Farketmez “nesli”

“Olan şey gençlere mi oldu? Evlere mi? Ailelere mi?” diye mevzuu derinleştirmeliyiz. Bilmemiz gereken bir hakikat şu ki, biz, her birimiz anne ve baba olarak kendi tutumlarımızı değiştirmedikçe, gençler, “fark etmez nesli” olarak kalmaya devam edecek…

BEBEK anne rahmine düştü. Önce ultrason görüntüleriyle mahremiyet sınırları aşıldı. Sonra Beybi şovırlarla cinsiyeti ifşa edildi! Sessiz sedasız korunduğu yedi kat korunma duvarları yıkıldı sonra. Ellerinde çekiçlerle bekleyen popüler kültürün zebanileri karşısında sığınacak tek kucak dahi bulamadan elden ele dolaştırıldı. Kesilen göbek bağı değildi yalnız, annesi ile arasında kalan biriciklik bağı da darbe görüyordu an be an. Sosyal medya hesapları yıkılıyordu anneye göre; beğeniler, tebrikler “ay ay” çekilen dallı budaklı fotoğraflar, yetmedi altı ay, dokuz ay, on iki aylık kutlamalar…

Herkes herkesleşmemek için herkes gibi davranıyordu! “En iyisi benim” galiba dedi birisi. Buna o kadar inanmıştı ki, kendinden önceki en iyi olanın bile farkında değildi. Dahası “en iyi”lik mâkâmının anlamı bile herkesleşmişti. O sebeple de çocuklara verilen isim, herkesçe olmamalıydı. Kimsede olmayacak, çocuğu marka yapacak isimler araştırıldı dikkatlice. Hiçbir detaydan kaçınılmamalıydı. O, çocuk patentli ilk ve tek orijinal, biraz da marjinal bir isme sahip olmalıydı. Oldu da! Benlik ve bencillik arasındaki ince çizgi de böylelikle karalanmış oldu.

Zaman geçip gidiyordu usulünce. Çocuğun en temel hakkı olan anne sütü, dönemin şartları gereği ne popülerse ondan etkilendi. Bazen çok gerekli, bazense bırakabilir bir ihtiyaç olarak görüldü. Bazen de travma başlığı altında, sıkılmış anneliğin, giyilemeyen ya da lekeli kıyafetlerin istenmeyişinin kurbanı oldu. Ek gıda zamanı gelince itina ile hazırlanmış tüm menü sırası dahi karıştırılmadan yapılmalıydı. Zira kimse “Bir çocuğa bile bakamıyor” dememeliydi. Yetersiz annelik sendromu öyle beter bir virüstü ki aşısı olmayana anında bulaşıp muhatabını kör kütük hasta edebiliyordu. Sonra yavaş yavaş yeni bir kültür yüklendi belleğe. Bizim yeme kültürümüz bir nevi azgınlık/ gösteriş kültürüne dönüşüyordu. Dolaşım ve boşaltım sistemi arasında boru görevi gören yığınların fan’ı olduğu bu kültür, çocuğun uzun vadede hafızasındaki yerini almıştı maalesef.

Bununla beraber kıyaslanma seviyesi zirve olan vicdanlar sayesinde çocukların dolabı envai çeşit kıyafetlerle donatıldı. Eskiler “Bebeğin yediği helal, giydiği haram” derken aslında ihtiyaç fazlası alınan şeylerin çocuğun hızlı geliştiği için ziyan olabileceğine dem vurmasındandı ama bu mantık çok da uymamıştı herkeslere… Kıyafetler ve dahi evdeki kıyafetler kusursuz olmalıydı. Üzerinde uzun süre kullanım olmaması gereken marka kıyafetler, marka eşyalar, bohem tarzı, Avrupai, organik, inorganik alternatifleriyle içimize yerleşti. Nesneye tapınma ritüelleri de böyle böyle başlandı.

Akıp giden insandı aslında. An’ının farkında olmayan insan, anı gelecekte gördü. Yavrusu için ev, araba, okul yatırımları için aldıkça aldı. Doğru yanlış demeden çalıştıkça çalıştı para kazanmak için. “Biraz kredinin ne zararı olurdu ki!” derken, çocuğun kursağına girdi yavaş yavaş lokma-i faiz. Tertemiz bedeni gözlerin önünde harap edilirken ruhu da yaralanmaya başlamıştı. Çocuğun tertemiz fıtratına yapılan bir darbe de buradan gelmiş oldu. “Her şey senin için” sloganı altında mükemmel ebeveynlik yarışında tatmin olan ailelerdi aslında.

Henüz annesinin kucağına doyamayan çocuklar sosyalleşmeli mottosuyla karşılaştı bu sefer de. Bir saati bir ailenin bir öğününe denk gelen oyun gruplarında, bulgur, makarna irmik karıştıra karıştıra motor gelişiminin gelişeceğine inanıldı. Motoru gelişen çocuğun israf ve sınır öğretisi teklemeye başlayacaktı yakında ama annenin sakin sakin yudumlayacağı bir yudum kahve uğruna değerdi tüm bunlar.

(Yazarın buradaki maksadının anlamı çok daha derinlerde saklı. Annelerin yalnızlık ihtiyacını görmezden geldiği fısıltısı hakikati barındırmıyor zira yazar yazarken arka fondan gelen seslerin bizzat şahidi…)

“Bir çocuk yetiştirmek için bir köy gerekli” demiş yine eskiler. Fakat köy demode olunca şehirciler için herkes kendi kabuğuna çekilmiş. Fanusta çocuk yetiştirmeye çalışıyor herkes. (Hem sosyalleşmesine karşı hem de fanus diyor bu yazar da diyerek bir çelişmeye yönelmesin zihinler. Zira sosyalleşmenin de bir zamanı olduğunun altını çiziyor, toplumsal buluşmaların kıymetine dem vuruyorum biraz da…)

Azıcıkta koşup oynasın diye parka götürüldü çocuk. Koşarken düştü yere. “Anne beni görmüyor musun?” diye bağırdı. Elinde telefonu ile uğraşırken “Tamam hadi geç kalıyoruz, çabuk ol” dedi annesi. Çocuk anlam veremedi. Az önce gülümsemesi için kırk takla atan, ona tüm kelimelerin en güzelini haykıran annesi gitmiş, yerine ekran karşısında anlamsız şeyler söyleyen biri gelmişti. Bir eylem daha yükledi hafızasına çocuk.

Çocuk büyüdükçe her anı olay. Yürüdü olay, yapıldı kutlamalar. Konuştu olay, dişi çıktı olay, okula başladı olay. Bu kadar merkezde olan çocuğun üzerine başka bir çocuk gelince başkalaşmaması olurdu bir olay. Kardeş kıskançlığı, kabullenmemeler, zorbalıklar pat diye ortaya çıkmadı nihayetinde. Dengesi bulunmayan ilişkilerin sancısı idi tüm bu yaşananlar. İlk çocuğun alıştığı şişirilmiş benliği bir başka ortağı kabul edemezdi. Akışında bırakılmayan büyüme süreci ya çok öne çıkarıldı ya çok örselendi. Nihayetinde çocuk her iki şekilde de “yok” sayıldı. Aşırı var etmenin de yok etmek olduğunu göremedi ebeveynler. Arkadaşları arasında yaşayacağı ya da yaşatacağı akran zorbalıklarının bile bir sebebi idi bu davranışlar.

Bir yangın vardı ortada, aile müessesesinin tam ortasına atılmış… Hanelerden “modern metot” kokuları geliyordu buram buram. Bu ateşten korumakla görevli, “kavvam” mâkâmının sahipleri babalar çok meşguldü. Babalık müessesesini çocuğu ile övülmek olmadığını, dahası kendi varlığının kredi kartı misali yalnızca maddiyat olmadığını unutmuş gibiydiler. Ya da bu onlara daha kolay geliyordu. Çocuğun elinden tutmak, sırtını sıvazlamak onunla bir yere gitmek, futbol oynamak, her fırsatta onunla konuşmak, derdini dinlemek ama bunları yaparken de ekrana poz vermemek zor olandı. Onlar da haklıydı belki, ekran şahitliği olmayınca kötü/ ilgisiz ebeveyn damgası yemek kaçınılmaz bir gerçekti artık. Öyle bir gerçek ki, çağın üzerimize taht kurmuş karabasanı.

Yaş ergenliğe gelmeden alt yapı çalışmalarına başlanıldı sonra. Bir genç geldi. Kafasında deli deli sorular… Köprüden önce son çıkış, ailesine gitti ve sesli sessiz sinyaller verdi. “Beni dinliyor musunuz?” “Aa tabii ki evet, ama önce bunu hikâyeye ekleyelim…” Gelen beğenilerin hiç birisi çocuğu duymaya yetmiyordu.

Ergenlik üzerine yazılan komple teorileri bir bir gerçekleşmeye başlıyordu. O kuşağı, bu kuşağı, şu kuşağı diye diye üzerlerine yapıştırılan etiketler herkes tarafından kabullenmeye başlanmıştı. “Ben ergenim asiyim, ben ergenim duyarsızım, ben ergenim…” diye ezberletilen cümleler sayesinde gençler anlamlarını kaybediyorlardı. Ezber öğretileri o kadar göz önüne serilmiş, mahremleri ifşa edilmiş, sınırları o kadar ihlal edilmişti ki, bunun neticesinde ortaya “fark etmez nesli” çıkmıştı. Anlamlı anlamsız tüm sorulara verilen cevapları aynıydı. Yemek yer misin? “Fark etmez!” Cinsiyetin ne? “Fark etmez!” Neye inanıyorsun? “Fark etmez.” Kendi hazlarını rahatsız etmediği sürece hayat onlara “fark etmez” mâkâmında türküler söylettiriyordu.

Şimdilerde gençlere bakıp da “Gençler niye bu hâlde, gençler şöyle ahlaksız, böyle tutarsız!” demeden önce dönüp bir oluşturulmuş yeni toplumsal dinamiklerine bir bakmak gerek. Normalleşen bu hâllerimizin normal olmadığı gerçeği ile yüzleşmek zorundayız. “Ne oldu bu gençlere?” sorusuna cevap aramalıyız. 

“Olan şey gençlere mi oldu? Evlere mi? Ailelere mi?” diye mevzuu derinleştirmeliyiz. Bilmemiz gereken bir hakikat şu ki, biz, her birimiz anne ve baba olarak kendi tutumlarımızı değiştirmedikçe, gençler, “fark etmez nesli” olarak kalmaya devam edecek…