KARANTİNA sonrasında
özlediğim mekânlara uğradığım bir gündü. Arkadaşımdan biraz önce gitmek
istemiştim buluşacağımız yere. Kendisi de biraz geç kalınca, bir müddet
beklemek durumunda kaldım. Uzun zaman sonra Gülhane Parkı’nda olmak çok iyi
hissettiriyordu. Bu yüzden beklemek hiç de zor gelmemişti o gün.
Biraz
yüksek ve sakin bir alana oturdum. Bir zamanlar saray eşrafının, sultanların,
cihan padişahlarının yürüdüğü yollara baktım. Uzun ağaçların arasında,
İstanbul’un ortasında bambaşka bir dünya Gülhane Parkı. Sanki az önce saatte 70
kilometre hız yapan hızlı trenden inmemişim gibi, kendimi çağlar öncesinde
hissediyorum… Nedense bu geriye dönüş tahayyülümde en çok kıyafetler geldi
gözümün önüne. İhtişamlı kaftanlar, elbiseler, renk renk, çeşit çeşit… Sonrasında
büyük taşlı yüzükler, zümrütten, elmastan kolyeler, paha biçilmez taçlar…
Bileğimdeki
gümüş, ince bileklik alay etti benimle o an. Evden çıkarken, “Acaba fazla mı
olur bu bilekliği takmak?” diye düşünmüştüm. Krem pantolon, gayet düz, sade bir
tunik ve koyu kahve bir mont giymiştim. Başımda bir kenardan uzunca bıraktığım
şalım vardı. Dünyanın neresine gitsem kabul görebilecek kıyafetlerdi üstümdekiler.
Bana ait, geçmişe ait hiçbir şey taşımıyordum. İstanbul’da herhangi bir sokakta
benim tarzımda iki üç kişiyle karşılaşmanız çok olağandı. Kullandığım markalar
pek çok alışveriş merkezinde bulunabilen zincir mağazalara aitti. Bulunması çok
kolay, seri üretim kıyafetler... Tahayyülümdeki insanlar gibi kumaşlarımı
kendim seçip terzilerde kendime özel, zevkime göre diktirdiğim şeyler
değillerdi.
Peki,
az önce bahsettiğim o insanlar benim geçmişimse, ben neden bu hâldeydim?
Kumaşlarım, renklerim, takılarım, ihtişamım da mı çalınmıştı o büyük
savaşlarda? Ben apaçık bir kaybedilişin eseri miydim yoksa? Oysa kalbimde,
dilimde, kalemimde taşıyorum geçmişimi. Saygıyla, sevgiyle ve hürmetle bağlı
hissediyorum kendimi her daim.
Küçükken
çoğumuz gibi bana da mâneviyatın maddiyattan her zaman daha önemli olduğu söylenmişti.
Neyi giydiğimden çok neyi hissettiğim ve düşündüğüm önemli olmalıydı. Öyle de… Düşündüklerim,
hissettiklerim, davranışlarım kesinlikle dış görünüşümden daha önemli. Fakat bu,
maddesel olan her şeyi yok saymak olmamalı. Ayrıca karşısındakiler sakalını
uzatsa sakalını kesen bir Peygamberin ümmetiyiz bizler. Hem madden, hem mânen
kendimize özgü olmamız, Onun hayatında gördüğümüz bir öğreti bizim için. Bunun
dışında, toplumumuzda meşhur bir söz vardır; “Kıyafetinle ağırlanır, sözünle
uğurlanırsın” derler.
Görünüş
belli ölçüde önemli ve kıymetlidir esasen. Mânen kendimizi nasıl donatacağımız
söylendi, bir şekilde gösterildi. Çok şey gördük büyürken; çok farklı
öğretileri çok farklı şekilde gözlemledik. Kandillerde, bayramlarda, Perşembe
gecelerinde, Cuma namazlarında, günde beş vakit mâneviyatın ne demek olduğunu
gördük, hattâ akıllı olanlar sorguladı büyürken bütün bu gördüklerini. Sonra
kendi dini yaptı atasının dinini. Fakat giyiniş, kuşanış kaçımıza anlatıldı
böyle acaba? Hepimiz özel günlerde muntazam şekilde süslendik, aile
fotoğraflarımızı çektirdik. Okula giderken başka, sokakta oynarken başka
kıyafetler vardı üstümüzde. Ama demek istediğim, “biz” gibi görünmedik. Kot
pantolonlarla, T-şörtlerle büyüdük.
Haritalarda
sınırlarla ayrıldı herkes bundan seneler önce. “Bak!” dediler, “Burası senin
sınırın, burası benim. Sen ve senin milletin orada yaşayacak. Ben ve benim
milletim burada”… Peki, neden görünüşte sınırlarımız yok. Küreselleşen dünyada
hepimiz neden aynı görünüyoruz? Stillerimizin adları bile var. Kimi maskülen,
kimi retro… Kategorilere ayrıldık resmen. Oysa parmak izimden yok bir tane
daha. Bulun haydi şu dünyada benden bir tane daha! Bulamazsınız. Makine değilim
ki ben. Seri üretimim yok. Bir taneyim, sadece bir tane! Geçmişimle, çevremle,
yaşadıklarımla, tecrübelerimle, gözlemlerimle…
İnsanım
ben. Kümülatif bir yığınım. Yirmi seneden ibaret değilim. Mâneviyatım gibi
maddiyatımın da bir geçmişi var. Öyleyse onu doğru taşımalıyım mânen de, madden
de!
Savaşın
meydanda olmadığı zamanın çocuğuyum ben, anladım. Bizim savaşımız işte bu! Top
yok, tüfek yok. “Bak, ben düşmanım!” diyen de yok. Akla karanın birbirine
karıştığı, bolluğun imtihan olduğu, boşluğa yumruk salladığımız zamanlardayız.
Âhirin de âhirindeyiz. Ya sona yakın zaferleri göğüsleyecek ya da küfrün içinde
arafta kalıp yok olacağız. Bilge Kral’ın dediği gibi, “Savaş ölünce değil,
düşmana benzeyince kaybedilir”.
Moda
sektörü günümüzdeki en büyük savaşlardan biri benim gözümde. Her işin ibadet
olabileceğine inanırım. “Moda” diye adlandırdıkları sektörde cihad eden bütün
savaşçılara başarılar diliyorum. Sizin yapacağınız işler çok kıymetli. Yapın
şöyle güzel kıyafetler, “biz” gibi olalım! Renklerimizi, ihtişamımızı,
tesettürümüzü geri getirin, inşallah!