Farkın farkındasızlığı

Sorunun amacı cevap değildir. Sorunun amacı merak etmektir. Farkına varmak, farkına vardığını bilmek, bu ânı devam ettirmek için soruları çeşitlendirmek ve sonra farkındalığı, farklılığı, içine doğan bazı hislerin verdiği heyecanı ve şaşkınlığı yaşamaktır. “İki kere iki kaç eder?” sorusunun cevabı, sonuç değildir; cevap daha önceden yazılmıştır ve siz bunu onaylarsınız sadece…

BİLİM ve ilimden gâye, yol ve yolcudur. Yolcu yola ve varmaya niyet ettiyse, varamasa da yolda, yola çıkmayanlardan daha çok şeye tanıklık etmiş olarak bir şeylere varmış olacak. Bilim hedefe odaklansa da, hedefe götüren yolların çeşitliliği ve yolların içeriği, yolcuyu heyecanlandırmaya yeter. Burada bilginin her alanına giremem; içinden sadece, insanı ve onu günümüzde en çok etki altında bırakarak kendine yabancılaştıran birkaç unsura değinmek isterim…

Bir medya kanalı için yapılan reklâmda şöyle bir davet vardı: “Daha zengin içerikli, daha çok kategoride yapımlar sizleri bekliyor.” (Yedi gün yirmi dört saat ekran karşısında oturun biz, size seyredecek bir şeyler buluruz. Zaten yapacak daha önemli bir işiniz yok.)

Farklı senaryoları, her geçen gün gelişen teknolojik altyapısı ile efektlerde ve görüntülerdeki cezbedici çekiciliğin artması daha çok beyni TV karşısında saatlerce teslim alıyor. TV, cep telefonu, bilgisayar oyunları farklı kategorilerde farklı kesimleri kendine bağlayarak ömür denen sermayeyi zalimce harcıyor. İnsana o kadar çok yönden zarar veriyor ki bireysel etkileri ayrı ama toplumsal zararlarını düşününce acil müdahale edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu aciliyet ve farkındalığın henüz oluşamaması da ayrı bir trajedi tabiî.

Araştırma yaptıkları için, okudukları ve yoğun bir tempoda çalıştıkları için vakti olmayan az bir kesimi konu dışı bırakmak istiyorum. Onlar zaten çok meşguller. Medya sektörü kendi içinde çok büyük bir ekonomi barındırıyor. Çalışan sayısı, yapılan yatırımlar, kazanılan paralar astronomik ölçülere ulaşabiliyor. Bu konu yabancı ülkelerde film sektöründe zirveye ulaşıyor. Bu ekonominin tek bir lokomotifi var tabiî; harcanması için gönüllü olarak ömür sermayelerini sunanlar…

İçeriğinde mutlaka faydalı ve gerekli olan yapımlar da var. Haberler, değerlerimize hizmet eden yapımlar… Lâkin fayda uğruna her geçen gün biraz daha bizi bizden alan bir olay var burada. Geçenlerde alışveriş için bulunduğum bir marketin önündeyken, birden etrafta bir panik havası oluştu. Kısmî işitme engelli olduğum için çevredeki tüm o seslerin işitme cihazımda oluşturduğu gürültü içinde silah sesini ayırt edememiştim. Çevrede bulunan, özellikle genç kesimden bazı şahısların hızla olay bölgesine koştuklarını gördüm. Çevre için tehlikenin geçip geçmediği henüz netleşmeden, olay yerine düşüncesiz bir cesaretle hızla yöneliş beni çok etkiledi. Normal olarak nitelenen bir çizgide yaşanan olaylar zinciri beyinde ve sonrasında vücûdun genelinde duygusal ve düşünsel olarak büyük gelgitlere sebep olmuyordu. Yaşamın, var olmanın bizzat kendisi yeterli değildi. İnsanın içini âdeta elektrik çarpması gibi yapacak sürprizler için dış etkenlere ihtiyaç olduğunu gördüm. O insanları olay yerine koşturan hâdisenin kendisi yani silah sesi değil, yaşamlarını farklı kılmaya olan açlıktı. Farkı aradıkları farkındasızlıktı...

İş, okul, ev derken, yaşanan olaylar ve geçen zamanların birbirine benzemesi, bu sıradanlığı bozacak etkiyi bizim kendi kendimize sağlayamamamız, dışarıda yaşanacak bazı olayların sıra dışı olarak tanımlanmasına neden oluyordu. Yaşam her ânı ile farklı idi ama biz bu farkı göremediğimiz için farklı olaylara tanıklık etmek istiyorduk. Tehlikeli, iyi ya da kötü olması önemli değildi. İşte bu beklentinin en iyi farkında olan medya, bazı teknoloji ve içerik üreticileri, sosyal medya gibi unsurlar, tam gaz insanın kendine yapamadığının, içinde bulamadığının yerine geçebilecek içeriklerle çok kolay hipnoz altına aldı insanları. İnsanın tükenmesine yatırım yapanlar ve bu pastadan her geçen daha fazla pay almak isteyenler âdeta yarışta. Bizler de bu yarışın gönüllü destekçiyiz.

Ellerimi yıkamak için açtığım musluktan akan suya bakıyorum. Ziyaretçisi eksik olmayan ünlü şelâleler canlanıyor gözlerimde. Şu akan sudan farkları ne ola ki? Yüksek bir yamaçtan aşağı büyük bir hacimde bol köpüklü ve sesli akmaları mı, çevredeki kayalık ve yeşil arka plân ya da etrafta hayran hayran fotoğraf çeken insanlar mı? Doğru ya, şu musluktan akan suyun neyine hayranlıkla bakacağız?

Bir gün apartmanımızın içinde üst katlardan yüksek sesler gelmeye başladı. Bir kavga hâli olduğu belliydi, kısa süre sonra apartman önüne polis ekip araçları ve sonrasında bekçiler gelmeye başladı. Koşar adım içeri girip üst katlara doğru çıktılar. Sonra olay çıkaran ilgili şahsı apar topar aşağı indirip ekip aracına almaya çalıştılar. Şahıs bütün gücüyle binmemek için direniyor ve bağırıyordu. Akşam vakti civardaki binaların çoğunun pencereleri insan ile dolmuştu. Dışarıda olay vardı. Yani sıradan hayata müdahale vardı.

Şimdi buradan seslenmek istiyorum: Ey ahali! Hayran hayran pencerelerinizden dışarı (sonsuz büyüklükte bir kâinatın, bir galaksinin içinde, bir yıldızın yörüngesinde, yaklaşık saatte 108 bin kilometre hızla yolculuk yapan Dünya’dan, uzay aracındaki bir pencereden) bakmak için, varlığınıza tanıklık etmek, yaşamın sizleri bir uçaktan paraşütsüz attıklarında ne hissedecekseniz o şekilde sarsabilmesi için ne yapmalı, nasıl anlatmalı, hangi kelimeleri yan yana getirmeliyim?

Uyanmak, şaşırmak ve sorgulamak için deprem, sel, yangın, hastalık, sürpriz veya başınızın üstünde patlayacak havai fişeklere daha ne kadar ihtiyaç duyacaksınız? İllâ birileri ya da bir şeyler olması mı gerek? Gece vakti birinin avaz avaz bağırması mı gerek? Musluktan akan su, gerçekten o kadar basit mi?


Soruyu yaşayın, cevaba takılmayın

Olmak… Olan bir kâinat… Beden, akıl, ruh… İnanılmaz her biri! Ve kendi çapında bir sır hepsi… Öyle ki, hiçbir bilim ve bilim adamının içinden çıkamayacağı sırlar bunlar. Yaratan’a da, yaratılana da ne kadar hayran kalsak nafile!

İnsanın burada kendine ve başkasına verebileceği en büyük hediye, sorular. Sorunun amacı cevap değildir. Sorunun amacı merak etmektir. Farkına varmak, farkına vardığını bilmek, bu ânı devam ettirmek için soruları çeşitlendirmek ve sonra farkındalığı, farklılığı, içine doğan bazı hislerin verdiği heyecanı ve şaşkınlığı yaşamaktır. “İki kere iki kaç eder?” sorusunun cevabı, sonuç değildir; cevap daha önceden yazılmıştır ve siz bunu onaylarsınız sadece…

“Neden ve nasıl var oldum?” sorusunu, birinin karşınıza geçip de kelime kelime ifade etmesi gerekmez. Sorun ve sonra aldığınız nefesi izleyin, ilk kez görüyormuş gibi ellerinize bakın, adımlarınızı izleyin, yağmura dokunun… İlk kez tanık olun siz de olana ve sizinle olana. Soruyu yaşayın, cevaba takılmayın…

Yaşanan, olan, bilinen ve bilinemeyen hiçbir şeyin net bir şekilde kelimelere dönüşmesini beklemeyin. Yaratılış ve oluş, kelimelere sığacak bir şey değil, buna inanın! Onun bir kısmını hissedebilirsiniz sadece ve zaten biz de ancak az, o az bir kısmı kaldırabiliriz. Daha fazlası için taşıyabilecek gönül hacmimizin artması gerek. Bunun yolu da anda olmaktan, soru sormaktan, hissedebilmek için kendine verdiği randevuların Yaratıcıya teslim olduğu zamanların ve niyetlerin artmasıyla mümkün…

Kelimelere sığan şeylerin heyecanı azdır. Burada yazılan sırlar ve hikmetler de okunarak değil, ancak her şeyden geçip o hiçbir şeyin olmadığı boşlukta hissedebildiğinizde bir anlam kazanır. Yoksa “Okudum ve anladım”, “Doğru söylüyor” veya “Hayır, katılmıyorum” mu diyorsunuz? Her halükârda haklısınız…

Ben size doğruyu veremem, çünkü bilmiyorum. Burada hakikat diye size sunduklarım, hakikatin kendisi asla olamaz. Yaratıcıdan bahsetmek, O’nu gözler önüne sermez. Sevgiden bahsetmek, sevginin kendisi değildir. Cennet ve Cehennem, asla bahsettiğimiz bir şeyler değildir. Onlar sadece ve sadece yaşanabilir.

Okumak lâzım, çok okumak! Kendini ve çevreyi meraklı bir zihinle taramak ve yeni sorular geliştirmek lâzım. Okudukça beynimizde bağlantı sayısı artar. Hayata bakan, yaşama açılan pencere sayısı da... Daha farklı, daha geniş düşünürüz. Sonra yazarız. Yazarak bağlantı kurar insan yoklukla. Gaipten gelir kelimeler. Bir yağmur yağar belli olmayan göklerden. İnsan, varlığının dağınık parçalarını toplamaya, anlamaya, sonra da anlatmaya çalışır kendini. Okuyarak, yazarak iletişim kurmaya çalışır kendisi ve kaderiyle. İnsanın davranışları, kendine ve yaşamına verdiği değeri gösterir. O kadar ucuza gitmesin ne olur!

Kendine yaklaştıkça güzelleşir dünya, kendiyle meşgul oldukça, kendi için okuyup yazdıkça gelişir, yollar açar, yollar yapar. Kendine yol aldıkça yol alır Hakk’a. Kendini tanıdıkça tanır yaşamı. Kendini sevdikçe sever her şeyi. Kendine verdikçe verir herkese. İhtiyacı olduğunu bilir bir Yaratıcıya, bir komşuya, bir dosta… O yüzden önce kendini bulması gerek ki bulsun o dostu. Kendini bulamayan neyi bulmuş olur?

Dosta kuru lâf, dünün pekmezi hediye edilmez! Dosta verilecek en güzel hediye, kendindir. Ona kendini verirsin, o da sana kendini. Galaksiler çarpışır gibi çarpışır o zamanlarda hisler. Kelimelerin ötesinde bir alışveriş olur.

Farkında olmak için niyet etmek gerek. Yaşadıklarımızı bir yere yazmak ve tahlil etmek gerek. Bakalım kan değerlerimiz, pardon can değerlerimiz ne? Eksik ya da fazla olan ne? Bilim istiyorsan, al sana bilim! Film istiyorsan, al sana film! Senaryo istiyorsan, işte her an yeniden yazılan bir senaryo! Sırsa sır, heyecansa heyecan! Macera ise… Senden daha büyük bir macera yok bu evrende! Bu evrende senden daha büyük bir amaç yok. Amaç senken, sen geçici ve içinde ruh olmayan küçük amaçlar icat edip ömrünü sorgusuz suâlsiz harcarsan, harcanırsın en acı şekilde. Üretemeyen tükenir bu hayatta. Aramayan bulamaz. Kendisiyle karşılaşamayan, karşılaşamaz hakikatle. Soramayan, hissedemez olmayanı. Olmayanı merak etmeyen, olan içinde yitip gider.

Kaybolan kalan zamanları değerli, konforlu kılmak ve zevkli hâle getirmek için medya, teknoloji ve içerik üreticileri canla başla uğraşırlar. Daha fazla insanın kaybolması ve bu sayede daha zengin insan ve şirketlerin artması için… Kendini bilmek yolculuğu hele böyle bir zamanda gerçekten çetin bir mücadeleyi gerektiriyor. Böyle bir mücadeleyi, donanımı zayıf bir insanın çok yıpratıcı ve güçlü dış unsurlar karşısında tek başına kazanması mümkün olamayacaktır. Toplumun ve idarecilerin birlikte hareket etmeleri ama idarecilerin ayrıca halkı korumalarının/yönlendirmelerinin çok önemli olduğu kanaatindeyim.

Burada bazı şeyleri yanlış değerlendirmiş olabilirim ama tamamen kendi gözlemim olarak şunları ifade etmek istiyorum: Medyanın bazı unsurları, bazı içerikleri gerçekten toplumun ve insanın yapısına zararları büyükken buna dur dememesi, idarecilerin çok da müdahaleci olmaması, yaptırımların yetersizliği ve tam tersi bu tür yapımların artması gerçekten çok üzücü. Örneğin, televizyon kanallarında aşırı derecede dizi film kalabalığı var. Bunlar içerik olarak neredeyse birbirine yakın yapımlar ve ne toplumumuzun özüne hizmet ediyorlar, ne de insanın arayışlarına, gelişimine katkı sunuyorlar. Tam tersi istikametteki sahte amaç ve gösterişlerle diğer yandan maddiyat, güzellik ve güç yok ise, hayatın boş ve eksik olduğunu aşılamaya çalışan içerikleriyle gerçekten zarar veren şeyler olduğu düşüncesindeyim.

İnsanların ve toplumların nereye doğru gittiklerini akşam haberleri gayet iyi gösteriyor. Olan belli de, ne yapılması gerektiği çok net değil galiba. Gerçekten insana hizmet eden insanlar ve çalışmalar da az değil ama teraziye iyi bakmak gerek. Bilim, teknoloji, tıp, eğitim ve idareler, insana zarar veren unsurlar karşısında ne kadar etkililer? İyi bir şeyler yapmak isteyenler kendi aralarında ne kadar organize, birlik ve birbirlerine destek içinde?

Bilim, artık maddeyi parçalamakla, mikroskopla derinlere, teleskopla uzaklara bakmakla uğraştığı kadar insanı anlamak, bütünleştirmek, donatmak için de çaba harcamalı. Bilim insanı bulamıyor, birleştiremiyor ve geliştiremiyorsa, bulduklarının ve bulacaklarının ne anlamı var? Bir futbol maçı, bir sinema filmi, bir müzik ya da çok fazla insanın elini çenesine dayayıp da “Bugün canım çok sıkılıyor, ne yapsam?” dediği meslekten daha fazla insanı cezbedip çekemiyorsa, lütfen, bilim önce kendini bulsun!