Fakirken değil, zenginken başarmak

Yeni hâllerimizin gerektirdiği meşru davranışların neler olduğunu mütefekkirlerimizin ve âlimlerimizin hızla üretmesi icap ediyor. Hepimizin mesuliyetini gencecik kızın zayıf omuzlarına bırakamayız. Hamdolsun, fakirliği çok iyi biliyoruz. Aslında zenginliği de çok iyi bilen harika insanlarımız var. Fakat değerlerimiz icabı tevazu ve vakar sebebiyle bize gösteremiyorlar ve bizde de öyle bir göz olmayınca göremiyoruz.

MİLLETVEKİLİ olmadan önce sigortasız olarak para kazanıyordum; gelirim asgarî ücret seviyesindeydi. Fakir bir geçmişe sahip olduğum için, ne yalan söyleyeyim, bu durum bana hiç de katlanılamaz, tahammül edilemez bir durum olarak gelmiyordu. Yeni görevimizden sonra aldığım maaş, kimine göre “idare eder” bir miktardı ama benim için inanılmaz bir rakamdı. Hani derler ya, “ben o kadar parayı hiçbir zaman bir arada görmemiştim”. İşte ne olduysa, ondan sonra oldu! Yahut hiçbir şeyin olmaması için karşıma çıkan yeni engellerimi fark ettim...

Seçim bölgem olan İstanbul’a gelmek üzere AŞTİ’ye gittim. Biletimi aldık; beni uğurlamak üzere gelmiş olan danışmanımla beraber otobüsün yanaşmasını bekliyoruz. Yanımızda biri sürekli, “2 trilyon devrediyor, 2 trilyon devrediyor” diye bağırıyor. İşin doğrusu, değerlerime uymadığı için ilgi alanıma girmeyen şeyler. Fakat “2 trilyon” ifadesi dikkatimi ve ilgimi çekti. Danışmanıma sordum ne olduğunu, Sayısal Loto’nun özelliklerinden bahsetti. Hiç de zor bir şey değil. Atıyorsun, tutturursan o para senin oluyor. Tabiî vergiler düştükten sonra… Kendimi şöyle bir kontrol ettim. O parayı istiyordum. O paraya ulaşmak hiç de zor değildi. Geçmişte çok olan fakat o gün hiç de çok olmayan bir parayı yatıracaktım ve sadece sonucu bekleyecektim.

Niye istiyordum o parayı? O günlere kadar yaşadığımdan çok daha harika bir evim vardı ve kirası çok azdı. İkinci el de olsa ilk defa bir arabamız olmuştu. Bu 2 trilyon elime geçerse, oturduğum evden biraz daha iyi bir ev alabilir, arabayı da yenileyebilirdim. Danışmanıma, “Alsak mı bir tane acaba?” dediğimi hatırlıyorum. Danışmanım da, nereden “İstiyorsanız alayım” diye söyledi, anlamıyorum. İçimde derin bir muhasebeyi başlattı bu sorusu: Acaba istiyor muydum?

Çocuğuma süt alamadığım, kırılan dişim için dişçiye parasızlıktan gidemediğim günlerde bile hak etmediğim parayı istememiştim. Ya şimdi? Hayâl edebildiğimden daha fazlasını Allah vermişti ve ben daha fazlasını, daha da fazlasını istiyordum. Uğruna hayatımı ortaya koyduğum değerlerimin karşılığında 2 trilyonu istiyordum. Danışmanıma bir yalan söyleyerek, “Şaka yaptım, boş ver” diyebildim. Bu kadar her şey ayan beyan ortadayken, ben bunları niçin yaşamıştım peki?

Doğuştan kör olan çocuklar simit ısırıp koparmayı bilmezler. Bunu birileri onlara öğretir. Hayatında hiç kör olmamış insanlar da simidi ısırıp kopararak yemek için eğitim almazlar. Çünkü ısırıp kopararak yeme hareketi, görerek öğrenilen bir davranıştır. Günlük hayatta, hattâ meslekî hayatımızda yaptıklarımızın çoğunu yeri gelir ailemizden, yeri gelir akranlarımızdan, yeri gelir filmlerden yani diğerlerinden öğreniriz. Belki siz de gözlemlemişsinizdir; insanlar onca eğitim fakültesini bitirir, formasyon alırlar, yine de geçmişte gördükleri öğretmenleri ya taklit eder ya da zıttını yaparlar...

Konumuza dönersek, benim hayatımda, hem parası olan, hem de bu şekilde piyangovari para kazanmayla ilgili tutum ortaya koyan hiç olmadı ki… Yani taklit edeceğim bir kimse, rol modelim hiç olmadı! Çevremdeki herkes benim gibiydi. O parayı piyangoya vereceğimize, iki ekmek, bir paket de çay almayı daha çok tercih edecek insanlardık.

Rol model meselesi o kadar çok karşıma çıktı ki kendimi bir “sosyal inovasyon makinesi” gibi görüyordum. Her durumla ilgili bir davranış geliştirmem gerekiyordu: “Nasıl kıyafetler almalıyım? Ne tür bir arabam olmalı? Misafirlerime nasıl bir iftar ikram etmeliyim? Çocuklarıma nasıl bir eğitim sağlamalıyım? Teknoloji, oyuncak, oyun, tatil dengesi nasıl olmalı? Dostlarımla nerelerde buluşmalıyım?” Bu türden binlerce soru... Bunları hatâ yapa yapa öğrendik. Öğrenmeye de devam ediyoruz.

Geçmişte öyle miydi ya? Üniversitede paran yoksa kahvaltıyı geç yapar, akşamı da biraz erken yersin; en azından öğle yemeğini ıskalarsın, al sana tasarruf yolu! Gösterişli bir kıyafetin yok ise, gideceğin yer “Ye kürküm ye” tarzında bir yerse, en kötü ihtimâlle arkadaşından ödünç alırsın, olur biter. En yaygın ve popüler içeceğimiz çaydı. Hattâ “çaya düşkün” anlamında terminolojileri bile geliştirilmişti: “Çayyaş”, “çaykolik”… “Çaysamak” ise “Canım çay istiyor” demekti. Çay yapacaksınız ama odanızda şekeri karıştıracak kaşığınız yok, herkes diş fırçasının sapıyla o işini çok rahat görürdü.

Fakirken başarı kazanacağınız sadece birkaç konu vardı. Sporda koşu, güreş, futbol falan… Eğer futbol topu alabilecek paramız yoksa aramızda para toplayarak ortak top alınırdı. Resmî, meşrû, muteber en önemli başarı alanımız ise okul başarısı idi. Zengin çocuklar her ne hikmetse biz kadar başarılı olamazlardı. Nasıl olsunlar ki? Binerler arabalara, o gece kulübü senin, bu tatil beldesi benim… Adını bile duymadığımız yemek muhabbetleri kulağımıza gelirdi. Tabiî ders çalışmaya vakitleri kalmazdı.

Benim hâlâ anlayamadığım, “imkânsızı başarmış” gibi algılanmamızdır. Bizim ders çalışmaktan başka bir işimiz yoktu ki, mecburen başarılı olacaktık! Aslında “Onunki de bir başarı mı, okul okumaktan başka bir şansı yok! Asıl o kadar seçeneğin içinde ders çalışmayı başar, iyi not al da o zaman göreyim seni” demek daha doğru gibi geliyor bana.

Şahsen yaşadığım bunca durumu gözlemlediğim kadarıyla AK Parti iktidarı döneminde toplumun ciddî bir kısmı da yaşıyor. Evin erkeği ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemez bir durumda. Ailenin annesi ile kızı yaşadıklarını anlamlandıramıyor. Çocuklar kendilerini konumlandıramıyor. Bu dönemin davranışları belirsiz. Ne yapmalı, nasıl yapmalı, niçin yapmalı acaba? Bunlar belirsiz olunca, farklı değerlere, hattâ tasvip etmediği yönlere sahip olanları taklit etmeye başlıyor. Onun bu hâllerine nasıl tepki vereceğini bilemeyen diğerleri de hemen onları hor görüveriyor. “Neden başörtülü bir kız cipe binmemeli?” sorusunun cevabını “Bunca insan bir dilim ekmeğe muhtaçken böyle mi yapmak lâzım?” şeklinde, onlarca yıldan beri herkes yoksulken cipe binen genç kızlara niye bir şey söylemedik? Çünkü hepimiz yeni dönemin hâlinin gerektirdiği davranışı bilmiyoruz. Başörtülüysek cipe binmeli miyiz, yoksa binmemeli mi? Bir başörtülü kardeşimizi cipte görünce ona tebessüm ederek mi selâm vermeliyiz, asık suratla mı? Yoksa görmezden mi gelmeliyiz?

Yeni hâllerimizin gerektirdiği meşru davranışların neler olduğunu mütefekkirlerimizin ve âlimlerimizin hızla üretmesi icap ediyor. Hepimizin mesuliyetini gencecik kızın zayıf omuzlarına bırakamayız. Hamdolsun, fakirliği çok iyi biliyoruz. Aslında zenginliği de çok iyi bilen harika insanlarımız var. Fakat değerlerimiz icabı tevazu ve vakar sebebiyle bize gösteremiyorlar ve bizde de öyle bir göz olmayınca göremiyoruz. Birazcık da nefsimize hoş gelmiyor galiba… Büyük villamızda, yalımızda kanatlarımızın altında darda zorda kalmış insanlara iş vereceğiz, fakir öğrencileri Ramazanlarda ağırlayacağız türünden konularla kim uğraşır Allah aşkına?!

Diyoruz ya, “imtihanı fakirken değil, zenginken başarmak zordur”, tercih sizin!