Farklı cephelerde aynı savaşlarımız

Savaşın meydanda olmadığı zamanın çocuğuyum ben, anladım. Bizim savaşımız işte bu! Top yok, tüfek yok. “Bak, ben düşmanım!” diyen de yok. Akla karanın birbirine karıştığı, bolluğun imtihan olduğu, boşluğa yumruk salladığımız zamanlardayız. Âhirin de âhirindeyiz.

KARANTİNA sonrasında özlediğim mekânlara uğradığım bir gündü. Arkadaşımdan biraz önce gitmek istemiştim buluşacağımız yere. Kendisi de biraz geç kalınca, bir müddet beklemek durumunda kaldım. Uzun zaman sonra Gülhane Parkı’nda olmak çok iyi hissettiriyordu. Bu yüzden beklemek hiç de zor gelmemişti o gün.

Biraz yüksek ve sakin bir alana oturdum. Bir zamanlar saray eşrafının, sultanların, cihan padişahlarının yürüdüğü yollara baktım. Uzun ağaçların arasında, İstanbul’un ortasında bambaşka bir dünya Gülhane Parkı. Sanki az önce saatte 70 kilometre hız yapan hızlı trenden inmemişim gibi, kendimi çağlar öncesinde hissediyorum… Nedense bu geriye dönüş tahayyülümde en çok kıyafetler geldi gözümün önüne. İhtişamlı kaftanlar, elbiseler, renk renk, çeşit çeşit… Sonrasında büyük taşlı yüzükler, zümrütten, elmastan kolyeler, paha biçilmez taçlar…

Bileğimdeki gümüş, ince bileklik alay etti benimle o an. Evden çıkarken, “Acaba fazla mı olur bu bilekliği takmak?” diye düşünmüştüm. Krem pantolon, gayet düz, sade bir tunik ve koyu kahve bir mont giymiştim. Başımda bir kenardan uzunca bıraktığım şalım vardı. Dünyanın neresine gitsem kabul görebilecek kıyafetlerdi üstümdekiler. Bana ait, geçmişe ait hiçbir şey taşımıyordum. İstanbul’da herhangi bir sokakta benim tarzımda iki üç kişiyle karşılaşmanız çok olağandı. Kullandığım markalar pek çok alışveriş merkezinde bulunabilen zincir mağazalara aitti. Bulunması çok kolay, seri üretim kıyafetler... Tahayyülümdeki insanlar gibi kumaşlarımı kendim seçip terzilerde kendime özel, zevkime göre diktirdiğim şeyler değillerdi.  

Peki, az önce bahsettiğim o insanlar benim geçmişimse, ben neden bu hâldeydim? Kumaşlarım, renklerim, takılarım, ihtişamım da mı çalınmıştı o büyük savaşlarda? Ben apaçık bir kaybedilişin eseri miydim yoksa? Oysa kalbimde, dilimde, kalemimde taşıyorum geçmişimi. Saygıyla, sevgiyle ve hürmetle bağlı hissediyorum kendimi her daim.

Küçükken çoğumuz gibi bana da mâneviyatın maddiyattan her zaman daha önemli olduğu söylenmişti. Neyi giydiğimden çok neyi hissettiğim ve düşündüğüm önemli olmalıydı. Öyle de… Düşündüklerim, hissettiklerim, davranışlarım kesinlikle dış görünüşümden daha önemli. Fakat bu, maddesel olan her şeyi yok saymak olmamalı. Ayrıca karşısındakiler sakalını uzatsa sakalını kesen bir Peygamberin ümmetiyiz bizler. Hem madden, hem mânen kendimize özgü olmamız, Onun hayatında gördüğümüz bir öğreti bizim için. Bunun dışında, toplumumuzda meşhur bir söz vardır; “Kıyafetinle ağırlanır, sözünle uğurlanırsın” derler.

Görünüş belli ölçüde önemli ve kıymetlidir esasen. Mânen kendimizi nasıl donatacağımız söylendi, bir şekilde gösterildi. Çok şey gördük büyürken; çok farklı öğretileri çok farklı şekilde gözlemledik. Kandillerde, bayramlarda, Perşembe gecelerinde, Cuma namazlarında, günde beş vakit mâneviyatın ne demek olduğunu gördük, hattâ akıllı olanlar sorguladı büyürken bütün bu gördüklerini. Sonra kendi dini yaptı atasının dinini. Fakat giyiniş, kuşanış kaçımıza anlatıldı böyle acaba? Hepimiz özel günlerde muntazam şekilde süslendik, aile fotoğraflarımızı çektirdik. Okula giderken başka, sokakta oynarken başka kıyafetler vardı üstümüzde. Ama demek istediğim, “biz” gibi görünmedik. Kot pantolonlarla, T-şörtlerle büyüdük.

Haritalarda sınırlarla ayrıldı herkes bundan seneler önce. “Bak!” dediler, “Burası senin sınırın, burası benim. Sen ve senin milletin orada yaşayacak. Ben ve benim milletim burada”… Peki, neden görünüşte sınırlarımız yok. Küreselleşen dünyada hepimiz neden aynı görünüyoruz? Stillerimizin adları bile var. Kimi maskülen, kimi retro… Kategorilere ayrıldık resmen. Oysa parmak izimden yok bir tane daha. Bulun haydi şu dünyada benden bir tane daha! Bulamazsınız. Makine değilim ki ben. Seri üretimim yok. Bir taneyim, sadece bir tane! Geçmişimle, çevremle, yaşadıklarımla, tecrübelerimle, gözlemlerimle… 

İnsanım ben. Kümülatif bir yığınım. Yirmi seneden ibaret değilim. Mâneviyatım gibi maddiyatımın da bir geçmişi var. Öyleyse onu doğru taşımalıyım mânen de, madden de!

Savaşın meydanda olmadığı zamanın çocuğuyum ben, anladım. Bizim savaşımız işte bu! Top yok, tüfek yok. “Bak, ben düşmanım!” diyen de yok. Akla karanın birbirine karıştığı, bolluğun imtihan olduğu, boşluğa yumruk salladığımız zamanlardayız. Âhirin de âhirindeyiz. Ya sona yakın zaferleri göğüsleyecek ya da küfrün içinde arafta kalıp yok olacağız. Bilge Kral’ın dediği gibi, “Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir”.

Moda sektörü günümüzdeki en büyük savaşlardan biri benim gözümde. Her işin ibadet olabileceğine inanırım. “Moda” diye adlandırdıkları sektörde cihad eden bütün savaşçılara başarılar diliyorum. Sizin yapacağınız işler çok kıymetli. Yapın şöyle güzel kıyafetler, “biz” gibi olalım! Renklerimizi, ihtişamımızı, tesettürümüzü geri getirin, inşallah!