“OSMANLI
medeniyeti, şiir medeniyetidir.” Bir programda duymuştum bu sözü. Hak vermemek
elde değil. İnsanların isimlerinden tutun da sabah ya da akşam
selamlaşmalarına, ricalara ya da şikâyetlere kadar hepsinde bir üslup, bir
edebîlik yok mudur sizce de?
Okuduğum kitaplar, Tanzimat yazarları, her ne kadar
sadeleştirilmiş olsalar da o anlatımdaki o incelik, o ahenk insanı sarıp
sarmalıyor. Konu ne olursa olsun, üslup hep ince, hep naif…
Osmanlı zamanı iki genç adam: Felatun Efendi ve Rakım
Efendi. Birinde, babasının kendisine verdiği isimden de anlaşılacağı üzere, hep
bir Batı hayranlığı, bilinçsizlik, mukallitlik, serçeyi taklit eden karga
misali ne serçe olabiliyor, ne yeniden karga. Diğeri, kendini, oturup
kalkmasını, konuşmasını bilen bir efendilikte. Biri gösteriş meraklısı, diğeri
ne ise o. Birisinde ailesinden gelen bir maddi rahatlık ki hayat, ona göre gezip
tozmak ve eğlenmekten ibaret. Diğeri ise kendi yağında kavrulmakta, vefakâr
dadısının yardımıyla ve cariye olarak alarak eğitip, sonrasında mutlu bir evlilik
yaptığı Canan’ı sayesinde hayata en güzel biçimde tutunabilmekte.
Kitabı okurken, bir dönemin sosyal yaşantısı gözünüzde
canlanacak. İnsanları, doğruları, dürüstleri, yanlışları ve sahtekârları,
sessiz sedasız aşkları, tercihler, mahvolmalar…
Kitap, yazarın, Felatun Efendi’nin babası Mustafa
Meraki Efendi ve Rakım Efendi’nin cefakâr ve vefakâr annesi ve dadısının ve
daha sonra Felatun Efendi ve Rakım Efendi ikilisinin tanıtımıyla başlıyor. “Yazar
öyle güzel karakterler oluşturmuş ki insan, kitabı okurken onlardan biri
olmaktan kendini alamıyor” desem yeridir. Rakım Efendi ile Canan arasında
yaşanan saf ve temiz aşk, bu gönül işlerinde sınıf ayrımının ve insanlar arası
farkın olmadığını, olmaması gerektiğini çok güzel bir şekilde anlatıyor.
İnsanın gönlü birine akınca, gözleriyle değil de gönlüyle görmeye başlayınca
herhangi bir şeyin hesabı mı yapılır? Cahili âlim, âlimi cahil, sultanı köle,
köleyi ise sultan etmez mi aşk dediğin? Ve dahi aşk ile yapılan her ne işse
güzel görünmez mi insanoğluna?
Taklide kara mizah
Şiirin, şiirimizin güzellik ve estetiğinden de
bahsetmiş yazar:
“Can (Jean): İngilizce şiirler insana hiçbir ateş
vermez. Ben, Fransız şiirlerini daha çok severdim, ama artık Türkçe öğrendikten
sonra Fransız şiirlerinden tamamen vazgeçtim.”
Ve yine aynı yerde karşılıksız, sessiz sedasız bir de
sevda vardır:
“Margrit (Margaret):
-Ben de öyle. Şiir, insanı yakmadıktan sonra ne işe
yarar?
-O ne ya? Bu akşam, sizden hiç işitmediğim sözleri
işitiyorum.
-Hangi işitmediğiniz sözler?
-Şu şiirlerin insanı yakması filan… Size bu duyguları
kim verdi?
Can:
-Tuhaf konuşuyorsunuz Rakım Efendi! Yani biz odundan
mı yaratıldık?
-…”[i]
Felatun Efendi ve Rakım Efendi, Ahmet Mithat
Efendi’nin en bilinen romanlarından biri. Yazar, iki isim altında, değişmekte
olan Osmanlı medeniyetinin yanlış yönlerini, Batılılaşmayı yanlış
algılayanların düştükleri gülünç durumları, israf ve tutumluluk, şükür ile
şükür bilmezlik, tembellik ile çalışkanlığı karşılaştırmış ve eleştirmiştir.
Felatun Efendi karakterinde mukallitliği, değer
bilmezliği, yozlaşmayı; Rakım Efendi karakterinde ise diğerinin tam tersini,
gülünç durumlara düşmeden de Batılılaşmanın pek âlâ olabileceğini, kıymet
bilirliği, gönül güzelliğini bulacaksınız. Dönem hangi devri işaret ediyor olursa
olsun, bir toplumun aydını, suskun kalamaz içinde yaşadığı topluma karşı.
Düşüncesini, fikrini ne eder eder, bir şekilde duyurmayı başarır.
Yukarıda bahsettiğim üzere yazar, zamanın toplum
yaşantısının birçok yönlerini ele almış, salt bir toplumu değil, genel insanlık
algısını irdelemiş denebilecek güzellikte bir roman ortaya koymuştur. Yer yer
mizaha da yer verilmemiş değil, kara mizah lakin. Güleriz ağlanacak hâlimize
misali: “Bu Mehmetçik Kastamonu’dan yeni gelmiş, daha dünyayı öğrenememiş, ayda
yüz kuruşun esiri, ensesine sevgi ve aferin anlamında bir tokat vurularak gönlü
hoş edilmek istenen bir adam olup, hizmet ettiği efendisinin bir oğluyla bir
kızı olduğunu öğrenmeyi başarmış, hatta oğlunun adının ‘Pantolun Bey’ ve
kızının adının ‘Merdivan Hanım’ olduğunu bile bellemişti. Ne zannettiniz ya,
Felatun adından ‘Pantolon’ sözüne ve Mihriban’dan ‘Merdivan’a geçebilmek için
haylice zekâ ister…”
Bir başka örnek: “Meraki Efendi’nin alafrangalığına
bakarak Mehmetçiği konağına kabul etmesine şaşmayınız. Onu terbiye edecekti.
Hatta terbiye etmeye başladı bile. Bir gün, ‘Mehmet! Beyefendi ne yapıyor?’
deyip de Mehmet’ten ‘Çorba içiyor’ cevabını alınca, ‘Oğlan, öyle söyleme, ona
alafrangada -supe yiyor- derler’ demiş ve Mehmet, ‘Hayır efendim, Allah
göstermesin! Sopa yediği yok, çorba içiyor’ dediği halde, Meraki Efendi
meraklanmayıp ‘Oğlum! Alafrangada çorbanın adı ‘supe’dir. Bunları birer birer
öğrenmeli’ diye öğüt vermişti…”[ii]
Hal-i pürmelâlimiz
Birçok Tanzimat yazarında olduğu gibi, Ahmet Mithat
Efedi’nin Felatun Efendi ve Rakım Efendi’sinde de sık sık konu dışına çıkmalar
mevcuttur. Bir yerde bir şey anlatırken, aralara konuyla ilgili ayrı bilgiler
veren paragraflar sıkıştırılmış, sonrasında konu kaldığı yerden devam etmiştir.
Bu geçişler, daha çok okuyucuyla sohbet havasındadır. Bu kısımlar yeri geldikçe
gülümsetiyor beni: “Hay sen çok yaşa edip!” diyorum, “Asır ötesinden benimle
kurdun ya muhabbeti”.
Şimdilerde etrafıma bakıyor ve iş gereği içinde
bulunduğum çevreyi gözlemliyorum. Muhakkak her dönemde benzerdi koşullar,
yaşantı, insanlar ve sair, Ahmet Mithat Efendi’nin bu romanında olduğu kadar
var mıdır bilemem, lakin şimdiki gençliğin hali pek de farklı değil.
Düşünsenize, bir asırdan biraz daha öncesinin bir romanı bu. Boşuna da
yazılmadı elbette.
Ahmet Mithat Efendi, Tanzimat yazarlarının en önde
gelenlerinden, bilinçsiz Batılılaşmaya karşı millî değerleri savunmuş örnek bir
insan, bir gazeteci ve yazardır. 1878'de
çıkarmaya başladığı ve yayın hayatını 1921'e kadar sürdürmüş olan Tercüman-ı Hakikat gazetesi, Osmanlı basın tarihinin en
uzun ömürlü ve etkili yayınlarından biri olmuştur. Namık Kemal ile yakınlığı
vardır. 1873 yılında kendine ait Dağarcık mecmuasında yazdığı yazılar ve Yeni
Osmanlılar ile yakınlığı nedeni ile tepki çekmiş, özellikle mecmuanın 4. sayısında
yayınladığı “Duvardan Bir Seda” adlı makalesi nedeniyle dinsizlikle
suçlanmıştır. Namık Kemal’in “Vatan Yahut
Silistre” oyununun yarattığı
hava içinde, Gedikpaşa Tiyatrosu’ndayken, 6 Nisan 1873’te Ebüzziya Tevfik ile
birlikte Rodos'a sürülmüştür.
Rodos sürgününden döndükten sonra Kabataş’ta yeni bir eve taşınan Ahmet Mithat Efendi, burada şair Fıtnat Hanım ile komşu olmuştu. Annesi Nefise Hanım’ın kardeşinin
kızı olan Fıtnat Hanım ile aralarında doğan aşk mektuplarla sürdürüldü.
Mektuplaşmaları 1944 yılında kitaplaştı.
Eserlerinde Avrupa'nın bilim, sanayi ve çalışkanlığını
överken, Osmanlı toplumunun ahlaki değerlerinin korunması gerektiğini
vurguladı. Genç yazarlara destek verdi, dilde sadeleşmeyi savundu, devlete ve
dine itaatsizliği, tembelliği, müsrifliği, özentiliği eleştirdi. Ürünlerini
daha çok öykü ve roman türünde vermiştir. Romancılığı ve öykücülüğü, halk
öykücülüğünden Batı tarzı öykü ve romancılığına geçiş olarak kabul edilebilir. Ayrıca tiyatro alanında da çalışmalar
yapmış, “Açıkbaş”, “Ahz-i Sar” ve Ziba” adlı kitaplarıyla dram ve operet
türlerinde ürünler vermiştir.