
BİR zamanlar “çok
satan” rekorları kıran bir kitap vardı. İsmi “Eyvah Yazılı Var” olan bu kitap,
bir seri hâlinde basılmıştı. Birkaç öğretmenin öğrencilerinden aldığı absürt
cevapları ihtiva eden mizahî bir kitaptı.
Kitapta,
müfredata göre verilmiş olağan bilgilerin yazılı yahut sözlü sınavlarda
sorulmasına karşılık öğrencilerin verdikleri sınır tanımayan cevaplar vardı. Bu
cevaplara kimi zaman dinî, ideolojik yahut sosyolojik kriterlerinize göre
kızabilirdiniz. Ancak verilen cevaplar, bana göre “Çocuktan al haberi” misali
toplumsal derinliği gösteren numuneler taşıyordu. Bazı cevaplarsa
olağanüstüydü. O cevaplardan biri hâlâ aklımdadır…
Din
kültürü ve ahlâk bilgisi dersinde öğretmen, çocuklara “hikmet” kavramını
anlatmaktadır ve şu ifadeleri kullanırken aynı zamanda sorar: “Öyle muhteşem
yaratılmışız ki, düşünsenize, dilimiz ağzımız değil de göbeğimizde olsaydı
nasıl konuşabilirdik sizce?”
Bu türden sorular kimi zaman aklımıza gelir ve yaratılışımıza şükrederiz. Âmenna, bu şükür yerli yerincedir. Ancak çocuklardan birinin verdiği şu cevap, benim için yıllardır düşünce ufkumu hep geniş tutmak için rehber niteliktedir: “Öğretmenim, dilimiz göbeğimizde olsaydı, bu kez de dilimizin göbeğimizde olduğunu doğru bulacaktık…”
Hayatın
alışkanlıkları, “Nasıl bulduysan öyle bırak” tadında. Nasılına ulaşmanın farklı
yöntemlerini geliştirmek değil, nasılını anlamak adına farklı yolların
olabileceğini dahi düşünmek işimize gelmiyor. Bu yüzden değil mi her iş yeri
tecrübeli eleman arıyor ama kimse düşünmüyor birinde başlamadıktan sonra kişi
nasıl tecrübe sahibi olsun…
Periyodik
cetvelde yeri boş bulunan elementlerin keşfedilmesi dahi belki de bu yüzden
zor. Zira her boyutta İbrahim Müteferrika’nın karşılaştığı işsiz kalma
tepkisine benzeyen tepkilerle karşılaşılacak. Her mesleğin kâtibi, işsiz
kalacağı korkusuyla matbaaya karşı çıkacak. Elbette şükür olacak, peki ya
fikir? Dilin ağızda olduğuna sarf edilen şükrün miktarınca dil hakkındaki fikir
de olmayacak mı? O fikrin idrakine erecek dil, ne zikredecek?
Alışkanlıklarla
yoğrulmak mı istenen, yoksa her an yarattığını beyan eden Yaratıcı’yı anlamak
mı? İlim gizli bir hazine ve mümin onu daima aramalıysa, sonsuzluğu alışarak,
durarak, sayarak okumak mümkün mü? Yeniyi kabullenmek elbette zor, ancak
müminin yaptığı da zor olanı gerçekleştirmek değil mi?
Her
peygamber kavmine gelip de o güne kadar ezberlenmiş ve alışılmış olana
benzemeyen bir yeniyi sunduğunda söylemediler mi “Bu deli saçması” diye? Efendimiz
her insanın eşit olduğunu söylediğinde bu yüzden itiraz etmediler mi? Efendimiz
ilim Çin’de de olsa alınması gerektiğini söylediğinde itiraz etmediler mi?
Efendimiz kız çocuğunun yaşatılması gerektiğini söylediğinde itiraz etmediler
mi? O itiraz edenlerden farkları olsaydı, Hariciler de anlamazlar mıydı
Mushaf’ın sayfaları mızrakların uçlarına geçirildiğinde o işin bir hile
olduğunu? O itiraz edenlerden farkları olsaydı, Kûfeliler de gitmezler miydi “Gitme”
dediklerinin ardından? Onları alışmaya alıştıran afyon neydi? Bize “Olmaz”
dedirten afyonla aynı kimyada mıydı? Bizi “Olmaz” demeye alıştıran sentetik
şeyle bir miydi?
Duâ
varsa, istemek var. İstemek varsa ilim var. İlim varsa bilgi var. Bilgi varsa
olmak var. O’nun oldurması için bilgiyi talep etmek varken nedendir bu “Olmaz”?
Yeniye karşı gösterilen telâş nedir? Yeni Türkiye’yi isteyenlerin yeninin önüne
geçmeleri nedendir? Daha kaç 18 yıl geçmelidir müfredatı yenilemek için? Daha
kaç 18 yıl geçmelidir gençliği anlamak için? Daha kaç 18 yıl geçmelidir
kuşaklar arası farkı bitirmek için?
Lokman’dan
ölümsüzlüğün sırrını istemiyoruz ya, tek isteğimiz, yeninin anlaşılmasını
sağlayacak ilâç… “Ya dilimiz göbeğimizde olsaydı, o ilâcı nasıl isteyecektik?”
diye düşünmek boşa! “Bu kez de o hâlimizle isterdik” demek daha kolay zira…