HER yerde bir bahar hareketliliği… Yeni bir
mevsime geçerken değişen ruh hâlleri, her duygunun daha coşkun, daha ısrarlı
bir şekle büründüğü bir zaman…
Ne var ki, hâlâ
salgının karakışındayız. Her gün vefat edenler, yeni vaka ve hasta sayıları
devam ediyor. Bu iş gerçekten insan sağlığı, yaşam biçimleri ve ekonomik
hareketler üzerinde çok derin izler bırakacak gibi görünüyor.
Her birimiz hem
mantıkla davranmaya, hem de normal bir yaşam şekline dönmeye hevesli ruhumuza
gem vurmaya çalışıyoruz. Elbette maskeler ve mesafelerle yaşamak genlerimize
çok uygun değil. Hatta maske altında sürekli çalışmak durumunda kalanlar için
hayatın biraz daha zor olduğu muhakkak. Sürekli evde kalmak ve çevre ile
iletişimi minimum seviyelere düşürmek de pek öyle bize uygun düşmüyor.
Fakat ne var ki,
bunları yapmadığımızda başa gelecekler çok daha zorlu süreçleri de beraberinde
getirecek. Velhasıl dişimizi sıkmak ve pek çok istemediğimiz davranış modelini
bir müddet daha benimsememiz gerekiyor. Özellikle de devlet kurumları, iş
insanları ve sağlık çalışanlarının bu süreci yönetmedeki gayretlerine
baktığımızda, bir milletin paydaşı olarak sorumlulukları göz ardı etmemek lâzım.
Yine de hâlihazırda
herkesin haklı soruları var. Evde kalmaya mecbur kalan yaşlılar ve çocuklar, iş
yerlerini kapatıp maddî gelir kaybı yaşayanlar, maske ile nefes alamadığını
beyan edenler… Bir şekilde herkesin haklı çıktığı durumlar vardır ve o durumlar
bir kısırdöngünün inikasıdır ya, işte tam da bu ahvâl!
O zaman hep bir
terazi ile hareket etmek lâzım gelir. Hak terazisi… Kişisel ve toplumsal
etkilerde, insanın kul hakkı ve fayda sağlama amacına yönelik bir tutum içinde
olması gerekliliği yadsınamaz. Bu öyle kişiye ve keyfe göre es geçilebilecek
ferdî kararlar kategorisine girmiyor hem. Bir kötü etki insanın sadece kendini
ilgilendirdiğinde bile can emanetine sahip çıkmamanın vebali olacaktır. Kaldı
ki, bu salgın dönemleri her zaman için çoklu etki alanına sahip olmaları
yönüyle oldukça ağırdır. Tarihte de benzer travmalar bölgesel ve küresel bazda
yaşanmış. Toplu can kayıpları ve altüst olan rutinler…
Neyi, nerede
unuttuk, tam olarak saptamak zor. Fakat böyle toplu ölümlerde herkesin kendini
ve yaşadığı toplumu ve hatta dünyayı sorgulaması, bazı alışkanlıkları tekrar
gözden geçirmesi gerekiyor. İnsanî ve toplumsal haksızlıklar, cana ve mala
kıymalar, kalpleri ve yetimleri üzmeler, açlar ve zulüm görenler arttıkça,
dünya kıyameti hatırlatan bir sarsılmaya uğruyor. Fakat ne kadar hatırlayıp ne
denli dönüşmeye gayret ediyoruz, bilinmez. Her şey en küçük, en minimal
parçadan hareketle bir bütünü meydana getiriyorsa, moleküller ayrıştığında
elementler kalıyorsa, her element, bir bütünün karakterini oluşturuyor
demektir. Yaşadığımız âlemi de böyle okumak gerek bazen. Kendimizi bir bütüne
etki eden ve o bütünü meydana getiren en küçük parçacık varsayarsak, her
birimizin bir sorumluluğu ve gücü var demektir.
Dünyayı daha iyi
bir yer yapma hayâli elbette dillere pelesenk olmuş ve bir o kadar da hayâlci
bir tabiatı çağrıştırıyor, farkındayım. Ve zaten anlatmaya çalıştığım kaygı da
bu değil. Benim tek meramım, fıtrata uygun bir yaşam. Bunu tek tek yaptığımızda
bazı sorunları daha kolay hâlledebilecek ve bazı imtihanlardan topluca daha
rahat geçebileceğiz kanaatindeyim.
Şimdi biz kendimizi fıtrata döndürmeye çalışan bir sisteme programlayalım; fakat bu süreçte de istemediğimiz ve belki de ekonomik ya da ruhsal kötü etkilere maruz kaldığımız bir kurallar bütününü de boş geçmeyelim. En nihayetinde bu işi ancak sancısıyla birlikte aşabiliriz.