Fenomen

Yemek masasında herkes birbirinin yüzüne bakıp neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Babam biraz hayret, biraz kıskançlık, biraz da şaşkınlıkla karışık gülümseme sonrası yemeğe devam edince anladık. Gizemi çözen ilk kişi, gençlik yıllarından beri zaman zaman anneme “Fugi” diye seslenen babam olmuştu.

ÖZELLİKLE sekizinci sınıfa kadar annemin üzerinden çok prim yaptım. Üniversite öğrencisi ablam ve yeni mezun ağabeyim o yıllarını nasıl değerlendirdiler bilmiyorum, ama duruma bakılırsa küçük kardeşim ergen arkadaşlarını etkilemekte sanal iletişim taraftarı…

Liseye kadar evimize girip çıkan sınıf arkadaşlarımın atıştırdıkları her kek dilimi, süpürdükleri her börek tabağı sonrası aldığımız övgünün çoğu anneme yazılsa da, ben de ustanın oğlu ve onlara bu lezzetleri tatma imkânı sağlayan biri olarak hatırı sayılır bir trend yakalamıştım. Özellikle Ayça’nın bakışlarından topladığım puanlar sese dönüşüp kalbimden dışarı taşıyordu. Arkadaşlarım dışarıda annemden bahsederken “Figen teyze” değil de “Eren’in annesi” dediklerinde bendeki gururu görmeliydiniz. Hattâ yüklenen o gazla birkaç defa öğretmenlerime pasta börek sözü vererek annemi zor durumda bırakmışlığım vardır.

Sadece hamur işlerinde değil tabiî, annemin bütün yemekleri muhteşemdi ve Allah vergisi bir yeteneği olduğunu düşünüyordum. Çünkü bana göre Google olmadan, Youtube videoları seyretmeden bir şeylerin öğrenilmesi mümkün değilken, o, zamanında bunca yemeği, keki, böreği nereden ve nasıl öğrendi, hep hayret etmişimdir. Hattâ ikinci sınıfta annelerin melek olduğunu söyleyen öğretmenimin sözünün gerçek olduğunu zannedip uzun süre annemde, insanlardan farklı ve gizemli bir yan aramışımdır. Çocukken izlediğim, insanların işlerini sihirle hâllettiği fantastik çocuk dizilerinin de bunda mutlaka etkisi vardı ama bunca ev işinin altından tek başına kalkabildiğine göre belki de annemin gerçekten sihirli güçleri vardı. Çünkü çoraplarımıza varıncaya kadar bütün kıyafetlerimiz bile dolaplarımızda hazır ve de nâzır şekilde bizi beklerdi her daim.

Şimdilerde çocuk sayılmasam da annemdeki bu olağanüstü enerjiyi açıklayabilecek bir rasyonaliteye ulaşabilmiş değilim. Ufak tefek, çelimsiz, kara kuru, ortanın altında boyuyla (sakın annem duymasın) altı nüfuslu bir evin yemek, bulaşık, çamaşır gibi bütün işlerini yıllardır aksatmadan yapabilme becerisi nasıl açıklanabilir, bilmiyorum!

Aslında herkesin annesi özeldir, herkesin annesi güzel yemekler yapar, evine titizdir belki ama benim annemin artıları çoktu. Bizimle diyaloğunu hiç kesmezdi. Bunun yanında kendince geliştirdiği, kendine görev edindiği bir yığın ritüeli vardı. Ders çalışırken meselâ, yanımızda mutlaka içeceğimiz ve yiyeceğimiz olurdu. Biz baskı gibi algılasak da, o sorumlu anne duygusuyla olsa gerek, okulumuzun nasıl gittiğini, derslerimizin nasıl olduğunu (iyi olduğunu söyleyerek ara sıra onu kandırdığımızı anlamasa da) sık sık sorar, ardından da mutlaka nasihat içerikli birkaç cümle mırıldanırdı.

Benim matematiğimi aşan bir denkleme sahip annemin bu olağanüstü performansı bir iki yıl öncesine kadar sürdü. “Bir iki yıl öncesine kadar” diyorum, çünkü iki sene önce doğum gününde ona, istemediği hâlde sürpriz yaparak aldığımız telefon sonrası işin rengi biraz değişti; tâbiri câizse annemin hayatında bir makas değişikliği yaşandı.

Annem, kendisine akıllı telefon alma teklifimizi, her seferinde istemediğini söyleyerek reddetmişti. Bu kez emr-i vaki yapıp ona sormadan son model bir cihaz aldık, en akıllısından hem de. Onu onurlandırmak, sevgimizi ifade etmek, ona kocaman bir teşekkür etmekti niyetimiz. Fakat o azla yetinmeyi ilke edinmiş, fedakâr anne duygusuyla yine itiraz edince biz dört kardeş, babamla birlikte akıllı telefonun nimetlerini anneme anlatarak ikna etmeye çalıştık. Çağın gereği buydu, dünya bu ekranda dönüyordu. Hem birçok program vardı istifade edebileceği, kendini geliştirebileceği, çok daha fazla yemek tarifi öğrenebileceği…

Annemi yumuşak karnından vurmaya çalışıyorduk. Yemek yapmayı seven biri olarak internet sayesinde kendini daha da geliştirmiş olacaktı. Haberleşmemizi kolaylaştıracaktı. Memleketle görüntülü görüşmelerini yapmak için bize minnet etmek zorunda kalmayacaktı. (Şimdi fark ettim, annemi bu konuda çok üzmüş olabiliriz.)

Akrabalarımızla istediği zaman dünyanın diğer ucunda bile olsalar görüntülü konuşabilecekti. Üstelik okul arkadaşlarıyla yeniden irtibat kurabilecek, yıllar sonra onlarla haberleşebilecek, özlem giderebilecekti. Bir aile grubumuz olacaktı, hepimize birden haber gönderebilecekti. Hoşuna giden videoları, sözleri paylaşabilecek, sosyal etkileşim içine girebilecekti.

“Sosyal medya hesabın olur, story atarsın, takipçilerin olur” diyordu kardeşim bilgiç bilgiç. Biz güya toplum dışı kalmış annemizi sözde sosyalleştirerek onu evdeki yalnızlığından kurtarmaya çalışırken, aslında onu ne kadar yalnız bıraktığımızı fark etmiyorduk bile. Fotoğraflar çekebileceğini, çektiklerini yayınlayabileceğini, insanların bunlara yorum, beğeni yapabileceğini böylece mutlu olabileceğini (mutluluğun o ekranın ötesinde olduğunu ne kadar da kanıksamışız), alışveriş yapabileceğini, yerinden kalkmadan, yorulmadan her şeyin ayağına gelebileceğini, istediği filmi istediği zaman seyredebileceğini her birimiz konuları paylaşarak anlattık annemize.

Gerçekten annemizi sevdiğimiz için onu pahalı bir hediyeyle onurlandırmaya mı çalışıyorduk, yoksa akşamları üç beş kelâm için gözümüzün içine bakan bu kadını, ruhunu o küçük ekrana gömen kendimize benzetmeye mi?

Çoğu akşam her birimizin elinde bir telefon, gözlerimiz ekranda, işaret parmağımız o şeffaf yüzeyde bir aşağı bir yukarı gidip gelirken, annemin, “Çay içer misin Fikret?” diye seslenişini babam bile genelde ikincisinde duyardı.

Ayrı ayrı hepimiz bir çuval lâf ettik. Ağabeyim, ablam, hattâ küçük kardeşim konuştukça ben hayret ediyordum; ne kadar çok şey biliyorduk sosyal medya hakkında. Her birimiz uzman olmuştuk âdeta. Kendimiz ya da birbirimiz hakkında bu kadar çok şey biliyor muyduk, birbirimizi bu kadar tanıyor muyduk, bilmiyorum. Arkadaşlarımızı, profillerini görerek fikir yürüttüğümüz insanları tanıdığımız kadar birbirimizi tanıyor muyduk, sanmıyorum. Ben meselâ, ağabeyimin sevdiği filmleri veya ablamın ilişkisini Facebook paylaşımından öğrendim. Sınırsız özgürlük alanıydı bizim için bu mecra. Hattâ istediğimizi arkadaş ediniyor, istediğimizi çıkartabiliyorduk. (Lâf aramızda, babamın arkadaşlık isteğini kabul etmedim. Ağabeyim ve ablamla arkadaş mı, bilmiyorum; ne tuhaf geliyor kulağa, değil mi?)

Telefonuna Whatsapp uygulamasını yükledikten sonra ilk görüşmesini amcamın yanında kalan babaannemle yaptırmıştık anneme ki aslında bizim ne kadar hayırlı bir iş yaptığımızı pratikte de görmüş olsun. Sonra Google’da nasıl arama yapabileceğini öğrettik. Instagram ve Facebook hesabı açtık. Arkadaşlarını nasıl bulabileceğini gösterdik ablamla. Youtube’da yemek tarifi videolarına nasıl ulaşabileceğini de gösterdik. O heyecanlı şekilde sorular sordukça, biz iyi bir iş çıkardığımızı düşünerek seviniyorduk annemin adına. Fotoğraf çekmesini ve çektiklerini nasıl paylaşabileceğini de göstermeyi unutmadık tabiî...

Annem teknolojiye çok meraklı olmasa da zeki bir kadındı ve yeni sisteme çabuk adapte olacağını biliyorduk. İlk geri bildirim aldığında ne kadar heyecanlandığını hatırlıyorum. Lise arkadaşlarını bulduğunda da çok heyecanlanmıştı. Ama en küçüğümüzün zaman zaman kıskançlıkları oluyor, annemizle anlamsız bir savaşa tutuşuyordu. Sanırım ailemizin yeni teknoloji üyesini kendisine rakip görüyordu. Annemdeki ilerlemeyi gördükçe endişeye kapılıyor olsa gerekti ve anlaşılan, bu gidişle beşinciliği anneme kaptıracaktı.

Akşamları evdeki beş kişilik suskunluk, artık altı kişiye çıkmıştı. Muhabbet açmak, konuşmak isteyen annemin de artık gözü o minik ekranda, parmakları da ekrandaki sanal nesneleri o tarafa bu tarafa kaydırmakla meşguldü. Annemin bir zamanlar tek eğlencesi olan televizyon da cazibesini yitirmiş, kendi hâline terk edilmişti. Evin sesli tek unsuru da sessizliğe gömülmüştü âdeta…

Bir müddet sonra akşam yemeklerinin adı ve tadı değişmeye başlayınca, bunu annemin internetteki araştırmalarına bağlamış ve sevinmiştik. Hem farklı lezzetler tadıyorduk, hem de annemin kendisini geliştirdiğini düşünüyorduk. Anadolu’daki bütün yörelerin yemekleri gün gün masamızdaydı. Kendimizle gurur duymalıydık. Ama takip eden aylarda annemin rutinindeki değişiklikler artmaya başladı. Meselâ saçlarımızda ve yüzümüzde annemin elini hissedemez olmuştuk; ders çalışırken, artık odamıza çay eşliğinde üzümlü kekler, kuru pastalar gelmiyordu. Açık büfe yirmi dört saat hizmet almaya alıştığımız evimizde hizmetler aksamaya başlamış, neredeyse self servise geçmiştik.

O akşam da annem muhteşem aşçılığını yemek masasının üzerinde sergileyince, ablam dayanamamış, bu tarifleri nereden öğrendiğini sormuş, akabinde de “Fugi’nin Mutfağı’ndan mı?” diyerek son zamanlardaki Instagram fenomenine gönderme yapmıştı. Soruyu duyan annem, muzipçe gülümseyerek döndü ablama…

Yemek masasında herkes birbirinin yüzüne bakıp neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Babam biraz hayret, biraz kıskançlık, biraz da şaşkınlıkla karışık gülümseme sonrası yemeğe devam edince anladık. Gizemi çözen ilk kişi, gençlik yıllarından beri zaman zaman anneme “Fugi” diye seslenen babam olmuştu.

Sosyal medyaya yeni bir fenomen kazandırma pahasına annemizi kaybetmiştik! Annemin kanatları olmadığını çoktan öğrenmiş olsam da beni şaşırtmaya devam ediyor…