ÖNCELİKLE okuyucuya hayatî
derecede önemli not: Haberdar olmaya niyetlendiğiniz metinde sarf edilecek ifâdeler,
ele alınan kitabın bir savunması ya da reddiyesi değildir.
Zâten
yeryüzünde söylenmiş olan sözlerin hiçbiri tamamen yanlış ya da körü körüne
desteklenmeye değer değildir. Buradaki asıl marifet, tesadüflerle buluşan bir
kitap ve bir zihnin karşılaşmasıyla ortaya konulanlardır.
Farâbî’nin
“İdeal Devlet” adlı eserine bakış
İdeal
olanın saptanmasından önce topyekûn iyinin ya da bilkuvve doğrunun gerçekten
var olup olamayacağıyla ilgilenmek, ilk aşamada oldukça yerinde olacaktır.
Felsefenin ortaya çıkması da bu olabilirliğin tartışılmasıyla beraberdir. Yanı
başımızda süregelen İslâm için güzellik, tüm her şeyin başlama noktasıdır. En
az güneşin ufuktan başını uzatması ya da bir bebeğin merhabası kadar mucizevî
bir güzellik… İşte tarih boyunca düşüncenin doğumu da tam olarak bunun gibi bir
şeydir!
Farâbî’ye
göre Müslümanca bir akletme türü olarak felsefe, İslâm’ın en üstün, en doğru,
en mükemmel anlama biçimi ve seviyesidir. Bahsi geçen eserde belirtildiği üzere,
bu düşünce tekniği ilk olarak Irak’ta ortaya çıktıktan sonra günümüz Batı’sına
intikal etmiştir. Doğu’dan doğduktan sonra “diğerine” mâl olanlardan belki de
en önemlisidir. Tefekkürün lisanı değişince yurdu da değişmiştir.
“Mabadî
Ara Ahl al-Madina al-Fadıla” yani “İdeal Devlet” kitabında Farâbî, yukarıda tek
olandan aşağıda çok olana doğru bir yapı kurmuştur. İlk ve tek olandan altlara
doğru ilerledikçe görürüz ki, sayı artıp yere yaklaştıkça varlıklar İlk Var Olandan
izler taşımaktadır. O, tüm öz niteliklerin kaynağıdır. Akıl, bilgi, hakikat ve
tüm diğer gerçekler en salt hâlleriyle Onda mevcuttur. Evren O’nun içindedir ve
kaynayan ateşin artık kabında durmadığı gibi, tüm âlem Ondan taşmaktadır.
İlk
Var Olanın gölgesinden meydana gelen dünya, elimizin tersiyle itebileceğimiz
basitlikte değildir. Ruhlarımızı ondan “kurtarmak” amacıyla düşman
addedilebilecek bir olgu da değildir. Evet, fânî bir dünya vardır. Kabul edip
bir nefeslik dinlenmeyi tercih etmek, bu savaşı hiç yorulmadan kazanabilmeyi
sağlayacaktır. Yalnız başına çilecilik yahut öte dünyacı mistikçilik, onu
karşımıza alıp daha da baş edilemez hâle getirmekten başka bir şeye sebep
olmayacaktır. “Denge” kavramının tam da bu noktada ele alınması gerekir. Kanun
koyucu ve aynı zamanda kusursuz denkliğin sahibi ne toplum ve birey, ne beden
ve ruh, ne de bu dünya ve öte dünya arasında peyda olacak bir eşitsizliğe mahâl
vermemiştir. Her biri varlığını diğerinin müspet ve menfi özelliklerine
borçludur. Kâinat kusursuz bir formül üzerine inşâ edilmiştir.
Çileciliğin
reddedilmesinin diğer sebebi ise, bu anlayışla görmezden gelinen olguların
bizzat İlk Var Olan tarafından ortaya çıkarılması ve bunların da Tanrı’nın
tözünden eşsiz pay almış olmalarıdır. Bu gerçeğin kabulüyle beraber birey, “kazanılmış
akıl” seviyesine ulaşır. Bu noktada yegâne maksat, dünyadan kaçmak değil,
dünyayı aşmaktır.
İyinin
kötüyle, sıcağın soğukla, güzelin çirkinle kaim olduğu gibi, birçok olgu
zıtlarıyla aynı anda yaratılmıştır. Aslında ne tarafa bakılırsa bakılsın,
karşılaştığımız şey, görmediğimiz taraftakinin zıddıdır.
Hülâsa,
tüm âlem kendi aleyhine mecburdur. Yalnız O’dur yegâne olan. Şayet bir zıddı
olmuş olsaydı, başka bir yaratanın ve kendisiyle eş yaratılan diğer bir
varlığın olması gerekirdi. Ki bu, tüm düşünce ve inanç sisteminin temelini
yerinden oynatmak anlamına gelirdi.
Felsefenin
temel direklerinden biri olan sorgulama ehliyetini İlk Var Olan üzerinde
uygulamak, Farâbî’nin düşünce sistemine bütün olarak ters düşmektedir. Hayır,
burada bahsedilen, duyulanın düşünce süzgecinden geçirilmeden kabul edilmesi
değildir. Bilakis akledilmediği takdirde, O’na ulaşmak da mümkün olamaz.
Anlatılmak istenen, mevzu O olduğunda, “Neden?” sorusunun hükümsüz kalmasıdır.
Çünkü İlk Var Olan, tüm sebeplerden münezzehtir.
Ve
her şey yaratılıp tüm varlıklar kaderlerinin çizgisi içerisinde salıverildiklerinde,
diğerleriyle birleşmek, bağdaşmak ve bir bütün teşkil etmek zorunda
bırakılmışlardır. Bu doğrultuda yapılacak şey ise, her birinin kendi özüne
dönüp benliklerini keşfettikten sonra en saf yanlarını kullanmalarıdır.
Bahsedilen taraf, insanın büsbütün sevgiden yaratılan tarafıdır. İşte o zaman
bulut gerçekten beyaz, gül gerçekten kırmızı, ağaç gerçekten yeşil olacak ve
dünya capcanlı bir tabloya dönüşecektir.
Bu sevgi sayesindedir insanın, evrenin ve güzelliğin büyümesi. İnsan bu özle birlikte İlk Olanın özünü birleştirerek üstün ve mükemmel varlığa ulaşmış olur. “O’nun üstünlüğü diğer yaratılanların herhangi birinin üstünlüğünden ne kadar fazla ise, onların herhangi birinin İlk Var Olanı düşündüğü zaman duyduğu zevk de kendi özünü düşündüğü zaman duyduğu zevkten fazladır.” Bu ifâdesiyle Farâbî, O’nun mükemmelliğinin insanın kendi mükemmelliğine olan nispetinin aynısı olduğunu belirtmektedir. İnsan kafasını kaldırıp gökle buluştuğunda ve aklına O’nu getirdiğinde kendi özüyle övünür, onunla gurur duyar ve onu sever. Bunun bir sebebi varsa, o da yalnızca yukarıda gördüğünün ihtişam ve güzelliğinin kendi özünün harikulâdeliğine olan nispetidir. Bu durumda ayan beyan bir gerçek vardır: “Ruhumuz cenneti görmüştür, ondandır her baktığında yalnızca güzeli araması…”
Farâbî’nin
anlattığına göre, tüm cisimler göksel anlamlar taşımaktadır. Güzelliğin
sürekliliği de tam bu noktada başlar. Göksel cisim, diğer maddî varlıklarla
paylaştığı ortak niteliklerin en üstününe ve en mükemmeline sahiptir. Üç çeşit
fevkalâdelik mevcuttur: İlki, mükemmel niteliktir -ki bu da ışıktır-. Diğeri,
mükemmel şekildir ve o küredir. Sonuncusu ise, mükemmel hareket olan dairesel
harekettir. Şöyle kendi etrafımızda bir tur döndüğümüzde de fark edeceğimiz
üzere, yaratılanların hiçbiri köşeli değildir. Hepsi yuvarlak, köşesiz ve
bütünleştiricidir. Bir dairenin kenarını yahut dünyayı çepeçevre saran göğü iki
yana ayırmak için herhangi bir köşe belirlenemez. Çünkü onlar devasa bir
devamlılık içinde varlığını sürdürürler. Ve her daim ileriye doğru hareket
ederler. Bilindiği üzere, tersine doğan güneş, bir alâmettir. Kendi
yörüngesinde hareket eden her cisim, kendinden bir önceki hâlden yola çıkarak
bir sonrakine varır ve bu böyle ebedî bir hareketi meydana getirmiş olur. Bu
sirkülasyon içinde vuku bulan hiçbir eylemde zorlama söz konusu olamaz. Kâinat
kendi sistemi içerisinde akar ve yolunu bulur.
Tüm
bunlar olup biterken, yer ve gök birbiriyle mutlak sûrette etkileşim hâlindedir.
Maddeler ve gökyüzü birbirine karıştığında ortaya yeni maddeler çıkar. Bunun
sonucunda göksel cisimlerin varlığının altında bulunan şeyler kendi
oluşumlarını tamamlarlar. Yeni oluşan maddeler ömürlerini tamamlayıp görevlerini
kendi zıtlarına devrederler. Ki bu, bir nevi sürekliliğin mükemmelliği ve
evrenin adâletli aksiyonudur.
Bu
noktada âmirler ve memurlardan da söz etmek gerekir. Büsbütün bir âlem olan
insanın içinde âmir organ kalptir. Beyinse onun kıdemli memurudur. Kalp,
taşıdığı ısıyı diğerlerine dağıtmak üzere beyne gönderir. İnsan, vücudunun
hangi tarafındaki enerjiyi kontrol etmekte başarılıysa, karşısındakinden gelen
dalgayı da o tarafıyla içine çeker. Kalple bakan, kalpten alır.
İnsan
tabiatı dikkatle inceleyip olgun düşündüğü takdirde, anladıklarını birbirine
bağlayarak bir sonuca varır. İşte oradaki düğümü kalbiyle atabilenler, asıl
marifet sahibi olanlardır. Mutluluğun başladığı nokta, o bağlanmanın en sıkı
olduğu yerdedir. İnsan mutluluğu seçer. Çünkü seçme melekesini en iyi kullanan
odur. Hayvanlardan farklı olarak, seçimlerinde irâdesi büyük söz sahibidir.
Akıl,
bireyin mükemmelleşmesini sağlar. Ve bu ilk adımdır. Son adımda saâdete
ulaşılmış olur. Farâbî’ye göre mutluluk, insan ruhunun varlık bakımından güç
alacağı bir maddeye ihtiyaç duymadığındaki mükemmellik seviyesine ulaşmasıdır.
Anlaşılana göre bunun sebebi, insanın artık maddelerle bağının kopması ve
ebediyen bu durumda kalmasıdır. “İyinin” bir araç olarak kullanılmadığı her
durumda mutlak huzura ulaşmak mümkündür. Araçsallık, ona ulaşırken ilerlenecek güzergâha
koca bir set koyar. Kötüyü alenen sergilemek de mutluluğa engeldir. İyi fiile
irâde ve arzunun işbirliğiyle ulaşılır. Yalnız arzuyla yapılan eylemler diğer
aşamalardan geçmediği, irâde tarafından süzülmediği takdirde ilelebet çirkin
fiiller olarak kalırlar.
Farâbî
sözü şehirlere getirdiğinde, “iyinin” aynı zamanda estetiği de beraberinde
getirdiğini görmekteyiz. Bunun sebebi, güzelliğin ruhu beslemesi ve bu
doygunluğun estetik ürünler ortaya koyma isteğidir. “Câhil şehirler” olarak ifâde
edilen yaşam alanlarında halkın ruhu eksiktir ve varlıklarını sürdürebilmek
için zorunlu olarak maddeye muhtaç hâldedirler. Bu şehirler inşâ edilirken
hakikat üstüne düşünülmemiş ve onu hatırlatacak hiçbir imgeye ihtiyaç
duyulmamıştır. Bu durumda varlıklarını kendisine borçlu oldukları madde ortadan
kalktığında, direkt olarak benliklerini sorgulayacaklardır. Göğü çepeçevre
kuşatan duvarlarımızda hissedilen de aynen budur. Her tarafı yalnızlıkla ve
keskinlikle inşâ edilen şehirler, insanları da, ruhları da sivriltmeye
mecburdur. Ve güzellik sınırlara, köşelere terk edilemeyecek kadar kıymetlidir.
Ruhları sert yapılar tarafından baskılanan insanların soyu bir gün sonsuza
varacak ve zamanın geçip gitmesiyle birlikte çektikleri ıstırap da göğe ulaşacaktır.
İşte mutluluğun zıddı olan bedbahtlık da budur!
Bugüne
mesaj
“İdeal
Devlet” kitabıyla Farâbî onuncu yüzyıldan seslenirken, bu mesajın yirmi birinci
yüzyıla da çâre olabileceğini fark etmiş olmalı.
Dünya
âlem, ebatta lâfını etmeye değmeyecek küçüklükte bir şeyi unutarak eksiltti
günden güne kendini. İçlerine bir yığın yorum doldurularak patlamaya hazır hâle
getirilen inançlarla kasaların almadığı paralar ve daha birçok icatla üstü
kapandıkça dibe çöken o şeyi göz ardı etmekle silindi renkler. Zaman yol
aldıkça, insan fi tarihinde kaldı. Eskinin bilgeliği, modernin biliminden evlâ
oldu.
Ortaya konulan fikrin çekirdeği Yaratıcı, onu ince bir zar gibi saran da insandı. Ve aradaki kuvvetli bağ, her şeyin O’na bağlandığı yerdi. İnsan, unutulduğunda kendi sonuna yaklaştı. Dünya dönüyorsa, onun içindi. Çünkü hikâye, Âdem’le başladı…