BELKİ de insan ömründe,
sorgulamaların revaçta olduğu gençlik döneminin değişmez ve âdeta baş çeken
arayış sorgusu, “Dünyanın amacı nedir?” sorusudur.
Elbette
dönemsel olarak ve yaşanmışlıklarla bu soruya farklı yanıtlar verilebilir.
Nitekim ben de kendi sorgulamalarımda sürekli “Dünyanın bir amacı var mıdır, yoksa
dünya bir amaç mıdır?” ikilemi arasında gidip gelmişimdir. Fakat genel olarak
ikincisine daha yakın buldum kendimi ve dünyanın bir amaç olduğunu düşündüm.
Dünyadan kastım yaşam idi ve illâ yaşamın bir amacı olacaksa buna göre yaşamın
amacı da yaşamdı. Yani hiçbir insan ölmek için yaşamazdı; insan yaşamak için
yaşardı ya da öyle olmalıydı.
Yaşamanın
amacı yaşamaktı ancak bu noktada zihinlerde ikinci bir suâl hemen kendine yer
hazırlamış bulunuyordu: “Yaşamak iyi, güzel de, nasıl yaşamak?”
Bu
sorunun cevabı basitti: İnsanca yaşamak…
Cevap
basitti ama zor olan, insanca yaşamanın içini doldurmaktı. Yani insanca
yaşamanın, insan olmanın temelinde ne vardı?
Hepimiz
insan olarak doğarız ve bizi eşref-i mahlûkat kılan nokta da burasıdır. Fakat şu
hayatta insan olmaktan daha önemli bir şey varsa, o da insan kalmaktır. Bu
sebeple zaten maharet, insan olmak değil, insan kalmaktır. İnsanlığımızdan
soyutlandığımız şu günlerde tekrar insan olmayı talep edersek, bunun
gerekliliği bakımından insan olmanın temelini fark etmemiz gerekir. Şahsen
yıllarca bu temele yerleştirdiğim değer, adâletti. Adâlet, benim için dünyadaki
en yüce değerdi ve hep adâlet uğruna yaşamam ve mücadele etmem gerektiğini
düşünürdüm. Lâkin daha sonra adâletten daha yüce bir değer fark ettim ki, o da
merhametti.
Bu
fark ediş bana yetmemiş olacak ki daha sonraki keşfim merhametin ne olduğuna
yönelikti; kendi içimizde sağlamamız gereken adâletin diğer adıydı merhamet.
Aslında
dünya genelinde çekilen sıkıntıların bir sebebi de tam bu noktada ortaya
çıkmaktaydı! Kendi içimizde sağlamamız gereken adâleti dünyadan bekliyorduk. Oysa
dünyada adâleti sağlamanın neredeyse imkânsız olduğu aşikârdı. Zaten mesele de
kendi iç dünyamızda adâleti sağlamaktı ve bu da merhametle mümkündü. Öyle ki,
insan beşerdi ve şaşardı; adâletle hüküm vereceği meselede bilinmezliklerden ya
da dıştan görme ile görünmezliklerden ötürü hakikatli bir karar
veremeyebilirdi. Ancak aynı meseleye merhametle hüküm vermeyi tercih etse,
bundan ötürü pek kârlı çıkabilirdi. İşimiz hesap ya da çıkar değil, insan olma
çabası!
Bu
noktada başka bir suâl: Ben bu meselelerde hangi noktadayım?
Hâlimi
tarif için şahsen insan olmanın temelinde yatan “kendi içinde adâleti sağlamayı
ve merhametle davranmayı” kendimce “güzel
sevmek” çatısı altında topladım. Şu zamana kadar güzel sevmenin farkında
olmadan yaşamış olmak bana ağır geliyordu, bundan sonrasına da vadem yeter
miydi, bilmiyordum. Diğer taraftan, güzel sevmenin altın kuralı da yeterince
dert çekmekti; benim derdim buna yeter miydi, onu da bilmiyordum...
Hâlim
böyle niceydi fakat yazının başından bu yana hep soru sorup sonrasında da cevap
vermeye çalışıyorum; öyle ki, geç fark ettiğim bir şey de maharetin cevap
vermekte değil, soru sormakta olduğuydu. Her şeye dair soru sorabilmek,
sorgulayabilmek…
Çünkü
soru sorabilme hâli bize bir şeyi fark ettiriyordu: Fark etmemiz gerektiğini…
Yani insan olmanın, diğer canlılardan ayrılmanın yolu, şu hayattaki pek çok
fark etmekten geçiyordu. Ek olarak, fark edileceklerin ilk maddesi de karşımıza
“ölüm” olarak çıkıyordu.
Biliriz
ki, şu dünya hayatında öleceğini bilerek yaşayan tek canlı türü, insan. Fakat
öleceğimizi bilmek insan olmamıza yetmiyor!
Yani
yolun sonunu bilmek, bizi insan yapmıyordu ve bu nedenle yolun sonunu fark
etmek, yolun sonunu görmek gerekiyordu. Fark edecektik ki gündelik hayatı
beslenme, barınma ve üreme olan hayvanlardan farklı bir yaşama nail olalım…
Elbette
fark etmelerin tek maddesi yok. Yani fark etmemiz gereken pek çok şey var ve
zaten dünya da bunun için var.
Sonuç olarak, ilk satırlara atıfta bulunup meseleye nokta koymak gerekirse, “Dünyanın amacı, fark etmek” diyebiliriz. Binaenaleyh, meselenin özü gereği bir an evvel fark etmeli. En azından farkı fark etmeli…