Fatih’ten Aliya’ya Bosna: “Allah’a imanet!”

Aynı kahraman, “Her zaman söylüyorum; Osmanlı olmasaydı, Bosna olmazdı” itirafını yapıyor ve ekliyor: “Savaş sırasında canınızı, namusunuzu, onurunuzu koruduğunuz kadar inançlarınızı, kimliğinizi öne çıkaran tarihinizi ve kültürünüzü de korumanız gerekir.” Ve hemen ardından merhum İzzetbegoviç’e ait, inancın ve cesaretin sembolü olan o veciz sözü paylaşıyor: “Canımızı veririz, dinimizi vermeyiz!”

BİZE ait topraklarda gezinmenin haklı gururunu yaşarken, düne ait tarihî dokunun kokusunu solukluyoruz. Bosna-Hersek’e ayak bastığımız günlerde, Osmanlıca zorunlu ders olma yolunda hüsnü kabul görüyordu. Tam bu noktada, “Keşke seneler evvel konuşulsaydı bu ve çıksaydı da bir mezar taşında, bir cami yahut külliyenin kitabesinde, kalenin burcunda yazılanları bizzat kendim okusaydım rehbere ihtiyaç duymadan” dedim –diyorum-.

Gezi rehberlerimiz ve kılavuzlarımız bize sık sık “Boşnakça bu nedir?” diye soruyorlar, tahminlerde bulunuyoruz ama nafile! İşin sırrı sonradan çıkıyor; kaşık, limon gibi kelimeler Türkçe ile birebir aynı. Tıpkı “Sabah şerifleriniz hayrolsun” gibi. Ama bir söz var ki, dilimize pelesenk ettiğimiz “Allah’a imanet”… Yani bizim de günlük dilde sıklıkla kullandığımız “Allaha’a emanet ol”, “Allah’a ısmarladık” ile birebir aynı muhtevayı içeriyor.

13. asrın hemen başında başlayan ilk Türk akınları (1386) ardından, Kral Stefan Tomeseviç’in Bosna'da yaşayanlara adil davranmaması üzerine Fatih Sultan Mehmed Han, bölgeyi Osmanlı topraklarına dâhil ederek sancak haline getirdi ve bir de ferman yayınladı: “Kilise ve rahiplere engel olunmaya, rahatsızlık verilmeye, canlarına, mallarına ve dışardan getirecekleri misafir ve delegeler koruma altına alına!” (1463)

Kanuni Sultan Süleyman Han zamanında eyalet statüsüne alınan Bosna eyaletine atanan ilk beylerbeyi ise Gazi Ferhad Paşa’dır. 19. asırda yaşanan gelişmeler ve Osmanlı’nın aldığı yenilgiler Bosna eyaletini de etkiler ve 1878'de imzalanan Berlin Antlaşması ile Bosna, Avusturya-Macaristan denetimine bırakılır.

1. Dünya Harbi’nin başladığı yerdir Bosna

28 Haziran 1914'te, Avusturya Veliahtı Franz Ferdinand'ın Saraybosna'da Bosnalı bir Sırp öğrenci tarafından öldürülmesiyle Birinci Dünya Harbi başlar. Bundan yaklaşık 4 yıl sonra, 26 Ekim 1918'de, Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı’nın bir parçası olarak Sırbistan’la birleştirilen Bosna-Hersek, 1946'da Yugoslavya'yı meydana getiren altı halk cumhuriyetinden biri olarak kültürel kimliğine yeniden kavuşur.

1971'de eski Yugoslavya Devlet Başkanı olan Mareşal Tito (Josip Broz), Müslümanlara ulus statüsü tanıdıktan yaklaşık 9 yıl sonra 1980’de ölür. Tito'nun ölümünden sonra etnik ve dinî çatışmalar yeniden alevlenir. 90’lı yılların hemen başında Soğuk Savaş'ın son bulması ve sona eren komünist rejimle birlikte Sosyalist Sovyetler Birliği ile Doğu bloku ülkelerindeki reformist hareketler yeni devletlerin doğmasına sebebiyet verdi. Bu süreçten Yugoslavya’da etkilendi ve Hırvatistan ile Slovenya'nın bağımsızlık kararı almasını tetikledi. Ancak Sırbistan, alınan bu kararı tanımadı. Avrupa Teşkilatı  (AT) ile Almanya'nın araya girmesiyle savaşın eşiğinden dönüldü.

Ve savaş yeniden alevlenir

Takvimler 1990 sonlarını gösterdiğinde seçimleri kazanan Aliya İzzetbegoviç, Mart 1992'de gerçekleştirdiği referandumla Bosna-Hersek'in bağımsızlığını ilan etti. 7 Nisan 1992'de ABD ve diğer Batılı ülkelerce tanındı. 22 Mayıs 1992'de de Birleşmiş Milletler’e yaptığı üyelik başvurusu kabul edildi.

Bunun üzerine Bosna-Hersek, Sırpların saldırısına maruz bırakıldı. Aşırı milliyetçi Slobodan Miloşeviç ve onun desteklediği militanlarca Büyük Sırbistan'ı kurma hayalleri ile sistematik bir katliam gerçekleştirildi. Dönemin Bosna-Hersek Başbakanı Hakkı Turayliç, Birleşmiş Milletler’e ait askerî araçtan indirilerek Sırplar tarafından şehit edilince savaş şiddetlendi ve önü alınamaz bir hale büründü.

Srebrenica, 1993'te Birleşmiş Milletler tarafından “güvenli bölge" olarak ilan edildi. Amaç, barış görüşmeleri için güvenilebilir bir zemin oluşturmaktı.

Mayıs 1995'te, Sırpların Saraybosna'daki kuşatmayı şiddetlendirmesi üzerine NATO, Sırplara karşı bir hava saldırısı düzenlendi. Buna misillemede bulunan Sırplarsa güvenli bölgeleri bombaladılar. Srebrenica‘daki Boşnaklar, Hollandalı askerlerin kendilerini savunmasını istese de aldıkları ret cevabıyla birlikte silahsız ve yalnız bırakıldılar. Temmuz 1995'te, General Mladic komutasındaki Sırp güçleri, Srebrenica'daki Hollandalı Birleşmiş Milletler güçleriyle anlaşarak şehri hedef aldı. Yaklaşık 25 bin Boşnak, Sırp tehdidi üzerine Potoçari'ye geçti.

Hollandalı Birleşmiş Milletler gücü, Sırpları engellemek yerine onlara katliam konusunda yardımcı oldu. Kadın ve çocuklar ayrıldıktan sonra, askerlik çağına gelmiş olan erkekler kamp yakınında kurşuna dizilerek öldürüldüler. Srebnenica Katliamı, II. Dünya Savaşı'ndan sonraki en büyük soykırımdır. Tam 8 bin 372 Boşnak, bir günde şehit edilmiştir. Srebrenica Katliamı’ndan sonra Batı’nın Sırplar üzerindeki artan baskısı sonucu, 1995 yılı sonlarında savaş son buldu.

“İki şeyin başlamasına sen karar verebilirsin: Ateş ve savaş… Ama nerede duracaklarına sen karar veremezsin!” diyor bir yazar.

Evet, savaşın durduğu yere bakınca acı bir bilanço vardı;
Avrupa’nın göbeğinde ve dünyanın gözü önünde tam 3 buçuk yıl süren savaşta
100 binin üzerinde Boşnak yaşamını yitirdi. Sırplar, Müslüman kadınlara tecavüz edip başta erkekler olmak üzere masum sivilleri toplama kamplarında acımasızca öldürürken Batı sadece seyretmekle yetindi.

Savaş sonunda Dayton Barış Antlaşması imzalandı. Ülkede barışı tesis edecek uluslararası bir konsey kurulur. Böylece üçlü cumhurbaşkanlığı sistemiyle ülkedeki üç etnik grup, Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar tarafından temsil edilecektir.

Diriliş vakti

Şimdi suskun bayırlar sessiz sedasız duruyor; bir zamanlar at ve kılıç kişneyişleriyle şaduman olan ovalar… Bulutlar kurak, dağlar çıplak, ayaklar ise yorgun… Ve asırlara meydan okuyor inadına ayakta duran çınarlar. Setleri, bentleri zorluyor çağlayanlar; hem önünde kim durur denize koşan suların? Çokça kan aktı yeryüzüne, biraz da kar düşsün, erisin Ayyıldız gölgesine. Vakit, diriliş vaktidir!

“Avrupa medeniyetinin öldüğü yerdir Bosna”

Eski Yugoslavya izlerine iyi bakıldığında, Tito’nun savaşmadan, öldürmeden birtakım yıkımlara imza attığını görebiliriz. Mesela 1945 yılına kadar “Kütüphane” olan tarihî binayı “Belediye Başkanlığı” olarak kullanma talimatı vermiş.

Avrupa’nın Kudüs’ü unvanını almış Saraybosna; gel gör ki bu unvanı sahiplenen ve dillendirenler olduğu kadar, itirazı olanların sayısı da azımsanmayacak çoğunlukta. Caddeleri, sokakları gezince burnunuza kesif bir barut kokusu doluyor. Her yerde savaşın izleri… Gördüğümüz şehir tablosu başka söze hacet bırakmıyor ama rehberlerimiz, Bosna tarihine ve savaşa ait en küçük detayları yeri geldikçe heyettekilerle paylaşıyorlar.

Yine onların anlatımıyla, “neredeyse her bina, beş ila on arasında restorasyon görmüş” ama yine de “kapanmayan yara” gibi duruyor izler. Bu hem iyi, hem de kötü… İyi; çünkü savaşın kötü yanının, nasıl bir mezalime uğratıldığının ispatı… Kötü; korkuyu baskın bir güç gibi ensenizde hissetmenize sebebiyet veriyor. İşin en can alıcı tarafı şu: 43 aylık kuşatmanın ardından kimse, onu eski haline getirmek için uğraş vermiyor.


Bilge Kral Aliya

Alija İzetbegović, 1925 yılında Bosanski Šamac kasabasında dünyaya geldi. Ailesi onu İslam’a duyarlı bir evlat olarak yetiştirdi. Lise eğitimini Saraybosna'daki Alman Lisesi’nde tamamladı. Çevresinde çalışkan ve disiplinli bir öğrenci olarak tanındı.

Müslüman “Gençlerin lideri”

Lisedeki arkadaşlarıyla birlikte “Müslüman Gençler” isimli bir kulüp kurdu. İzzetbegović'in 16 yaşında iken kurduğu Müslüman Gençler Kulübü, bir anda aktivite kulübüne dönüştü ve İkinci Dünya Savaşı sırasında oldukça önemli faaliyetlere imza attı. Bu faaliyetlerden biri de ihtiyaç sahiplerine yardım etmesiydi. Almanların işgaline uğrayan Yugoslavya’da 100 bin Boşnak Müslüman, Sırp Çetnikler tarafından öldürüldü.

Yugoslavya, 1946'da yeniden bağımsızlığına kavuştu. Bağımsızlık hareketinde önemli bir rol üstlenen Komünist Parti yanlıları, ülkenin resmî statüsünü “Federal Cumhuriyetler Birliği” olarak belirlediler. Bunlardan biri de Bosna-Hersek Cumhuriyeti olacaktı.

Medrese-i Yusufiye

Komünist rejimin ülke yönetimini ele geçirmesiyle birlikte Müslümanların toplumsal hayattaki varlığı giderek azaltıldı. İzzetbegović, politik İslam savunucusu olduğundan komünist yöneticilerin hedefi halindeydi ve 1949'da “İslamcılık” suçlamasıyla beş yıl hapis cezasına çarptırıldı.

İzzetbegović'in sıkıntıları, 1953 yılında iktidara gelen Tito zamanında arttı. Yaklaşık yirmi yıl sonra, 1974'te hazırlanan yeni anayasa ile yönetim, din üzerindeki kontrolünü hafifleterek geleneksel İslamî kurumların eski işlevlerine devam etmesine sebebiyet verdi. Böylelikle bazı camiler ve medreseler yeniden açıldı ve Müslümanlar arasında hızlı bir İslamî uzlaşıya zemin hazırlandı.

Yeni Bosna’nın, Makedonya’nın ve Kosova’nın temelini atmaktan ziyade, temeli atacak unsurlara altyapı oluşturmalıyız. 

İslam Deklarasyonu (Manifestosu)

Tito ölünce, altı federal eyaletin her biri Cumhurbaşkanlığı’nı sırasıyla yapmak üzere anlaştı. Bu gelişmeyle birlikte ülkede kısmî demokratikleşme sürecine girilmiş oldu. 1983'te, şimdiki Cumhurbaşkanı olan Bakir İzzetbegoviç, babasının makalelerini bir kitapta toplayarak "İslamî Manifesto" adıyla yayınladı. Kitap yankı uyandırdı. Sisteme hâkim olan güçler, İzzetbegović'i radikal bir İslam Cumhuriyeti kurmakla suçlayıp tutuklattılar. Yargılandığı suçtan 14 yıl hapis cezasına mahkûm edilince, kitabının ünü tüm Bosna’ya yayıldı. Müslümanlar, söz konusu kitabı temin etmek için alternatif yollar denediler. İzzetbegović'in Yargıtay tarafından mahkûmiyeti önce 11 yıla indirildi, 1988'de ise çıkartılan afla serbest bırakıldı.

Hür fikirler ve SDA

Beş yıllık hapis süresi (1983-1988), İzzetbegović'in hayatında önemli değişiklilere sebebiyet verdi. Düşünmeye, fikir üretmeye ve kendinden evvel üretilmiş fikirlerden istifade etmeye dair fırsatlar buldu. Bu dönemde "Doğu ve Batı Arasında İslam" adlı meşhur kitabı yayınlandı.

İzzetbegović hapisten çıktığında Soğuk Savaş bitmiş, komünizm tesirini yitirmiş, Yugoslavya'da eski federatif yapının korunması konusunda duyarlılık gösterecek bir güç kalmamıştı. İzzetbegović, Demokratik Eylem Partisi (SDA) adlı siyasî bir parti kurdu. Lideri olduğu parti, 5 Aralık 1990 yılında gerçekleştirilen genel seçimleri kazandı, kendisi de Cumhurbaşkanı oldu.

Bağımsızlık ilanı

1990'lı yılların hemen başında baş gösteren Sosyalist Sovyetler Birliği’ndeki dağılma ve özerklik süreci Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ne de sıçradı. Özerk cumhuriyetler birbiri ardına bağımsızlıklarını ilan ettiler. 1 Mart 1992'de gerçekleştirilen referandumla Bosna-Hersek de bağımsızlığını ilan etti. Ancak Sırplar, bu kararla birlikte Bosna-Hersek yönetiminde söz sahibi olan Müslümanlara karşı savaş açarak yeni bir katliam hareketi başlattılar.

Hırvatistan ve Slovenya’ya gösterilen esneklik Bosna-Hersek’e gösterilmedi ve yalnızlaşan Boşnak şehirleri bir bir işgal edildi. Bu işgallerle birlikte yaklaşık 1 milyona yakın Müslüman göçe zorlandı.

Alija İzzetbegović, kendilerinden katbekat üstün bir askerî güce sahip olan Sırplarla kendi halkını (Boşnakları) karşı karşıya getirmemek üzere itidalli bir politika izledi.

Dayton Anlaşması

Tarihler 14 Aralık 1995’i gösterdiğinde, o zamanki Bosna-Hersek Devlet Başkanı Aliya İzzetbegoviç, Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç ve Hırvatistan Devlet Başkanı Franjo Tudjman tarafından, mimarı Amerikalı diplomat Richard Halbrooke olan Dayton Anlaşması’nı imzalayarak savaşı resmî anlamda noktaladılar.

Fatihalar, Yasinler Begoviç’e…

Yüzlerce mezar var ve hepsi şehadet şerbeti içmiş. 790 mezarın 10’unun, Boşnaklarla beraber aynı cephede savaşan Sırplara ait olduğu bilgisini veriyor rehberlerimiz. Gözümün önüne Çanakkale’de koyun koyuna yatan askerlerimiz geliyor.

Mezar taşında, “Allah’a yemin olsun ki, biz hiç kimseye kul olmayacağız!” vecizesi yazıyor. Anıtmezarı oluşturan kaidenin önünde hilal ve yıldız var. İmanın altı rüknünü simgeleyen altı sütunun üzerine yerleştirilen kubbenin üstü açık. Düşen her yağmur damlası, göğsünde nakış nakış rahmet olup açıyor. Mezarın bitiminde bulunan yüksekçe bir yerde, TİKA’nın katkılarıyla restore edilen Mevlevî Tekkesi görkemli bir duruş sergiliyor.

Dava arkadaşı Kasumagiç

“Dinimizin kesintiye uğradığını zannettiler ama yanıldılar” diyen,
Bosna’nın bugünlere ulaşmasında sayısız hizmeti ve emeği bulunan bir çile insanı olarak ömrünün büyük bölümünü hapishanelerde işkence görerek geçiren kişi, Prof. Dr. İsmet Kasumagiç’ten başkası değil.

Aynı kahraman, “Her zaman söylüyorum; Osmanlı olmasaydı, Bosna olmazdı” itirafını yapıyor ve ekliyor: “Savaş sırasında canınızı, namusunuzu, onurunuzu koruduğunuz kadar inançlarınızı, kimliğinizi öne çıkaran tarihinizi ve kültürünüzü de korumanız gerekir.” Ve hemen ardından merhum İzzetbegoviç’e ait, inancın ve cesaretin sembolü olan o veciz sözü paylaşıyor: “Canımızı veririz, dinimizi vermeyiz!”

Avrupalı Müslümanlar

Bosna’da hemen hemen her devirde görülen teşkilatlanmalar, dergâh ve tarikat bazlı bir araya gelmelerin birçoğu, Sırpların o “Büyük Sırbistan” hayalini gerçekleştirmelerini engellediler.

“Sizi destekliyorlar ‘Avrupalısınız’ diye, öldürmek istiyorlar ‘Müslümansınız’ diye…”

İntikam alayları

“Boşnakları öldürmek, Türkleri öldürmektir” anlayışından yola çıkan “birleşik güçlerin” başındaki Bladiç ve Karadiç gibi isimler, “Türklerden 600 yıllık intikam alıyoruz” diyerek 92’deki olayları gerçekleştirdiler. Olayların bir benzerini yaşamamak ve yeni katliamlara “Dur!” diyebilmek için artık işi sıkı tutuyorlar.

“Bir daha doğmak istemezdim; ancak bu hayatı tekrar yaşamak isterdim.” (A. İzzetbegoviç)

Genç ve azimli teşkilat üyeleri

Geçmişin izlerini silmeye çalışanlara inat, geceli gündüzlü ve sistematik olarak çaba sarf ediyorlar. Birçok STK temsilcisi, Genç Müslümanlar Teşkilatı, Merhamet Derneği, Adalet ve Kalkınma Teşkilatı’nın liderleriyle yaptığımız ortak toplantılarda, “Türkiye bizden çok ileride” sözüne binaen onlara şunu salık veriyoruz: “Bizi geçmeniz için size destek vereceğiz; beraber gelişecek, beraber gelecek ve beraber hazırlayacağız…”

Belki de İslam dininin, bu coğrafyada yaşatılan Müslümanlığın bu seviyeye gelmesinde komünizm ve ona benzer rejimlerin hatırı sayılır bir iyiliği dokunmuştur, kim bilir…

Adeseye ihtiyaç yok!

Osmanlı’nın yaptıklarını sadece “imarla” sınırlandırsak bile o kadar ileridedirler ki, bugün onların eriştiği noktaya denk gelen teknik neredeyse yok gibidir. Bugün yaptıklarımızı, günümüz inşaat sektörünün olmazsa olmazı sayılan fore kazık tekniğine benzetiyorum ve yüzyıllardır sapasağlam ayakta duran Osmanlı mimarisinin şaheserlerine…

Yeni Bosna’nın, Makedonya’nın ve Kosova’nın temelini atmaktan ziyade, temeli atacak unsurlara altyapı oluşturmalıyız. Biz Osmanlı’nın fore kazıklarını gün yüzüne çıkarmaya geldik. Bu kazıyla tarihin derinliklerinden “derin” ve direnen Bosna’yı, sessiz kalan değil, konuşan Bosna’yı çıkarmaya geldik.

Zaman zaman kepçeyle, zaman zaman kazma kürekle kazacağız; yeri gelecek, mütehassıs bir edayla toprağa neşter vuracak, sit alanına eşdeğer bu alanda parmaklarımızla dünü ve yarını aynı anda kazıyarak yol alacağız.

Yapacağımız işlerin büyüklüğünü, tesirini konuşmayacak, bugün Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) övgüsüne mazhar olan, İstanbul’un fethiyle bir çağı kapatıp yeni bir çağ açan, cennet mekân Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri’nin adını andığımız gibi, Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in mezarını ziyaret edenler gibi yarın bizim mezarımızı ziyaret edenlerin de seslerini duyacağız.

“Konsun -yine- pervazlara güvercinler…/ ‘Hû! Hû!’lara karışsın âminler… / Mübarek akşamdır,/ Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler!” (A. Nihat Asya)

Allah’a imanet…