsüzlüğünde, kaçınılmaz olarak, kitleleri
inandıracak yeni bir fenomene ihtiyaç duyulmuştur.
Bu
yeni fenomenin adı “bilim”dir. Daha çok A. Comte’nin pozitivist yaklaşımıyla,
kitleler bilimi âdeta yeni bir din olarak kabule zorlanmıştır.[2] Bu
süreçte E. Durkheim’in,
dine rasyonellik içinde toplumun işlevi rolü vererek, dini, “emredilmiş veya
yasaklanmış kutsal şeylerle ilgili inanç ve ameller manzumesi” olarak kabul
etmiş olması, bilimin hâkim gücünü değiştirmemiştir.
Doğada olan her şeyin
bilimle açıklanabileceği, toplumsal olayların ancak bilimle ortaya konacağı
savı uzun süre Kilise’nin sesini kısmış ve kitleler bu yeni fenomen olan
bilimin etrafında kenetlenmişlerdir. Bu süreçte, handiyse hayatta var olan her
şey bilim tarafından ortaya konacak ve açıklanacaktır. Bilimin dışında olan ya
da bilimin açıklayamadığı bazı şeyler (din, inanç ve benzeri) de olacaktır.
Ancak onları da “hurâfe” ya da “dogma” yahut da “karanlık” olarak adlandırmak
hem kolay, hem de reddedici bir tavır olmuştur.
Kaynağı
Rönesans’a kadar uzanmış ve birçok kavramı Saint Simon tarafından kullanılmış
olsa da pozitivizmi sistemleştiren, A. Comte olmuştur. Pozitivizmi, bilimi ve
bilimsel bilgiyi tek geçerli bilgi türü olarak kabul eden bir akım olarak ifade
etmek mümkündür.[3]
Bu anlamda pozitivizme göre bilimin dışında her şey dogmadır; çünkü pozitivizme
göre deneye ve gözleme dayanan bilgi esastır.[4]
Bilimin bu saltanatı,
fizikçi A. Einstein’in İzâfiyet (Özel ve Genel Görelilik) Teorisi’ni ortaya
koyduğu tarihe kadar sürmüştür. İzâfiyet Teorisi bilimin bu aldatıcı
saltanatını sona erdirirken, bilimin bir din olarak algılanmasını da hükümsüz
hâle getirmiştir. Bu durum Kilise’nin yeniden güçlenmesinin de başlangıcıdır. Geçmişten
ders çıkarmayı iyi bilen ve yaşadığı güçsüzlüğün acısını unutmayan Kilise, bu
yeni dönemde olabildiğince dikkatli ve stratejik davranmış ve Hıristiyanlaştırmaktan
önce deizmi tesis etmeye çalışmıştır. Öte yandan Kilise’nin bu yeni durumda
yeniden güçlenmesi ihtimâlini takip eden burjuvazi de boş durmamıştır. Burjuvazi
de, din yerine kurduğu “bilim” fenomeninin İzâfiyet Teorisi ile çökmesi üzerine
Kilise’nin gücünü daraltacak bir hamle yapmış ve kapitalizmin ruhunun ancak
topyekûn Kilise’de değil, sadece Protestanlıkta olduğunu ortaya koymuştur. Bu
durumun önderi olarak Weber’i saymak mümkündür.
Weber, kapitalizmin
ruhunun Yahudilik olduğunu söyleyen Sombart’tan farklı olarak kapitalizmin
ruhunun Protestanlıkta olduğu savını ortaya koymuştur. Rahmetli Cemil Meriç,
Weber’le ilgili olarak şöyle yazmaktadır: “Weber’in hareket noktası ise şu:
Avrupa dünyanın kâlbgâhı; insan bütün büyük fetihlerini Avrupa’nın
kılavuzluğunda gerçekleştirmiştir. Öteki medeniyetler, birer emekleme, birer
başlangıç, birer müsvedde. Avrupa’nın ayrıcı vasfı, akılcılık. Çağdaş tarihin
mimarı, burjuvazi. Dünyanın başka ülkelerinde burjuvazi olmadığı için,
Avrupa’nınkine benzeyen bir medeniyet de yok. Birçok ülkeler kapitalizmin
eşiğine kadar gelmişler, fakat kapitalizme geçememişler. Sınaî kapitalizm,
Protestan ahlâkının eseri. Acaba öyle mi? Weber’in Protestan ahlâkını yamamak
istediği rasyonalite, irrasyonalitenin ta kendisi değil mi? İnsanı eşyalaştıran,
insan haysiyetini sıfıra indiren bu ahlâk, kapitalizmin cinâyetleri ve âdilikleri
üzerine örtülen bir şal.”[5]
Buradan
tersinden yapılacak bir okuma yapılacaksa, kapitalizmin “din” olarak anladığının,
“İnsanı eşyalaştıran, insan haysiyetini sıfıra indiren bu ahlâk, kapitalizmin
cinâyetleri ve âdilikleri üzerine örtülen bir şal” olduğu da görülecektir.
Bütün
bunları kaleme alışımızın nedeni, Batı’da yaşanan din ile ilgili kavganın
hikâyesini yazmak değil elbette. Bunları kaleme alışımızın nedeni, Osmanlı’nın
son döneminde ateizmi ve bilimi âdeta bir din olarak ortaya koymaya
çalışanların beslendiği kaynağı ortaya koymaktır. Osmanlı’nın Batı’da eğitim
görmüş bir grup Batıcı aydını, pozitivizm ve ateizm adına İslâm dinine saldırmıştır.
Ne yazık ki bu grup, etkisini Cumhuriyet döneminde de sürdürmüştür. Bu gruptan
günümüze ulaşanlar da vardır. Acı olan, kapitalizmin yeni dünya düzeni kurarken
daha önce feodalizmde yaşadığı Kilise ortaklığını reddeden anlayış ve
algısının, bizde ise olduğu gibi kabul edilmesi ve bunun savunuculuğunun da
kahramanca yapılmış olmasıdır. Bizde bu saldırıyı, Batı’nın burjuvazisi ve
kapitalizmi adına yapanların daha çok solcu ya da Marksist olması gariptir. Bu
saldırıya uğrayan İslâm dininin “İkra” vahyinden günümüze kadar hiçbir döneminde,
Batı’nın Kilise’sine benzer bir yaklaşımının olmamış olması da trajikomiktir.
Şimdi, bizde hâlâ bilimi
bir din olarak algılayanların, hâlâ İslâm dinine hurâfe ya da dogma diye
saldıranların, yayın organlarında (daha çok dergilerinde) yıllarca ve ısrarla
deizmi savunanların kimin borazanı olduğu ve kim adına konuştuğu anlaşıldı mı?
[1] Braudel,
F. (1993). Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm,
XVXVIII. Yüzyıllar, Mübadele Oyunları,
C.2 (Çev. M.A. Kılıçbay), Ankara: Gece Yayıncılık, ss. 139-141.
[2] Comte, A. (1986). Pozitivizm İlmihali (Çev.: P. Erman),
İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
[3] Ural, Ş. (2006). Pozitif Felsefe, 2.Baskı, İstanbul: Say
Yayınları, ss. 47.
[4] Cornforth, M. (2009). Pozitivizme ve Pragmatizme Karşı Felsefeyi
Savunmak (Çev.: T. Ok), İstanbul: Evrensel Basın Yayın, ss.40.