Eylül'de sevmek

Nasıl ki dönerek ötelenen bir taş parçası bir havuza hızla inince havuzun suyu âniden titreşirse, âşık da aşkın mermisiyle buluştuğunda aynı şekilde titreşir hep. Bu, zamandan ve konumdan da bağımsız oluşan hissiyattır. Bunda ne mevsimlerin, ne de Eylül’ün bir suçu vardır.

DENİR ki, “Mutlu sevdalar Nisan’da, hüzünlü sevdalar Eylül’de başlar”. Geç kalmış sevda, yetişememekmiş Nisan’a; Eylül’de sevmek, gözünü kapatmakmış mutlu aşklara...

Tabiî ki bunlar da birer varsayım başka varsayımlar gibi. Bana göre ise gözlerimizi denize bakan kayalıkların hırçın rüzgârında kapamak ve açmamak bir daha… Yüzümüzde savrulan rüzgârlar bedenlerimizi üşütse de soğuk asla yıpratamamalı Eylül’ün bu hazzını. Asla vazgeçilemez ne Eylül’den, ne Eylül’de sevmekten, ne de Eylül’ün geç gelen sevgilisinden. Bize düşen, Eylül’e boyun eğmekten ziyade, onu göveren ağaçlarının kuruyan yaprakları gibi gönüllerde haz ve hüzün olarak tutabilmektir.

Eylül’de sevmek, asla ayaklar altında savrulmak değil, avuç içinde koklanmak olmalıdır. Çünkü üstüne basılıp geçilen bir sevgi, sevgiden başka her şeydir ancak. Herkesin sevgisinin bir acı yanı vardır ama Eylül’ün tabiatının başlı başına hüzün olmasında sevginin ve geç kalmışlıkların bir suçu yoktur asla. Her birimizin sevdasında acı çekmek ve en derinden hissetmek olgusu tartışılmazdır ki bu, bazen zemheri ayazının içinde yaşamaktır. Eylül’de sevmek, birçok şeye ümitsizce bir güvercin salıvermek değil, Eylül’e ve Eylül’de sevmelere bir başka güvercini iman etmiş gibi inanarak salmak ve onun arkasından aşkla bakabilmektir.

Sevmelere ve gökyüzüne geç kalmış olsak dahi akşamın kızıllığından bize doğru koşan sevgiliye huzurla bağrımızı korkmadan açabilmektir Eylül’de sevmek. Eylül’de sevmek, bir başka sevmektir; aşağıdaki gibi…

Eylül’ün bir suçu yok

Beyninizde şimdiki yüreğinizin oluşturduğu ışığın etkisiyle geçmişinize baktınız mı hiç? Gözleriniz, süzgün ve dalgın olarak yıllar öncesinin herhangi bir anısını an gibi gördü mü? Ya siz, dünün güneşiyle bugünün esvabını kurutabildiniz mi?

Belki bir gün bir gölgenin karanlığına başınızı çevirdiğinizde gözlerinizi elinizin tersiyle siler, bulutlara ulaşacak bir ah ile içinizi boşaltabilirsiniz. Siz inanır mısınız bilmem ama bunu yaşayanların çokluğuna inananlardanım her nedense...

Siz hayâllerinizde kendinize durmadan komutlar yağdırırken, hayâliniz ise karşınızda eksilmeyen ve solmayan renk tonunda durmuştur çoktan. Belki de o an ölümün kardeşi olmayı çok istemiş olabilirsiniz ama hayâliniz yine silkelemiş ve sizi yalnız bırakmamıştır vaktin tenhalıklarında. Tatlı düşlerin etkisiyle vaktiniz renklenmiştir. Dolu ve dingin uyku çeken birine şahit olmuştur yanı başınızdaki karınca ordusu. Onlardan öğrendiğiniz ise, bir hayâlin yani başınıza gelmeden başka bir hayâlin sizi terk etmediği, ancak bir acının her zaman başka bir acıyla yer değiştirmediği ve huzurun da kapıyı çalabileceği gerçeği…

Bazen unutamadığınız acılarınızla kıvranırsınız. O öyle bir acıdır ki, sizin toprağınızın toprağa verilişinde bile bir mıh gibi oturmuştur yüreğinize. Fakat bir büyük çınar nasıl yıllanır ve muhteşem olursa, acılarınızla beslediğiniz hayâlleriniz de zamanla bir şaheser ya da bir yeraltı mağarasının sarkıt ve dikitleri gibi yüreğinizin geleceğini süsler. Acılar, yerlerini tamamen yeni gelen mutluluğa bırakmıştır artık.

Bir âşık için en acı şey, gülüne geç ulaşmasıdır. O, gülünü acılardan kurtarmak ve ne denli acı varsa kendi yaşamak için yüreğini kana bulamaktan kaçınmaz. Gülün onu vurması ise bir başka içsel momentum durumudur. Aslında vurulan sadece âşık değil, maşuktur da... Aşk karşısında herkes “hiç” mertebesindedir ve onun tarafından vurulmuş durumdadır her an. Aşk emir verirse, ister sevgilinin siyah beyaz saçları rüzgârda veya akşamın serinliğinde savruladursun, ister denizde parlayan onun yüzü olsun, ister kuğular gibi uzun boyunlu ve bir o kadar da zarif olsun, isterse bir ceylan kadar masum bakışlı ve ürkek olsun, vurgun gelmişse, kaçış yoktur!

Nasıl ki dönerek ötelenen bir taş parçası bir havuza hızla inince havuzun suyu âniden titreşirse, âşık da aşkın mermisiyle buluştuğunda aynı şekilde titreşir hep. Bu, zamandan ve konumdan da bağımsız oluşan hissiyattır. Bunda ne mevsimlerin, ne de Eylül’ün bir suçu vardır.

Her seven, ruha yaşama sevinci veren şeyin, solunan hava gibi hissedilen sevgi olduğunu bilir. Sevgi, bir ruh hâlidir. O, kalbin sol yarım ağında yerleşmiş mihenk taşıdır. Soluklanmamızı anlamlandıran, sevgi ateşinin orijinidir. Tüm bedenimizi titreten ve ateşlendiren merkezin mavi rengidir.

Sevgi, yerine göre bir rüzgâr gibi rahatlatırken, yerine göre de üşütebilir. Ama o hep üzerimize esen neva kokusudur. Nedense yürek, tüm korozyonlara rağmen bu etki hiç kaybolsun istemez. Aşk ile uzanan beden geceye, “Nasıl ki her şeyi öğrenmek için can atıyorsam, üşümek ve yanmak için de can atıyorum” diye fısıldadığında uzaktan bir yıldızın kaydığını görür ve “Keşke!” diyerek zorla gözlerini kapar; sevgili, göz kapaklarının içinde yapışıktır artık. Yine de yakarır; “ölüm ve ölümsüzlük” düşüncesinin ruhunda açtığı dayanılmaz acılardan vuslata ulaşmak için, ama kendi elinde olmayan nedenlerden dolayı da “Eyvallah” demekten kaçınmaz asla.

Ömrün zaman akışında uğradığı ve yaşadığı tüm limanlarda başkalarına göre tembellik ve hoyratlıkları nedeniyle görünürde savaşmış olsa da mantık boyutunda; bu, sadece haftada bir gün, yılda bir ayla sınırlıydı. İçsel mücadelenin şekli de bedenlerin birbirinden uzak kalmaları şeklinde belirlenmişti. Ancak akşam olup güneş uzaklaşınca, tüm gölgelerin birbirine kavuşacağı ihmâl edilmişti.

Şimdi zamandan ve konumdan bağımsız olarak büyüyen sevginin hacmi sadece bazı mübârek ve özel günlerde değil, her gün daha da artmakta. Hatta kelimelerin kifayetsiz olduğu bazı durumlarda “Sükût ikrardandır” özdeyişi bilincinde, bu suskunluğun her an olmasa da gerektiğinde tüm yaşamalarda anlamlı bir eyleme dönüşmesi gerektiğine inanılır artık. Sözlerin güzelliğinin etkisi, yüreklerin birbirlerine ne kadar hızlı ve güçlü bağlandıklarına açık delildir. Ve bu, zamanla daha iyi anlaşılır. Bu bağın gücünden dolayı her zaman kutsal mekânın derinliğinden gelen sesiz bir “selâm”, dayağı hak etmiş bir eşkıyanın sırtında kızılcık değneğinden duyduğu zevk kadar yüreklere haz verir.


Gülün resmi

Bazen bulutların özgürce tutunduğu günlerde güneş, bedenler üzerinde dinlenmeye çekilir. İşte o vakitler, yürekler için uzayan ve daraltan anlardır. Yüreklerine astıkları sevgi feneri, bulutların akışına göre yalpa yapar, sevginin gölgesi uzayıp kısalır bulunduğu mekânda. Bunun etkisiyle ritmi büyüyen gönül sesi, yüklü bir bulutu ve karanlık gecelerde hanların kuytu köşelerindeki cinlerin fısıltılarını hatırlatır. Bu ses, gölgesi yakın ve kendisi uzakta olan sevgililerin yüreğini cız ettirip gönüllerine gam ve keder salar. Yüreklerinde salınan sevgi feneri, o zindanda gamlanmış nice darbeleri ve onların öykülerinin yer aldığı kitapların mahzenlerinde Eylül gecesindeki dolunay gibi parlar.

Gölgenin her bir sahibi, bu ciltler dolusu kitaplarda gizli özlemlerin hüzün ve keder taşıdığını çok iyi bilir. Bilmezse olmaz. Yüreklerin inlerinden yayılan sarı ışık, sevgi fenerinin yaydığı dünyevî arzuları kısmen bastırır. Yüreğin her bir çeperinde sevginin dikenleri, gülleri, pınarları, hazları ve gülden hançerlerinin her birinin adları ayrı ayrı yazılıdır. Bu yüreklerin başlangıç kısmında, mavi olduğu fark edilen bir yaban gülünün sedef saplı bir hançer ile işlenmiş olması, sevgi adına derin bir hüzündür.

Aynı gülün resmi, yüreğin diğer çeperlerinde de mevcuttur. Buna ilâveten, diğer yürekte büyük bir boy aynası asılı olabilir; her daim aklını görmek ve öncelemek için. Bu aynaya arkadan bakılınca, âdeta aynanın kumları sayılacak gibidir. Bu da sevgilinin gözlerindeki güzelliğin, aynanın yüzeyinde kalın çizgiler oluşturması demektir. Fazla oynamasın diye yüreğini dört ayağından aklının duvarlarına mıhlamış, yüreğinin tam girişinde ise, iyi bir hattatın elinden çıktığı belli olan, “Hoş geldin beni seçen! Bil ki, seni ben davet etmedim” yazılı altın işlemeli gümüş bir levha yanıp sönmektedir. Belki de Eylül’de sevmek böyle bir şeydir.

Bu bir tavır mıdır, değil midir, bilinmez, ama şunları da haykırır: “Sen, ey gölgeme gölgesini düşüren! Benim bilgim ve arzum dışında yüreğime gölgeni dokundurmayasın. Ama cesaretin bunu yapacak güçte, bu ise yıllardır kapanmış yüreğime çok ağır gelebilir. Yalnız şu kadarını bil ki, çok acı çekersin. Yüreğimin hüznü senin gölgeni çok yoracağa benzer. Eğer gidersen, seni asla kınamayacağım. Yok, eğer ‘Ben heves değil, sevgiyim’ diyorsan, işte gölgem, buyura bilirsin…”

Bu serenat ile kasılan bir yürek, yüreğin içine değil de gölgesi için hazırlanmış bağdaki gölgeye kendini bırakıp derin bir iç çeker. Umduğu o yürekle yüreğini tam olarak soğutamaz ama gölgelerinde sonsuza kadar serinleyeceğini anlar. Zira realite her şeyden önce gelir. Kol omuzdan kesik olunca, elin hükmü olmaz. Bu da Eylül’e geç kalmış bir sevgi olsa gerek.

Yine bir Eylül’de o bağda gönlünü gezdirirken gözüne o güzelin udu ilişti. Udu alıp ses deliğinden içine sevgiyle bakarak, hüsn-ü hat ile yazılı şu cümleyi okudu: “Ben bir yaban gülüyüm.” İşte o an kendi yüreğinin çeperlerine bu gülün resmi, Eylül’ün bir akşamında, hırçın deniz dalgaları eşliğinde yeniden nakşedildi. Udu evirdi, çevirdi, bir sedef mızrap gördü. Udun orta teline dokunup bıraktı ve çargâh sesine kulağını verdi. Tınlamanın uzaması, udun oldukça kaliteli olabileceği kanaatini oluşturdu. Bir an udun çargâh sesiyle gözlerini kapatıp, sonsuza kadar uzayacak hayâllerine tutundu. Eylül’ün gün batımlarına tutunmak gibi…

Başka bir Eylül’de yüreğini gezdirdiği bağın bir ağacına yaslanıp uzun uzun düşündü. Karşısında diğer yüreğin sahibi vardı. Birçok seven gibi o da papatya falına bakarken, gözlerini sevdiğinin gözlerinden hiç ayırmadı. O an gönlünün sahibine seslendi âniden: “Sevenlerin ödülü, yüreğin güzelliklerini yaşamaya uygun olmalıdır. Sevgisizliğin cezası ise, onların bu güzel mekânlardan atılmasıdır. Çünkü sevgisizler, sevgi dolu bir yüreğin güzelliklerine lâyık değillerdir asla. O tür yürekler, anlayışsızlıklarından dolayı sevgi dolu yüreklerden mahrum olmalı ve tıpkı bedbahtlar gibi çöllerde yok olup gitmelidirler. Ama seven farklıdır. Yüreğine koyduğu boy aynasından aklını ve sevdiğinin yüreğini görmeye devam eder. Bu ise bu bağın ebedîleşmesine izindir…” Sonra sustu.

Gönlünün sahibi, gözlerini gömdüğü yüreğinden alıp gönlünün diğer sahibinin gözlerine dikti ve şöyle dedi: “Ne diyeceğimi bilemiyorum. Sen ve ben bir bağdayız. Sen bir ağaca, ben bir ağaca yaslanmış durumdayız ve birbirimizi görmekteyiz. Sevgi yürekten görmek değil midir? Sevgi sevenin zindanı değil midir? Zindanında beni görmektesin, bu senin için mutluluk değil midir? Gönüllerimizin aynı renkte olması büyük bir iç huzur değil midir? Bu mavilik yüreklerimizden değil midir?”

Artık söz bitti ve gönül gölgelerinin sessiz dansı başladı. Eylül, bedenlerini de kuşatmıştı ruh ve gönülleri gibi…