Farâbî: “İdeal Devlet”

Yer ve gök birbiriyle mutlak sûrette etkileşim hâlindedir. Maddeler ve gökyüzü birbirine karıştığında ortaya yeni maddeler çıkar. Bunun sonucunda göksel cisimlerin varlığının altında bulunan şeyler kendi oluşumlarını tamamlarlar. Yeni oluşan maddeler ömürlerini tamamlayıp görevlerini kendi zıtlarına devrederler.

ÖNCELİKLE okuyucuya hayatî derecede önemli not: Haberdar olmaya niyetlendiğiniz metinde sarf edilecek ifâdeler, ele alınan kitabın bir savunması ya da reddiyesi değildir.

Zâten yeryüzünde söylenmiş olan sözlerin hiçbiri tamamen yanlış ya da körü körüne desteklenmeye değer değildir. Buradaki asıl marifet, tesadüflerle buluşan bir kitap ve bir zihnin karşılaşmasıyla ortaya konulanlardır.

Farâbî’nin “İdeal Devlet” adlı eserine bakış

İdeal olanın saptanmasından önce topyekûn iyinin ya da bilkuvve doğrunun gerçekten var olup olamayacağıyla ilgilenmek, ilk aşamada oldukça yerinde olacaktır. Felsefenin ortaya çıkması da bu olabilirliğin tartışılmasıyla beraberdir. Yanı başımızda süregelen İslâm için güzellik, tüm her şeyin başlama noktasıdır. En az güneşin ufuktan başını uzatması ya da bir bebeğin merhabası kadar mucizevî bir güzellik… İşte tarih boyunca düşüncenin doğumu da tam olarak bunun gibi bir şeydir!

Farâbî’ye göre Müslümanca bir akletme türü olarak felsefe, İslâm’ın en üstün, en doğru, en mükemmel anlama biçimi ve seviyesidir. Bahsi geçen eserde belirtildiği üzere, bu düşünce tekniği ilk olarak Irak’ta ortaya çıktıktan sonra günümüz Batı’sına intikal etmiştir. Doğu’dan doğduktan sonra “diğerine” mâl olanlardan belki de en önemlisidir. Tefekkürün lisanı değişince yurdu da değişmiştir.

“Mabadî Ara Ahl al-Madina al-Fadıla” yani “İdeal Devlet” kitabında Farâbî, yukarıda tek olandan aşağıda çok olana doğru bir yapı kurmuştur. İlk ve tek olandan altlara doğru ilerledikçe görürüz ki, sayı artıp yere yaklaştıkça varlıklar İlk Var Olandan izler taşımaktadır. O, tüm öz niteliklerin kaynağıdır. Akıl, bilgi, hakikat ve tüm diğer gerçekler en salt hâlleriyle Onda mevcuttur. Evren O’nun içindedir ve kaynayan ateşin artık kabında durmadığı gibi, tüm âlem Ondan taşmaktadır.

İlk Var Olanın gölgesinden meydana gelen dünya, elimizin tersiyle itebileceğimiz basitlikte değildir. Ruhlarımızı ondan “kurtarmak” amacıyla düşman addedilebilecek bir olgu da değildir. Evet, fânî bir dünya vardır. Kabul edip bir nefeslik dinlenmeyi tercih etmek, bu savaşı hiç yorulmadan kazanabilmeyi sağlayacaktır. Yalnız başına çilecilik yahut öte dünyacı mistikçilik, onu karşımıza alıp daha da baş edilemez hâle getirmekten başka bir şeye sebep olmayacaktır. “Denge” kavramının tam da bu noktada ele alınması gerekir. Kanun koyucu ve aynı zamanda kusursuz denkliğin sahibi ne toplum ve birey, ne beden ve ruh, ne de bu dünya ve öte dünya arasında peyda olacak bir eşitsizliğe mahâl vermemiştir. Her biri varlığını diğerinin müspet ve menfi özelliklerine borçludur. Kâinat kusursuz bir formül üzerine inşâ edilmiştir.

Çileciliğin reddedilmesinin diğer sebebi ise, bu anlayışla görmezden gelinen olguların bizzat İlk Var Olan tarafından ortaya çıkarılması ve bunların da Tanrı’nın tözünden eşsiz pay almış olmalarıdır. Bu gerçeğin kabulüyle beraber birey, “kazanılmış akıl” seviyesine ulaşır. Bu noktada yegâne maksat, dünyadan kaçmak değil, dünyayı aşmaktır.

İyinin kötüyle, sıcağın soğukla, güzelin çirkinle kaim olduğu gibi, birçok olgu zıtlarıyla aynı anda yaratılmıştır. Aslında ne tarafa bakılırsa bakılsın, karşılaştığımız şey, görmediğimiz taraftakinin zıddıdır.

Hülâsa, tüm âlem kendi aleyhine mecburdur. Yalnız O’dur yegâne olan. Şayet bir zıddı olmuş olsaydı, başka bir yaratanın ve kendisiyle eş yaratılan diğer bir varlığın olması gerekirdi. Ki bu, tüm düşünce ve inanç sisteminin temelini yerinden oynatmak anlamına gelirdi.

Felsefenin temel direklerinden biri olan sorgulama ehliyetini İlk Var Olan üzerinde uygulamak, Farâbî’nin düşünce sistemine bütün olarak ters düşmektedir. Hayır, burada bahsedilen, duyulanın düşünce süzgecinden geçirilmeden kabul edilmesi değildir. Bilakis akledilmediği takdirde, O’na ulaşmak da mümkün olamaz. Anlatılmak istenen, mevzu O olduğunda, “Neden?” sorusunun hükümsüz kalmasıdır. Çünkü İlk Var Olan, tüm sebeplerden münezzehtir.

Ve her şey yaratılıp tüm varlıklar kaderlerinin çizgisi içerisinde salıverildiklerinde, diğerleriyle birleşmek, bağdaşmak ve bir bütün teşkil etmek zorunda bırakılmışlardır. Bu doğrultuda yapılacak şey ise, her birinin kendi özüne dönüp benliklerini keşfettikten sonra en saf yanlarını kullanmalarıdır. Bahsedilen taraf, insanın büsbütün sevgiden yaratılan tarafıdır. İşte o zaman bulut gerçekten beyaz, gül gerçekten kırmızı, ağaç gerçekten yeşil olacak ve dünya capcanlı bir tabloya dönüşecektir.

Bu sevgi sayesindedir insanın, evrenin ve güzelliğin büyümesi. İnsan bu özle birlikte İlk Olanın özünü birleştirerek üstün ve mükemmel varlığa ulaşmış olur. “O’nun üstünlüğü diğer yaratılanların herhangi birinin üstünlüğünden ne kadar fazla ise, onların herhangi birinin İlk Var Olanı düşündüğü zaman duyduğu zevk de kendi özünü düşündüğü zaman duyduğu zevkten fazladır.” Bu ifâdesiyle Farâbî, O’nun mükemmelliğinin insanın kendi mükemmelliğine olan nispetinin aynısı olduğunu belirtmektedir. İnsan kafasını kaldırıp gökle buluştuğunda ve aklına O’nu getirdiğinde kendi özüyle övünür, onunla gurur duyar ve onu sever. Bunun bir sebebi varsa, o da yalnızca yukarıda gördüğünün ihtişam ve güzelliğinin kendi özünün harikulâdeliğine olan nispetidir. Bu durumda ayan beyan bir gerçek vardır: “Ruhumuz cenneti görmüştür, ondandır her baktığında yalnızca güzeli araması…”


Farâbî’nin anlattığına göre, tüm cisimler göksel anlamlar taşımaktadır. Güzelliğin sürekliliği de tam bu noktada başlar. Göksel cisim, diğer maddî varlıklarla paylaştığı ortak niteliklerin en üstününe ve en mükemmeline sahiptir. Üç çeşit fevkalâdelik mevcuttur: İlki, mükemmel niteliktir -ki bu da ışıktır-. Diğeri, mükemmel şekildir ve o küredir. Sonuncusu ise, mükemmel hareket olan dairesel harekettir. Şöyle kendi etrafımızda bir tur döndüğümüzde de fark edeceğimiz üzere, yaratılanların hiçbiri köşeli değildir. Hepsi yuvarlak, köşesiz ve bütünleştiricidir. Bir dairenin kenarını yahut dünyayı çepeçevre saran göğü iki yana ayırmak için herhangi bir köşe belirlenemez. Çünkü onlar devasa bir devamlılık içinde varlığını sürdürürler. Ve her daim ileriye doğru hareket ederler. Bilindiği üzere, tersine doğan güneş, bir alâmettir. Kendi yörüngesinde hareket eden her cisim, kendinden bir önceki hâlden yola çıkarak bir sonrakine varır ve bu böyle ebedî bir hareketi meydana getirmiş olur. Bu sirkülasyon içinde vuku bulan hiçbir eylemde zorlama söz konusu olamaz. Kâinat kendi sistemi içerisinde akar ve yolunu bulur.

Tüm bunlar olup biterken, yer ve gök birbiriyle mutlak sûrette etkileşim hâlindedir. Maddeler ve gökyüzü birbirine karıştığında ortaya yeni maddeler çıkar. Bunun sonucunda göksel cisimlerin varlığının altında bulunan şeyler kendi oluşumlarını tamamlarlar. Yeni oluşan maddeler ömürlerini tamamlayıp görevlerini kendi zıtlarına devrederler. Ki bu, bir nevi sürekliliğin mükemmelliği ve evrenin adâletli aksiyonudur.

Bu noktada âmirler ve memurlardan da söz etmek gerekir. Büsbütün bir âlem olan insanın içinde âmir organ kalptir. Beyinse onun kıdemli memurudur. Kalp, taşıdığı ısıyı diğerlerine dağıtmak üzere beyne gönderir. İnsan, vücudunun hangi tarafındaki enerjiyi kontrol etmekte başarılıysa, karşısındakinden gelen dalgayı da o tarafıyla içine çeker. Kalple bakan, kalpten alır.

İnsan tabiatı dikkatle inceleyip olgun düşündüğü takdirde, anladıklarını birbirine bağlayarak bir sonuca varır. İşte oradaki düğümü kalbiyle atabilenler, asıl marifet sahibi olanlardır. Mutluluğun başladığı nokta, o bağlanmanın en sıkı olduğu yerdedir. İnsan mutluluğu seçer. Çünkü seçme melekesini en iyi kullanan odur. Hayvanlardan farklı olarak, seçimlerinde irâdesi büyük söz sahibidir.

Akıl, bireyin mükemmelleşmesini sağlar. Ve bu ilk adımdır. Son adımda saâdete ulaşılmış olur. Farâbî’ye göre mutluluk, insan ruhunun varlık bakımından güç alacağı bir maddeye ihtiyaç duymadığındaki mükemmellik seviyesine ulaşmasıdır. Anlaşılana göre bunun sebebi, insanın artık maddelerle bağının kopması ve ebediyen bu durumda kalmasıdır. “İyinin” bir araç olarak kullanılmadığı her durumda mutlak huzura ulaşmak mümkündür. Araçsallık, ona ulaşırken ilerlenecek güzergâha koca bir set koyar. Kötüyü alenen sergilemek de mutluluğa engeldir. İyi fiile irâde ve arzunun işbirliğiyle ulaşılır. Yalnız arzuyla yapılan eylemler diğer aşamalardan geçmediği, irâde tarafından süzülmediği takdirde ilelebet çirkin fiiller olarak kalırlar.

Farâbî sözü şehirlere getirdiğinde, “iyinin” aynı zamanda estetiği de beraberinde getirdiğini görmekteyiz. Bunun sebebi, güzelliğin ruhu beslemesi ve bu doygunluğun estetik ürünler ortaya koyma isteğidir. “Câhil şehirler” olarak ifâde edilen yaşam alanlarında halkın ruhu eksiktir ve varlıklarını sürdürebilmek için zorunlu olarak maddeye muhtaç hâldedirler. Bu şehirler inşâ edilirken hakikat üstüne düşünülmemiş ve onu hatırlatacak hiçbir imgeye ihtiyaç duyulmamıştır. Bu durumda varlıklarını kendisine borçlu oldukları madde ortadan kalktığında, direkt olarak benliklerini sorgulayacaklardır. Göğü çepeçevre kuşatan duvarlarımızda hissedilen de aynen budur. Her tarafı yalnızlıkla ve keskinlikle inşâ edilen şehirler, insanları da, ruhları da sivriltmeye mecburdur. Ve güzellik sınırlara, köşelere terk edilemeyecek kadar kıymetlidir. Ruhları sert yapılar tarafından baskılanan insanların soyu bir gün sonsuza varacak ve zamanın geçip gitmesiyle birlikte çektikleri ıstırap da göğe ulaşacaktır. İşte mutluluğun zıddı olan bedbahtlık da budur!

Bugüne mesaj

“İdeal Devlet” kitabıyla Farâbî onuncu yüzyıldan seslenirken, bu mesajın yirmi birinci yüzyıla da çâre olabileceğini fark etmiş olmalı.

Dünya âlem, ebatta lâfını etmeye değmeyecek küçüklükte bir şeyi unutarak eksiltti günden güne kendini. İçlerine bir yığın yorum doldurularak patlamaya hazır hâle getirilen inançlarla kasaların almadığı paralar ve daha birçok icatla üstü kapandıkça dibe çöken o şeyi göz ardı etmekle silindi renkler. Zaman yol aldıkça, insan fi tarihinde kaldı. Eskinin bilgeliği, modernin biliminden evlâ oldu.

Ortaya konulan fikrin çekirdeği Yaratıcı, onu ince bir zar gibi saran da insandı. Ve aradaki kuvvetli bağ, her şeyin O’na bağlandığı yerdi. İnsan, unutulduğunda kendi sonuna yaklaştı. Dünya dönüyorsa, onun içindi. Çünkü hikâye, Âdem’le başladı…