Farklı bir zaviyeden “millî bürokrasiye” bakış

Türk devlet aklının ve iktidarın temkinli bir politika ile yol kat ettiğini, ancak uzun soluklu yolculukta yıpranma payının yüksekliğini göz önünde bulunduruyor, bürokrasi içine sızan/sızdırılan kurum ve kuruluşlarda ihanet şebekelerinin yapılanmaya devam ettiğini, ifşasının hayli zor olduğunu ve fevri değil dikkatli tedbirlerle pek çok sorunun çözülebileceğini, dış mihraklarca finanse edilen ihanet çetelerinin bir gün hakkından gelineceğini düşünüyor ve buna inanıyorum.

“İmgelerin İhaneti”

BELÇİKALI ünlü ressam Rene Magritte, “İmgelerin İhaneti” adlı felsefî düşünceye dayalı tablolar serisinin içinde yer alan bir eserini şu şekilde resmetmiştir: Tuvalde, elinizi uzatsanız alabilecekmişsiniz hissini oluşturacak kadar muntazam çizilmiş ve bir o kadar iyi tonlama ile renklendirilerek neredeyse kusursuz görünüm verilmiş ahşap bir pipo yer alır.

Ressam bu denli gerçekçi resmettiği tabloda yer alan piponun altına, “Ceci n’est pas une pipe” şeklinde bir alt yazı yerleştirmiştir. Bakanın tastamam bir pipo gördüğü bu eserde, görünenin aksini işaret eden alt yazının çevirisi şöyle: “Bu bir pipo değildir!”

Evet, tabloda görünen bir pipo resmidir ama içine tütün doldurulup ateş ile tutuşturulamaz ve dolayısı ile ne dumanı içe çekilebilir, ne dışarı üflenebilir, ne de amaçlanan teselli yahut kutlamaya eşlik edebilir.

Magritte, bu çalışması ile hiçbir şeyin göründüğü gibi ve göründüğü kadar olmadığına, imgelerin ne kadar gerçekçi görünürse görünsün gerçek olmayıp “gerçeğin temsilcisi” konumunda göründüğüne işaret ederek kabul yanılsamalarına dikkat çeker ve geniş perspektifli düşünme pratiğini teklif eder.

Dünya ülkelerine “evrensel” kabul şartı ile servis edilen, küreselleşme ve dijitalleşme ile daha hızlı dolaşıma giren Lâtince kökenli kavramların uygulama usul ve pratikleri de tıpkı Magritte’nin tablosunda olduğu gibi ihanete meyyâl müdahalelere kapı aralamaya müsaittir.

 

 

Bürokrasi kavramını üretenlerin tanrısı “kapital/para” olduğundan, sadece nesnel alışverişte değil, tıynetsiz insan müsveddelerinin meslekten saydığı ajanlık/casusluk gibi hainliklere talebini, ihanet şebekeleri ve terör örgütlerinin güya “hak arayışı” adı altında parçası olmak için satın alınma potansiyelini de göz önünde bulundurduğumuzda, “bürokrasi” kavramının çeteleşmek için ne denli müsait bir alan oluşturduğu gerçekliğine dikkat kesilelim.

 

Kavramların ihaneti

Dünyayı din düşmanlığı ve ayrımcılığı üzerinden parmaklarında oynatmayı kendilerine vazife edinen dünün Haçlı Şövalyeleri, bugünün Siyonist Şirketokrasisi (Corporatocracy), kendi ülkelerinde demokrasiyi yasaklarla, hümanizmi savaşlarla, emperyalizmi anlaşmalarla menfaatleri doğrultusunda yorumlarken, sair ülkelerin devlet yönetimlerine müdahale ederek kavramların lügat mânâları ile işlevselleştirilmesini denetliyor.

Kendilerini dünyayı yönetecek seçkin azınlık ilân eden Evangelist, Siyonist, Kapitalist emperyalistler tarafından kurulan, savaş alanında bükemedikleri inançlı bilekleri uzun soluklu plânlar, entrika ve ihanet çeteleri kurarak özellikle İslâm coğrafyalarının içine konumlandırıp tarumar etme pratiği, tüm dünyaca malûmdur. Dün üç kıtaya hâkim bir medeniyetin yöneticileri önünde ezik ve sefil biçimde kabul görmeyi bekleyen bu inanç düşmanı insanlık taciri ülke yöneticileri, kendi inanç sistemlerince dünyaya hâkim olma tahayyüllerini hayata geçirebilmek için ne yapmaları gerektiğini, yıkımına sebep oldukları medeniyetlerden devşirerek aşılmaz şartlardan oluşan çözümler üretme yeteneklerinin ekmeğini yemeye devam ediyorlar.

Öncelikli olarak küresel yönetim gücünü, tesis edecekleri örgütlenmeyi gerçekleştirerek ve de sair ülkelerin askerî gücünü NATO, siyâsî yeterliliğini BM, küresel entegrasyonunu AB, ekonomisini IMF ve Standard & Poor’s, Fitch ve Moody’s gibi kredi değerlendirme kuruluşlarıyla, sağlığını WHO, hak ve özgürlüklerini AİHM, tarihî değerlerini UNESCO, çocukların himayesini UNICEF ve daha da fazlasıyla, ülkelerin yeraltı kaynaklarının kullanımını, tarımını, sanayiini, eğitim sistemini, millî savunma haklarını kendi kontrolü altına aldığı kurum ve kuruluşları var etmiş ve böylece tüm dünya toplumlarının varlığını kendi imtiyazı altına almıştır. Tavandan tabana yayılan sorumluluk yüklenimi ile izah bulan bu kurum ve kuruluşlar, dünya ülkelerine servis edilerek kabulü zorunlu tutulmuş örgütlerdir. Ki bu örgütlenme varsa “bürokrasi” kavramının türetilmesi de onlara göre elzemdir. Bunun “İşinize gelirse” alaycılığı ile ülke yönetimlerine dikte edilmesi, dünya ülke ve halklarının haklarını görünürde düşünen ancak görünmez dikenli tellerle çevirerek soyut mânâda işgal etme erkinin ifşasıdır. Dolayısıyla her kavram gibi “bürokrasi kavramı da bürokratik değildir”.

Çünkü bu küresel örgütlenme ile tüm sair ülke yönetimleri yaptırıma tâbi tutulabilir, tüm halklar bu örgütlerin işleyişinde tanınan tarafgir muameleye razı olmak zorundadır. İtiraz hakkı yoktur. Teninin rengi, inancı, eğitimi, bu global örgütlerin tanımladığı standartlara uyumsuzsa hak talebi haksızdır. İşte bu, ülke yöneticilerini itaatkâr, toplumlarını ise tepkisiz insan yığınları hâline getirerek yönetme kudretini kendine tanıyan, dünyayı dinsizleştirme politikalarını teknolojik ağlar ile servis ederek kimliksiz tüketim köleleri hâline dönüştürdüğü insanlığı üzerinden rant sağlanan ve kazanç devşirilen kobaylara dönüştüren, “büyük güç” unvanını kendilerine tevdi etmiş ülke yöneticileri, sair ülkelerin yönetimlerini denetlemeyi, mercek altında tutmayı vazife addedince, sair ülkelerde müstakil yönetim ve idealist örgütlenme gibi bir mesele, daha doğrusu sorunsal doğuyor ülke halkları için.

Kendi kavramlarını oluşturamayan, yasal hak ve özgürlüklerini inanç, ahlâk ve idea sacayakları üzerine siyâsî stratejisini inşâ edemeyen toplumların yönetimlerini darbeler, iç savaşlar, siyâsî ve bölücü bakımdan ekonomik terörün her türlüsünü körükleme pratiği ve özellikle İslâm coğrafyalarının tüm imkân ve yetkilerini etkisizleştirerek, olmadı bir bahaneyle savaşa sürükleyerek soykırımı dahi legalleştirebiliyor ve halkların aklî melekeleri gerçeklikle bağı olmayan, sıhhatli uygulama potansiyelinden uzak tanımlarla kuşatılıyorsa, insanlığın bir farkındalık manifestosuna şiddetle ihtiyaç vardır.  

Kartezyen perspektifçiliğin “niyet inşâsı” prensibi ile dünyayı okuduğumuzda, görünen odur ki, “dinsizlik prensibi ile dünyayı yönetme arz ve talebini kendi kendine gerçekleştirmiş zihniyetler için arzı oluşturacak muhatap yoksa halklar da yoktur”. Bunlar tarafından üretilen her sistem, her “-izm”, her akım, her siyâsî ve/veya toplumsal kavramın kökünün Lâtince ve/veya Antik Yunan kökenli olması normal, işlevsizliğince yaptırım gücüne haiz kılınması zulmün, zorbalığın ve haksızlığın özgürlük kostümüne büründürülerek sistemmiş gibi lânse edilip legalleştirilmiş olmasından ibaret bir yanılsamadır.

Düşünebilir miyiz ki, kayıt dışı ekonomiyi kontrol etme gerekçesi ile dünya kamuoyuna -üstelik bir imkân gibi- takdim edilen ve her birimizin cüzdanında birkaç tane bulunan kredi kartlarının pek çoğu aracılığıyla marketlerden aldığımız ürünlere dair tercihlerimizden, fırından aldığımız ekmekten haberdar olacakları bir sistem kuruluyor ve üstelik paramızdan pay alınıyor. Bu bir konfor özgürlüğü, harcama rahatlığı mıdır? Hayır, “bu bir konfor ve özgürlük değildir”! Bu, sömürülmenin bir başka biçimidir. Cebimizdeki paranın nereye harcandığının mahremiyetini koruyamıyorken, paramızdan pay almalarını durduramıyorken, üç beş kişilik şirketlerimizde, eşimiz, dostumuz, gelinimiz, kızımız, komşuluk ilişkilerimizle asayişimizi her daim berkemâl eyleyemiyorken, arkamıza yaslanıp ülke sınırlarımızın güvenliğinden, gökyüzünde kanat çırpan savunma araçlarından, denizlerimizi koruyacak entegrasyon çalışmalarından, millî otomobilimizden, kilometrelerce yollarımızdan, köprülerimizden, mabetlerimizden istifade ederken eleştiri oklarını neredeyse çeyrek asırdır millî mücadele veren iktidara yöneltmek, bir parça dirlik ve birlik anlayışını örselemektir. Kolaydır, hızlıdır ama motive edici olmadığı gibi, ayrıca tek adamdan da çok şey beklemektir.

İşte “bürokrasi” kavramı hakkında, “Böylesi çetrefilli bir düzlem oluştururken, bu yanılsamanın biz dünyalıların dünyasına düşmüş bir gölgesidir” diyebiliriz. Ve ilk defa 1745’te Fransız fizyokrat ve iktisatçı Vincent De Gournay tarafından kullanılarak dünya halklarına servis edilmiştir bürokrasi. Karl Marx, Max Weber gibi sosyal inşâcıların genişleterek ve geliştirerek ülkelerin yönetim ve halklarının kaderine etki edecek değere yükselttiği “bürokratik yönetim”, aslında hangi zihniyetin hâkimiyetinde, hangi güçlü elin ve dilin direktifinde olduğuna bağlı olarak, faydaya dönüşebilecek bir sistem sunuyor.

Ancak Marksizmin öncüsü Karl Marx’ın siyasal kuramlarına talip Lenin’in inşâ ettiği siyasal sistemin Rusya tarihindeki başarısızlığı tarihî bir gerçekliktir. İnsanı sürü hâlinde yönetme kabiliyetini, insan tekinin menfaatlerini gözetiyormuş gibi yaparak reaktif kitlelere dönüştürülme neticesini hedefleyen bu siyâsî kavramlar bir çözüm değil, insanlık için maddî-manevî bir ölüm reçetesi olmuştur.

Buraya kadar kavramın kimler tarafından üretildiği, hangi toplumsal genetiğe uyarlandığı ve/veya coğrafî ve tarihî birikimler, inanç ve geleneksel kodlara uyumlu olup olmadığı hesaba katılmadan ikâme edildiğinde oluşacak arazlara dikkat çekmeyi gerekli buluyorum. Çünkü dinsizlik politikasını esas alarak insan varlığını hiçleştirip ideasız ve dinsiz kitlelere dönüştüren küreselci zihniyetin sosyal bilimcileri, toplum mühendislerinin ürettiği kavramlardan biri olan “demokrasi” gereğince ve gayet demokratik çerçevede gerçekleşen 31 Mart 2024 Yerel Seçimleri sonrası sonuçları değerlendirirken, konunun hezimet olarak kabulüne farklı bir zaviyeden bakmak diledim.

Muradım, kavramları Donkişotvari bir refleks geliştirerek reddetmek değil, ardındaki “niyet inşâsına” dikkat çekmektir. Diyesim şudur ki, yukarıda hangi niyet inşâsı ile servis edildiği malûm kavramlar çerçevesinde okuma yapıldığında, görünenin aksine, Türk halkındaki dirayet ve suni kabullere refleks geliştirme mekanizması, hâlâ diri ve hâlâ dinamiktir. Zira sınırları dikte edilerek sunulmuş siyasal kavramların ikâmesinde görünmez ellerin yaptırım, tehdit ve sinsi plânlarının yanında illegal örgütlenmelerin üzerimize salınmasını, içten ve dıştan çökertme çabalarını aklederek gözlemlediğimizde, gerçekleşen gelişmelerin bir hezimet değil başarı olduğunu düşünüyorum. Bunca girişim, bunca pompalanan algı operasyonu ve onlarca ihanet şebekesinin kurguladığı gelecek plânlarına rağmen millî bir irade çabası içinde olan Türk devlet aklının sergilediği duruş, dünyaya söylediği söz, millî savunmasına yönelik icraat ve yatırımları, bu zoru başarmanın resmidir. Bu bir başarısızlık değil inanış, bir direniş, bir idealizmin ikâmesi için canhıraş mücadele etme ve zaman içinde yıpranmalara rağmen “millîleşme” çabasından vazgeçmeme iradesidir.

 

Akil insanların popülist sanatçılardan tercih edilmesini anlamak ne kadar zorsa, eli kalem tutan, akleden, ülkenin durumunu ve kültürel asimilasyonu dert edinen, rahatını düşünmekten vazgeçmiş, masa başında iki büklüm fikir işçiliği yapan zihinlerle bağ kurulmamasını anlamak da bir o kadar zor.

 

Bu ahvâl, İslâm Medeniyeti’nin esasları dairesinde, Osmanlı Medeniyeti’nin hâkimiyet yeteneğinden beslenmiş ve bu iki dinamik arasında gelmiş geçmiş medeniyetlerimizin bin yıllık birikimini kuşanarak hepitopu iki asrı geçmemiş, salt dünyayı esas alan, insan ruhunu hiçe sayarak sürüleştirmenin yanında din düşmanı zihniyete karşı dünyayı kucaklayan, “adil bir düzen ve adil bir yönetim” yapılanmasından vazgeçmeyişin ceremesinin izahıdır. Elbette yıpranma olacaktır.

Sınırları kendi toplum dokusuna uygun şartlarla çizilmemiş, geçmiş birikimleri dikkate alınmamış, tarihî ve coğrafî genetiğin hiçe sayıldığı demokrasi ve bürokrasi gibi kavramların uygulanmasında marazi sonuçların doğması hem muhtemeldir, hem de sağlıklı bir neticeye götüren yadırgama psikolojisinin habercisidir. Henüz koyunlaşmamış bir kitlenin verdiği reflekse işaret eder ki, sınırları kendi değerleri ile belirlenmemiş siyasal kavramların inşâsında, mutlaka inşâ edenin yetkisi ve emri görünmez biçimde etkindir.

Bunu öyle doğal şartları ekarte eden bir sistemler dizisi ile ifade bulmaya çalışıyoruz ki, güneşin döngüsü bile göz ardı edilebiliyor. Pentagon’dan dünyayı idare etme hırsı, sair dünya ülkelerinde gece ve veya gündüz olmasını umursamıyor. Türkiye ile Washington arasında 7 saatlik bir zaman farkı var. Uyuyamazsın. “Uyursan ölürsün”.

Bizim ülkemizde de, savaş meydanlarında güç yetiremedikleri medeniyetimizi bu ve benzeri kavramları güya halkımızı özgürleştirmek veya şartlarımızı modernleştirmek için bedava taşeronlarını tayin ederek tesis etmeyi bir lütuf gibi sunan zihniyet, millî, dinî ve ahlâkî erozyonun ardından iki savaşla bölüp parçalayarak kendilerine itaat edecek ülke sayısını çoğaltmış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilânı ile başarısını perçinleyerek son yüzyılın büyük gücü olma varsayımına kendini inandırıp kibirlenmeyi haklı bulmuştur.

Ve bizim bu kavramla meselemize kısaca bakacak olursak, kötü yönetimlerin zaaflarından hâsıl olan hizmette yavaşlama, evrak hantallığı ve yetkinin kötüye kullanımından ibaret basit bir sistem olmadığını göz önünde bulundurmamız gerekir. Bürokrasi kavramını üretenlerin tanrısı “kapital/para” olduğundan, sadece nesnel alışverişte değil, tıynetsiz insan müsveddelerinin meslekten saydığı ajanlık/casusluk gibi hainliklere talebini, ihanet şebekeleri ve terör örgütlerinin güya “hak arayışı” adı altında parçası olmak için satın alınma potansiyelini de göz önünde bulundurduğumuzda, “bürokrasi” kavramının çeteleşmek için ne denli müsait bir alan oluşturduğu gerçekliğine dikkat kesilelim.

Görünürde devlet ile halk arasında bağlantı mekanizması olarak tanımlayabileceğimiz, “idare, irade ve iktidar olmakla bağı bulunan resmî toplumsal örgütlenme” şeklinde okuduğumuz bu kavram, ilk olarak 19’uncu yüzyılda Tanzimat Fermanı (3 Kasım 1839) ile Osmanlı Devleti’nin yönetiminde ikâme edilmiştir. Modern devlet anlayışının merkezî devlet olarak geliştirilmesiyle, yönetimin iş bölümü uzmanlaşma, örgütlenme, hiyerarşik bir yapı, kurallara bağlılık ve plânlama çerçevesi içinde geniş grupların disiplinli bir şekilde yönetilmesini gerektiren ve dolayısıyla bir merkezden dağılan bir yönetim biçim sunar. Saltanat yönetimini Meclis-i Vükelâ’dan (hükümet üyeleri, bakanlar, vekiller) Meclis-i Vâlâ’ya (yüce, yüksek) şekline taşır.

 

 

Terörle mücadelenin bütçesinin 3 trilyonu geçtiği düşünülür ve bu bütçenin millet menfaatine kullanımının hangi saiklerle engellendiği göz önüne alınırsa, “millîleşme” gayreti daha bariz hâle gelecektir.

 

İnsanların ihaneti

Saltanat yönetiminden bürokrasiye henüz geçildiğinden, acemiliğimiz hoş görülüp Batı/ldan ithal olduğu için sistemi de Batı/lın elemanları kuracağından, içimize sızma, Batı/lı casuslara kapı aralama gibi zaaflara açık hâle geldiğimizi sarayın bilmediğini düşünmüyorum. Biliniyordu, ancak tehdit ile yönetme politikasında başarılı olan, özellikle plân kurma ve uygulamada üst düzey entrika uzmanlığı ile pek çok ülkeyi sömürgesine almış İngiltere’nin baskısı, Boğazlarımız üzerindeki kullanım yaptırımları, Osmanlı Donanmasını Rusya ile birlikte batırmaları gibi Osmanlı halkını ölüme sürükleyecek adımlar atmamak basiretiyle, bürokratik sisteme geçmek adeta zorunlu hâle gelmiştir. Ve böylece Batı/lın mertçe yenemediği koskoca medeniyet parçalanmak için masaya yatırılmış, stratejiler ve plânlar üretilerek Osmanlı Devleti’nin akıbeti tahayyüllerinde belirlenmiştir.

Şimdi Tanzimat’ın ilânı ve bürokratik sistem ile hedeflenen modernleşme, aydınlanma ve gelişme durumunun göründüğü kadar gerçek mi, yoksa ressam Magritte’nin ifade ettiği “imgelerin ihaneti”nden hareketle “kavramların ihanetini” mi gördüğümüzü soralım ve mazimizde 185 yıl önce ikâme edilen “bürokratik” sistemin doğurduğu birkaç ihanet örneğini hasıraltından çıkarıp yeniden zihin tazeleyelim…

Evet, 1839 yılında Osmanlı Devleti’nin yönetim biçimi kısmen değişmiş, saltanat Batı/ldan ithal bürokratik usullerle modernleştirilmeye tâbi tutulmuştur. O döneme damgasını vuran bir isim dikkat çekicidir. O kişi, 22 yaşında Birleşik Krallık’tan İstanbul’a gönderilen, daha sonra Britanya Büyükelçiliğine atanan ve tam yarım asır Osmanlı Saltanatında sistem emperyalizmini körükleyen Stratford Canning’dir (1786-1880).

Tanzimat’ta, Genç Osmanlıların ayaklanmasında, Bükreş Anlaşması’nda parmağı olan, Navarin Deniz Savaşı’nda korkudan ülkesine kaçan, bir vesile ile yeniden dönen, üç kıtaya Allah inancı ile hâkim olan Osmanlı Saltanatının yönetimine bürokrat olarak müdahale cüretinde bulunan, iç ilişkilere dâhil olan ve modern şuursuzluğun tohumlarını serpen Stratford, İngiliz elçisi bir diplomat olarak görünür ancak saraydan başlayarak halkın maneviyatını tırpanlamak için seferberdir.

Stratford, “İslâm dinini modernleşmenin önünde engel olarak gören” Batılı bir casustur. 1808 yılında gelip 1857 yılında İngiltere’ye dönen Stratford, yarım asırda Osmanlı Sarayında yönetime nüfuz ederek köklü medeniyet geçmişimizin ruhunu çalmışsa da bugün kaynaklarda en başarılı diplomat unvanı ile anılmaya devam etmektedir. Tanzimat ile ikâme edilen bürokratik sistem, bu İngiliz elçisi tarafından müdahale ile manipüle edilebiliyorsa, halkın saltanatçı ve ulusçu olarak çatışması körükleniyor ve nihayet 1876’da Osmanlı Padişahı Abdülaziz elim bir şekilde vefat ediyorsa, “bu bir bürokratik sistem değildir” ve kavramsal ihanetin ta kendisidir.

İşin daha feci boyutu ise, casus elçi Stratford, 31 Ağustos 1876’da tahta çıkan İkinci Abdülhamid Han döneminde Osmanlı topraklarını karış karış dolaşıp İngiltere’de “İkinci Abdülhamid adına sözcülük, Osmanlı Devleti’nde de İngiltere adına arabuluculuk” yapacak, derviş kılığında bir casus olan Şamlı Reşit Efendi’yi kendisinden sonraki dönem için hazırlayacaktır. El-Ezher Üniversitesi Profesörü, Süleymaniye Medreselerinin Başmüderrisi, Doğu ve Batı dillerine hâkim, fıkıh kitapları olan, Osmanlı coğrafyasını karış karış dolaşan, “Türkolog” unvanı taşıyan ve Pantürkizm görüşlü efendilerle iyi anlaşan derviş kılıklı Reşit Efendi ne Şamlıdır, ne de mazbut bir seyyah. O, Macaristanlı Yahudi bir aileden doğma, ileride Siyonizm’i dâvâ edinecek bir İngiliz ajanıdır. Asıl ismi ise Reşit değil, Hermann Wamberger’dir (Arminius Vambery, 1831-1913). O da 22 yaşında İstanbul’a gelmiş, kahvehanelerde şarkı söyleyip farklı diller öğrenmeye çalıştıkça saray erkanına yaklaşmış ve aralarına karışarak İkinci Abdülhamid Han’ın güvenini kazanmıştır. Dil ve din bilgisi ve özel yetenekleri ile gayet başarılı Siyonist bir ajan olup çıkmış bu kişi, Filistin’de, bir Musevî kolonizasyonunun kurulması için özel bir gayret gösterecek ve bu gayretini Padişah’a iletebilecek kadar cüretkârmış.

Bir yarım asır daha Osmanlı Sarayı modernleşme yaptırımları bürokratik yönetim usulleriyle abluka altına alınmışken, içeriden devşirilmiş hainler ve dışarıdan sızmış casuslar sayesinde Abdulhamid Han döneminde 1 milyon 592 bin 806 kilometrekare toprak kaybedilmişse, “bu bir ilericilik ve gelişme değil, gericilik ve gerilemedir” ve bürokrasinin gerçekte tanımlandığının aksine ihanetin maskesidir.

 

Değerlerin feci hâlde dejenere edildiği, inanca ve ahlâka dil uzatmanın özgürlük zannedildiği bir dönemin içinden geçerken fikredenlerin birer bent olarak bu kitlesel çürümenin önünde görevlendirilmesi sağlanmalıdır.

 

Geleceğin ihaneti

Hızla yol alalım ve Cumhuriyet’in ilânıyla bir başka handikaba gebe “tek partili döneme” göz atalım. Aslında hepimizin hâkim olduğu o dönemden küçük bir alıntı ile bağ kurmak bence uygun olacak.

Mustafa Kemal Atatürk tarafından 20 Ekim 1927 tarihinde yayınlanan Nutuk, sonunda Türk gençliğine yönelik bir uyarı, dehşetli bir savaştan henüz çıkılmış, ülke toprakları küçülmüş ve yepyeni bir sistem kurulmuşken, gelecek üzerine bazı şifreler barındırıyor:

“Ey Türk gençliği! Birinci vazifen Türk istiklâlini, Türk cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbâlinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbâlde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır…”

Daha güvenli, daha özgür, dinî sorumlulukların olmadığı, halka seçme ve seçilme hakkının verildiği, Türk kadınlarına devrim niteliğinde özgürlük tanındığı, Vahy-i İlâhî ile bağ kesilip dilin değiştirildiği, Cumhuriyet’in ilân edildiği tarih 29 Ekim 1923’ün üzerinden henüz pek bir zaman geçmediği hâlde “Yaşasın, saltanat yıkıldı! Yaşasın Cumhuriyet, yaşasın özgürlük!” çığlıklarının atılıp sevince gark olunması gereken bir dönemde, istikbâle bakıp “dâhilî ve haricî bedhahların” varlığının hiç bitmeden devam edeceğini ima etmek, yeni sistemin gelişinden belli olan yöntemlerin durup dinlenmeden devam edeceğini öngörme basireti olabilir. 

“İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler” ifadesinde, saltanat ile yönetilen dev bir devletin parçalanışına tanık olmuş ve parçalayanlarla bir masada oturmuş kişinin şer’î hükümlerle yönetileceği ve yeniden saltanata geçilecek şeklinde bir zan barındırdığını düşünmek zor. Öyleyse o “emsalsiz galibiyetin mümessillerinin taze başarısına şahit olmanın farkındalığına dikkat çektiği düşünülebilir. 

“Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir” ifadeleriyle de, Batılı İngiliz aklı ve Amerikan emperyalizminin önünde direnme pratiğini yeni yaşamış biri olarak yukarıdaki elim tasvirin yapıldığı söylenebilir.

“Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini müstevlilerin siyâsî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir” cümlelerinde yer alan “müstevliler/istilâ edenler” ifadesi çok kıymetlidir.

Diyesim, bünyesinde 76 devleti barındıran, yüzölçümü 14 milyon 983 bin kilometrekare olan, dünyanın yegâne gücü Osmanlı Devleti’nin yıkılışı iki asır sürmüşken ve 783 bin 562 kilometrekare bir alanın kurtulabilmesi için binlerce şehit verilmişken, kendisinden koparılarak her birinin bayraklarında bir siyah blok renk yer alması sağlanmış devletlerin kendi bağımsızlık mücadelelerini verme çabası ve toparlanma süreci de göz önünde bulundurulunca, müstevlilerden kast edilenin gelecekte ihtimâl olan bir güç istilâsı yerine, henüz ülke sınırlarımızın yeni çizildiği tecrübesinden hareketle Batılı işgalcilerin neler yapabileceğini öngörmek olarak okunabilir.

Bürokratik ihanet

Evet, Cumhuriyet’in ilânıyla birlikte seçme ve seçilme hakkının tanındığı ülkemizde tek parti ve tek vesika ile seçime gidilmiş, neredeyse çeyrek asır aynı siyâsî iktidarın icraatında bolca eroin fabrikası açılmış, bu fabrikalarda uyuşturucuya müptelâ olan çalışanların delirdiği düşünülerek bir iki tane de ruh ve sinir hastalıkları hastanesi yaptırılmıştır. Uçak veya otomobil yapmak tabiri caizse yasaktır. Yakarlar adamı da, hangarları da… Çünkü Batı/l zihniyetin buyurganlığına itaat etmek gerekmektedir. Ve o dönemde Hilâfet kaldırılmış, medreseler kapatılmış, sivil savunma sanayiine ket vurulmuş, dil değiştiği için çokça kaynak yokmuş ve tek parti nedeni ile oy pusulaları minicikmiş, evrak hantallığı söz konusu bile değilmiş ama yine bürokrasi varmış ve uluslararası anlaşma evrakları daha kıymetliymiş…

Derken iki partili dönem ve ihanetin dehşete düşüren yüzü bu ülkenin tarihine idam sehpasında bir infazla görünmüş: Dirilemezsin, silkelenemezsin, yeniden yeşeremezsin… Bağımsız bir ülke, demokratik bir sistem, bürokratik bir modelle Adnan Menderes’in katli vacip kılınmış. Çünkü devlet adamı din adına da fetva verebilir ya da bürokratik opsiyonlarla fetvayı alabilir merci imiş.

Ardından, neredeyse her on yılda bir kutsanmış Mülkiyecilerle askerî darbeler bürokratik dönüşümün en işlevsel mekanizması hâline gelmiş.

Son olarak FETÖ, tüm bürokratik kurumlara sızarak örgüt içinde örgütlenip bürokratik imkânlardan istifadeyle ülkemizin geleceğine, milletimizin canına kastetmiş. Ki bu, hepimizin malûmu.

Ve vatan, millet, devlet gibi kavramların değerinden bîhaber bir aklıevvelin 2019 Yerel Seçimleri sonrası “Biz 145 yıldır demokrasi mücadelesi veriyoruz” deyip kendisine sorulduğunda Birinci Meşrutiyeti (ki Sultan Abdulaziz’in elim ölümüne tekabül eden tarihtir) adres göstermesi, içinde bulunduğumuz siyâsî erozyonun izahı hükmündedir.

 

 

Millîleşme, söz konusu milletlerin kendi kodları ve birikim normları dairesinde şekillendiğinden, bunca kavramsal kuşatma ve işgal içinde inanç değerleri ve erdemlerinden sıyrılmamaya özen göstererek sarf edilen çaba misliyle kıymetlidir. Ancak daha iyisi, daha fazlası için çözüm önerileri de bir o kadar değerli.

 

Sonuç

Bu hızlı ve kısa hatırlatmalar hepimizin malûmu, ancak son çeyrek asır gelişmeleriyle sadece bu birkaç örnek kıyaslandığında, öpüp başımıza koyacağımız bir diriliş ve bir dirayet manzumesi görebiliriz. Elbette arazlar, noksanlıklar ve kusurlar var fakat pek çok badirenin, iktidarın “millîleşme” çabasına ayak bağı olsun diye dört bir yandan üzerimize salınmış birer engel olduğunu unutmamak lâzım.

Terörle mücadelenin bütçesinin 3 trilyonu geçtiği düşünülür ve bu bütçenin millet menfaatine kullanımının hangi saiklerle engellendiği göz önüne alınırsa, “millîleşme” gayreti daha bariz hâle gelecektir. Öte yandan millîleşme, söz konusu milletlerin kendi kodları ve birikim normları dairesinde şekillendiğinden, bunca kavramsal kuşatma ve işgal içinde inanç değerleri ve erdemlerinden sıyrılmamaya özen göstererek sarf edilen çaba misliyle kıymetlidir. Ancak daha iyisi, daha fazlası için çözüm önerileri de bir o kadar değerli.

Ben Türk devlet aklının ve iktidarın temkinli bir politika ile yol kat ettiğini, ancak uzun soluklu yolculukta yıpranma payının yüksekliğini göz önünde bulunduruyor, bürokrasi içine sızan/sızdırılan kurum ve kuruluşlarda ihanet şebekelerinin yapılanmaya devam ettiğini, ifşasının hayli zor olduğunu ve fevri değil dikkatli tedbirlerle pek çok sorunun çözülebileceğini, dış mihraklarca finanse edilen ihanet çetelerinin bir gün hakkından gelineceğini düşünüyor ve buna inanıyorum.

Yalnız şu çözüm önerisini buraya kaydetmekte fayda buluyorum…

Bernard Lewis’in “İslâm’ın Siyasal Söylemi” (The Political Language of Islam, 2007) isimli kitabında şöyle bir tespit yer alıyor:

“Türkiye’de yazarlar, düşünürler, üniversite profesörleri ve işadamları, dünyadaki benzerleri düzeyinde yetenekli, iyi eğitilmiş, deneyim sahibi kişiler olmalarına karşın siyasal sistem bu insanları son derece etkin bir biçimde iktidardan uzak tutacak şekilde tasarlanmıştır. (…) Başka hiçbir ülkede eğitimli seçkinlerin düzeyiyle siyasal sınıfın düzeyi arasındaki fark, Türkiye ölçüsünde büyük değildir.”

Akil insanların popülist sanatçılardan tercih edilmesini anlamak ne kadar zorsa, eli kalem tutan, akleden, ülkenin durumunu ve kültürel asimilasyonu dert edinen, rahatını düşünmekten vazgeçmiş, masa başında iki büklüm fikir işçiliği yapan zihinlerle bağ kurulmamasını anlamak da bir o kadar zor.

Hiçbir beklentisi olmayan, dinî, millî ve ahlâkî değerlerin çürümesine müsaade etmemek için uykuları bölünen, “Belki bir akla, bir kalbe dokunurum” umuduyla yazan, konuşan, anlatan ve böylesi düşünen insanlarımıza kıymet verilmesi, kültürel şûrâlar kurularak bu enerjinin daha aktif hâle getirilmesi ve daha geniş kitlelere eriştirilmesi kıymetli bir çaba olacaktır.

Zira böylesi bir çaba içinde olanların varlığı kültürel bir sigorta ve fikriyat zenginliği açısından toplumsal değerlerin garantisi hükmündedir. Değerlerin feci hâlde dejenere edildiği, inanca ve ahlâka dil uzatmanın özgürlük zannedildiği bir dönemin içinden geçerken fikredenlerin birer bent olarak bu kitlesel çürümenin önünde görevlendirilmesi sağlanmalıdır. Ki bu kâht-ı ricâle de çözüm olacak bürokratik boşluklarda görevlendirilecek koruyuculara dönüşeceklerdir. 

Yıkılıpdur bu cihân sanma ki bizde düzele/ Devlet-i çarh-ı denî verdi kamu mübtezele/ Şimdi ebvâb-ı saâdetde gezer hep hezele/ İşimiz kaldı hemân merhamet-i lem-yezele…” (“Cihangir”, Sultan Üçüncü Mahmud)

Tevfik bizden, takdir Allah’tan…