“FURKAN! Abdullah!” diye seslendi az gerisinde olduğunu
düşündüğü arkadaşları için. Kendini çok şanslı hissetmişti. Bu uçsuz bucaksız
ormanda bulabileceği en sevimli hayvanı bulduğunu düşünüyordu. “Gelin, bakın ne
buldum” derken, yakından incelemek için çömeldiği, ormanda rengârenk açmış yaban
çiçeklerinin arasında gördüğü kaplumbağa yavrusunu kastediyordu.
Korkusundan başını kabuğunun içine çekmiş, tehlikenin
geçmesini bekleyen, sadece bir yetişkinin avuç içini doldurabilecek kadar
büyüyebilmiş minik yavru, bu hâliyle oldukça şirin görünüyordu. İlk defa canlı
bir kaplumbağaya dokunuyordu Gürsel; belki de ilk defa canlı bir hayvana. Çok heyecanlanmıştı
o yüzden, arkadaşları da görsün, dokunsun istemişti.
İkinci defa seslenişine de cevap alamayınca arkasına
yavaşça döndü arkadaşlarının az ötede, gözleriyle taradığı ağaçların arasında
ya da biraz ilerideki böğürtlen çalılarının gerisinde olduğunu umut ederek. Dönerken
ayağı burkuldu, sendeledi. Yere düşmekten bir dala tutunarak kurtuldu. Ayağa
kalktığında önce çevresini süzdü iyice. Etrafta bu kadar çok ağaç olması ve sık
ağaçların görüş mesafesini beş on metreye kadar düşürmüş olması hoşuna gitmedi.
Fazla uzağı göremediği için bir çeşit körlük yaşar gibi oluyordu. Çam, gürgen
ve yaban kestanelerinin gölgelediği alanda arkadaşlarının siluetini seçmeye
çalışarak bir müddet daha bakındı etrafına…
Görememişti arkadaşlarını ama mutlaka buralarda bir
yerlerde olmalıydılar. Aksini düşünmek bile istemiyordu ya, içine kurt
düşmesine de engel olamamıştı…
***
Gürsel’in ilkokulu bitirdiği yılın yazıydı.
Arkadaşlarıyla birlikte mahallelerinde bulunan camide açılan yaz Kur’ân kursuna
katılmışlardı. Geçen bir buçuk aylık süre içinde hem Kur’ân okumayı öğrenmişler,
hem de birkaç sûre ve duâ ezberlemişlerdi. Kursun bitiminde caminin imamı Arif Hoca,
kutlama mâhiyetinde bir piknik organize etmişti. Çocukların ailelerinden izin
alınarak düzenlenen pikniğe, yaşları on iki ile on beş arasında yaklaşık otuz
çocuk katılıyordu.
Piknik yerine geldiklerinde Arif Hoca, yapılacak işleri
bazı çocuklar arasında taksim etmiş, odun toplama işine seçilen iki çocuğun
yanına da Gürsel gönüllü olarak katılmıştı. Amacı odun toplarken etrafı da gezmek,
tabiatla olabildiğince iç içe olmaktı. Çünkü oldum olası doğaya karşı bir
yatkınlığı vardı. Bu yüzden piknik yapılacağı söylendiğinde âdeta sevinçten
havalara zıplamıştı.
Furkan’la Abdullah piknik yerinden ayrıldıktan sonra
toplanacak odun ararken, Gürsel her şeyi unutup gördüğü ilk floraya doğru
koşmuştu. Önce gördüğü çiçeklerin yapraklarına dokundu tek tek; eğilip
koklamaya çalıştığında görmüştü kaplumbağa yavrusunu da.
Diğerlerinden ayrı düşmüş olmanın tedirginliği gittikçe
büyüyordu. Gürsel arkadaşlarıyla iletişim kurabilmenin tek yolunun bağırmak
olduğunun farkındaydı. Seslenmeye devam etti. Daha yüksek, daha yüksek sesle,
avazının çıktığı kadar defalarca bağırdı ama sesini üç beş ağaçtan ve börtü
böcekten başka kimsenin duymadığından emindi. Çünkü Gürsel’in gırtlağındaki
yapısal bozukluktan dolayı sesi boğuk ve kısık çıkıyordu.
Küçük çocuk kendi boyundan kat kat uzun meşe, gürgen,
kayın ağaçlarıyla çevrili ve etrafı ses geçirmeyen manyetik bir kalkanla
kuşatılmış küçük bir alana hapsolmuştu âdeta.
Yakınlardaki ağaçlardan birinden bir kuş havalandı çocuğun
boğuk sesinden ürkerek. Bir kertenkele kuyruğunu savurarak hızla kayboldu
çalıların arasında. Kuşun havalandığı dallar hışırdayınca, Gürsel kuştan ve
sürüngenden daha çok korkarak olduğu yerde sıçradı. Etrafına bakındı. Neredeyse
en küçük çalıdan daha küçüktü boyu. Devâsa ve sık meşelerin arasında kendini
çok zayıf hissediyordu. Pişman olmuştu pikniğe geldiği ve hattâ odun toplamaya
gönüllü olduğu için. Az önce renklerine ve kokusuna bayıldığı çiçekler o kadar
da güzel görünmüyorlardı artık onun gözüne...
Belgrad ormanlarının bu ses yalıtımlı serin, sessiz,
kuytu köşesinde ne yapacağını bilemez hâlde öylece kaldı Gürsel. Şaşkındı, kötü
bir rüyanın içinde gibiydi. Buraya ne zaman gelmişti ve ne kadar zamandır
buradaydı, bilmiyordu. Daha doğrusu, düşünemiyordu. Zihnî melekeleri durmuştu
sanki. Geçen zamanı tahmin etmeye çalışsa da sürekli aynı şekilde öten, aynı
ritimle tempo tutan kuşlar ve böcekler bu ormanda zamanın durmuş olduğunun
işareti gibiydiler âdeta.
Öğle vakti tepeye doğru yaklaşan güneş ışıkları, iri
gövdeli uzun boylu ağaçların dalları arasında bulduğu boşluklardan mızrak gibi süzülüp
topraktaki nemle buluşurken, artık kaybolduğunu düşünmeye başlayan Gürsel de çürümüş
nemli yaprak kokuları arasında başının üstünde dolaşan üvez sürüsünden kurtulmaya
çalışıyordu. Yaşam alanlarını tehdit eden farklı bir yaratık gördükleri savıyla
olsa gerek, düşmanlarını yok etmek ister gibi saldırıyordu sinekler çocuğa.
İçinde bulunduğu durumun idrakine varmıştı Gürsel. Arkadaşlarını yitirmişti ya
da yürüdükçe hiçbir yere çıkmayacakmış gibi görünen bu ormanda kendisi yitmişti.
Ormandan ona çiçek toplayacağını söyleyerek zorla ikna
ettiği annesi geldi aklına bir ara. Kaybolduğunu öğrenirse kesin döverdi. Ama
olsun, dayak yemek o kadar da korkunç gelmiyordu. Yeter ki bulunsundu. Sonra
kız kardeşini düşündü; “Keşke sakladığım boya kalemlerinin yerini söyleseydim”
diye geçirdi içinden. Zihnindeki geçit sırası arkadaşlarındaydı. Bulunduğunda,
arkadaşlarına aslında hiç korkmadığını, ne kadar cesur davrandığını anlattığını
hayâl etti gerçeğe yüzde yüz aykırı olsa da…
***
Kaybolduğu hissinin oluşması ile birlikte aynı anda içini
de endişe dozu yüksek korkular kaplamıştı küçük çocuğun. Hızla bütün vücûduna
yayılmasına engel olamadığı tedirginliğin şiddeti âdeta etini, hattâ
kemiklerini eritiyor gibiydi. Donup kalmış, hareket edemez olmuştu. Dakikalar
içinde, yanında yöresindeki küçüklü büyüklü kuru ağaçlardan biri hâline
gelmişti âdeta. Nerede olduğunun ayırdına varmak için başını kaldırdı gayr-i
ihtiyârî. Gökyüzünü görmeye çalıştı. Göğe doğru uzanan devâsa uzunluktaki iğneli
çamların dalları arasından gökyüzünü görmek pek de mümkün değildi.
Korku, endişe ve tedirginliğin zihninde birleşerek
yarattığı panikle ağlayarak sağa sola koşturmaya başladı ama üç beş metreden
fazla gidemeden durdu. Alnında biriken terler şakağından aşağıya doğru akıyor,
gözyaşlarına karışıyordu.
Ne tür tehlikelerle karşılaşabileceğini kestirmeye
çalıştı. Hayvanlar, evet… “Ormanlar hayvanların evidir” demişti öğretmeni.
Hangi hayvanların evindeydi şu an? İstanbul’un hemen dibindeki bu ormanda hangi
hayvanlar yaşıyor olabilirdi? İlk aklına gelen, ayı ile kurt oldu. Düşündükçe
kalbi daha hızlı atmaya başladı. Ayağının altındaki kıpırtılar ona yılan ve
akrep gibi hayvanları da çağrıştırdı. Tehlike alternatifleri çoğaldıkça, içindeki
korku ve gözündeki yaşlar da artıyordu Gürsel’in.
Nefes almakta zorlanmaya başlamıştı. Arkadaşlarını ve
hocasını bulacağından, yeniden evine, annesine ve kardeşine kavuşacağından
ümidini kesmek üzere olan Gürsel’in, duyduğu sesle bir anda yüzü aydınlandı!
Ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerini sildi ellerinin
tersiyle. İçini kaplayan sevinç yumağı, dudağına kocaman bir gülümseme olarak yerleşti.
Sabahtan beri sürekli aynı tonda öten kuşlara “Susun!” der gibi kaldırdı sağ
elini. Sesin tam olarak hangi yönden geldiğini tespit etmeye çalışıyordu. Fazla
zamanı yoktu, en fazla üç beş dakikalık vakti vardı. Bunu bildiği için de acele
etmesi ve bir an önce sesin hangi yönden geldiğini bulması gerekiyordu.
“Hayyalel felâh” kısmı kulaklarına çalındığında anladı
sesin nereden geldiğini; hattâ sesin kime ait olduğunu da biliyordu. Beraber
odun toplamakla görevlendirilmiş diğer iki arkadaşından biriydi sesin sahibi. Furkan,
Dâvûdî sesiyle öğle ezanını okuyordu…
Arif Hoca’nın, sesi güzel olduğu için öğle ezanını da okumakla
görevlendirdiği Furkan, odun toplamaya gittikten bir müddet sonra bir anda
görevini hatırlamış, apar topar Abdullah ile birlikte piknik yerine dönmüştü. Telâştan
Gürsel’i ormanda unutan iki arkadaş, biraz arkadaşlarını unutmuş olmalarının
korkusundan, biraz da “Nasıl olsa kendisi yolu bulur” umuduyla hocalarına
durumu anlatmamışlardı.
Gürsel koşarak, içinde sevinç patlamalarıyla geldiği piknik
alanının hemen girişinde durdu, gözyaşlarını sildi. Henüz kimse onu fark
etmemişti. Yürüyüşünü düzeltti. Omuzlarını dikleştirdi; soran olursa, “Hiç
korkmadım!” demeye hazırlanıyordu.