
“YOLUN bir yerine geldik
ki, ortası olsa gerek” deriz bazen. Günlük söylemler, yarına dair ütopyalar,
geçmişe dair hatıralar fazla değişmese de -arada bir- daha olgun bir dönemin habercisi
olmaya çalışır görünürler. Karanlık gecemizi aydınlatan bir şimşek gibi “Oysa”
ile başlar bütün cümleler. “Oysa”, bu gecenin biten son nefesi... “Oysa”,
geceyi sabaha bağlayan tan yeri... “Oysa”, her sabah uyanıp odamızda ışığından
bir neşe bulduğumuz güneş... “Oysa”, içimizde pişirmeye hazır bir ocağın
kıvılcımı olan yeni gün... “Oysa”, yaptığımız iyi şeylerin verdiği enerji... “Evet,
hâlâ ışık var!” dediğimiz yer... “Evet, hâlâ açacağımız bir kapı, yürüyeceğimiz
bir yol, yapılacak işler ile tanıdığımız veya henüz yolumuzun kesişmediği
insanlar bizi beklemektedir!” diyoruz.
Bu
türden bütün cümlelerimizin arkasında, aslında bir kabullen(e)meyişin izlerini
görmek oldukça kolaydır. Hakikat o kadar âşikârdır ki, onu görmezden gelen, onu
idrakten yoksun olan her anlayış, aslında onun varlığını kanıtlamaktan başka
bir vazife gütmez. Ne var ki, sadece etrafında dolaşır. Onu tanımlanamayan bir
cisim olarak görür; kendi istediği algı ile kabul eder yahut kendi tanımının
sınırlarına sıkıştırarak onu kontrol ettiğini zanneder. Zira insan kendisinin
farkında olduğu yahut ol(a)madığı engellerden dolayı anlayamadığını veya
yapamadığını idrak ettiği zaman yenilgiye inanmak istemez ve yenilgiyi kendince
felsefik bir düzleme çekerek açıklamaya çalışır. Bu durumda en iyi kullandığı -veya
ayağının takıldığı- şey aklıdır. Aklın büründüğü/saklandığı ve
somutlaştırmaya/temellendirmeye çalıştığı bazı soyut yapılar/düşünceler ortak
aklın ürünü bile olsa, akıl, olması lazım gelen istikamette kullanmadığımız
zaman bizi hakikatten uzaklaştırabilecek bir fıtrata sahiptir.
Böylece
akıl mantığa büründürerek, öznesini azığı bitene kadar pekâlâ diri tutabilir.
Kulağımıza fısıldanan ve iyi olmayan duygu ve düşünceleri ve kötüye kullanılan
aklın azığını nasıl keseceğimizi bulabilmek için de mutlaka ruhî bağlantıları
kontrol etmek yerinde olur.
“Vakit”,
devrânın içindeki yerini ve sırasını bir dem şaşırmazken, bizler her dem fecr-i
kâzibe kapılma hâlini yaşamaya hazır bir görüntü veriyoruz. Efendim, buna nasıl
kanaat ediyoruz?
Bu
soruya en basit bir cevap mahiyetinde -umudu ve sahih bir kaygıyı konunun
dışında tutarak- hemen bütün işlerimizi erteleme temayülüne kolayca kapıldığımızdan,
olmayan/gerçekleşmeyen için üzülmelerimizden, yine olmayan/gerçekleşmeyen için
sevinçlerimizden bahsedebiliriz.
Evet,
“Hayatın her anı bir imtihan” diyoruz; her şeyde bir hayır umuyoruz. Evet, her
soruya bir cevabımız mutlaka var. Ancak geldiğimiz yere -ölçülü ve dengeli-
baktığımızda görünen o ki, hayatın birçok yerinde yahut merkezinde bir yerde soru
kaydırıyoruz. Birçok alanda her soruya olmasa da çoğu soruya doğru cevap
veriyor, hatta bizden sorana da -çoğu kez- doğru cevabı veriyoruz. Lâkin doğru
cevabı bulmaya, doğru cevabı vermeye alışmış/alıştırılmış olmak öyle ki, doğru
cevabı yaşama alışkanlığını, doğru cevabı yaşamaya vakit ayırabilmeyi ve
hayatın içinde doğrunun pratiğine dair unsurları çoğu kez elimizden alıp
götürüyor.
Hâl
bu iken, her şeye cevap verme ihtirası zamanla bir sendroma dönüşür ve
verdiğimiz cevapların doğruluğunu da önemli ölçüde zedeler bir hüviyete bürünür.
Doğruyu hayatın içindeki aslî konumundan uzaklaştıran bu hüviyet, tedrîcen hayatın
denge zincirini karmaşıklaştırdıkça üzerimizde oluşan yorgunlukla savaşmak
yerine, -daha kolay olanı- ona uyum sağlamayı zorunlu seçmeli bir tercih olarak
kabul etmeye başlarız.
Nasıl
denir, takvimden ayrılan her yaprak -bize sabahında bir zafer ve bir ganimet
olarak gördüğümüz günün akşamında-, üstünde yazılı öğütleriyle ve tarih
notlarıyla beraber gözümüzün önünden kaybolup gidiyor. Birçok konuda olduğu
gibi, birçok şeyi yine kâğıt üstünde bırakarak... Ömrümüzden bir kez daha
yükselmemek/yeşermemek üzere devrilip yitiyor. Ne tarafa gitsek, hangi yarına
uzansak bizim olacak(mış) ihtirasıyla uyandığımız bütün günlerin sözde öznesi
olmaya, –maalesef- önemli ölçüde aşinalık kazanmış olarak günleri kovalamaya
devam ediyoruz.
Ne
zaman gerçek öznesi “biz” olduğumuz özde bir hayatın kalbine tutunacağız?
Bize
ikram buyurulan her şeyin Asıl Sahibine sonsuz şükür olsun! Bize ikram ve ihsan
buyrulan her şey, muhakkak ki bize verilen birer emanet. Efendim, emanete özde
bir sahiplik, gerçek bir özne olmak ne mümkün! Bu değildir sualden muradımız. Aslî
görevlerimiz ve kulluk ise maksadımız... Ve Asıl Maksudumuz “O” ise, bize ait
olmayana âşık olmamız, bize ait olana gözlerimizi kapatmamız nedendir? Bize ait
olmayan, bu noktada bize emanet edilen ancak nereye koyacağımızı bil(e)mediğimiz
ile emanet edilmediği hâlde emanetimizmiş gibi davrandıklarımızdır. Bize ait
olan ise hayatımızın asıl odağı olup otağında yaşadığımız müddet içine gayri
sözlerin karışamadığı ve kulağımıza gayri sözler karışmadan sesini duymamız
gereken kalbimizdir.
Bunu
yapabilirsek, içinde bulunduğumuz zaman dilimindeyken “Bu devran benim!” dediğimiz,
ancak gün perdenin arkasına saklandığında, güneş nöbetini geceye teslim
ettiğinde o güne hiç başlamaz, o günü hiç yaşamamış gibi hareket etmekten uzak
durup teennîde bulunuruz. Yine gece aralandığında kepengini hiç üşenmeden
kapatmaktan, günü güne bir akşam pazarı ucuzluğunda satmaktan, tezgâhı sanki
biz kurmamışız gibi bozmaktan çekiniriz. Ve nihayet günü geceye aktarırken kâr-zarar
hesabını “kendimizden uzak” bir kendimize devretmek yerine, defterimizi “gerçek
kendimiz” olarak tutarız.
Efendim,
doğrudur; ömrü bir gölgede geçirmek, güzel bir ahenge ve dengeye denk düşer.
Ama bu sahih bir ışığın, hakikî ve tek bir noktadan hareket eden ışığın
gölgesi... O ışığı bulana ne mutlu!
Kavramını
bile hakkıyla bilemediğimiz ve zaten yaşamadığımız bir zaferin sarhoşluğuyla
ömür geçirmemek için fecr-i kâzibin (yalancı aydınlanma) gölgesinden çıkmamız
icap ediyor.
Gözümüzün
feri henüz sönmedi, kulağımız biraz ağırlaştı, ama kalbimizin sesi -son hâl
üzere- sadece kısık...