Ey son demine susamış ömrüm!

Her İki Cihanın Sultanı’nın iki dünya içindeki rehberliği, muhabbeti, merhameti ve hepsine mücmel olan “doğuşu”, her veçhesiyle zuhur eder ve edecektir. O’nun âlemlere rahmet olarak gelişinin özlü ifadesi olan söz konusu “doğuş” –Kutlu Doğum- ile Yüce Mevlâ’nın, insanın iç âlemini nasıl şereflendirdiğini ve ziynetlendirdiğini izaha kelâm, yeter ve geçer akçe değildir.

NE, kimde, hangi veçhesiyle var ise, tezahürleri de -aynı ölçüde ve karakterde- önce kendisini, sonra ilgili muhataplarını karşılar. Karşılar ki, bu karşılamadan ve karşılaşmadan husule ne gelir?

Veya zuhur eden mânâya hangi kelâm yakışır? Haneye mihman olana hangi ikram yakışır? Hanenin sahibi, hanenin misafiri ve mihmandarı da aynı olur mu? Bu hane gönül ise elbette olur. Hanenin sahibi “O” ise, şüphesiz ki olur!

“Ey son demine susamış ömrüm,/ Tamir et çıkrığını,/ Temizle kuyunu!”
İçimizdeki susamışlığa ve kuraklığa meyletmiş her bir mekân için yine içimizde bulduğumuz sularla ferahlık sağlarız. Bulduğumuz her su kaynağı -bir veçhesiyle- kendi mecrasındaki bir değirmeni döndürmeli. Öyle döndürmeli ki su temizlensin, berraklaşsın, saflaşsın. Öyle döndürmeli ki içilmeye hazır olsun. Bir başağı öğütsün de gönlümüze ekmek olsun, aş olsun. Dünya bir deşt-i belâ, bir külbe-i ahzan ise…

Cebimizde sermaye gerek. Yâre kavuşmaya nasıl ki murat gerek, hasret gerek, yola çıkmaya da -belâ ovasında yahut külbe-i ahzanda bir vakit/ömür geçirmeye de- azık gerek, su gerek. Gel ki azık için, su için edilecek ceht içinse –elhak- muhabbet gerek. Muhabbetin sahiciliği yine sahici bir hasret alâmeti ile tezahür eder. Ol demler yaklaştıkça Muhabbetin Şahı’na Süleyman Çelebi’nin dilinden şöyle “Merhaba!” der gönül: “Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn/ Çok alâmetler belirdi gelmeden/ Ol Rebiu’l-evvel ayın nicesi/ On ikinci gece isneyn gecesi/ Ol gece kim doğdu ol Hayru’l-Beşer/ Anesi Anda neler gördü neler!”

“Ey son demine susamış ömrüm,/ Salıp derûna ‘âh’ kova'nı/ Çek sürme gibi gözlerine,/ Çalıştır kirpik değirmenini!/ Budur senin kisb ü kârın!”
Gönül, her bir çarkın birbirini döndürdüğü değirmenlerden kurulu olduğu gibi, bu kurulu düzenin “Kurucusu”, onu muhabbetin kolu ile çalışır bir vaziyette yaratmış ve bu çalışmayı yine muhabbetin eliyle müdavim kılmıştır. Ancak bizler, içerisine hangi muhabbeti koyacağımıza gafil olduğumuzda yahut muhabbet suretinde gördüğümüz olanca unsur ile söz konusu düzeni aslî çalışma prensibinden uzaklaştırdığımızda, çarklardaki pas tutmalar birbirini seyreder. Bu dönemler, affın kapısını çalmamız lazım gelen anlardır. Düştüğümüz gayya çukurundan “ah/tövbe” ipi ile çıkıp gayri boyalardan gözyaşı ile arınarak çıktığımız vakitlerdir. Ol demler yaklaştıkça, Muhabbetin Şahı’ndan, Süleyman Çelebi’nin dilinden şöyle yardım ister gönül: “Ey cemâli gün yüzü Bedr-i Münîr!/ Ey kamu düşmüşlere Sen Destgîr!/ Dest-gîrisin kamû üftâdenin,/ Hem penâhı bende vü âzâdenin.”

“Ey son demine susamış ömrüm!/ Nâzın geçmiyorsa gönlüne/ Topla yakacağını,/ Dostlara haber sal!/ Bir kibrit çaksınlar.../ Kaynasın pınarın...”
Gayri muhabbetler gönle ağır gelmeye, gönle hâkim olmaya başladıkça gönül kendi ihtiyarından uzaklaştığı gibi insanı da aslî yolundan uzaklaştırabilir. Bu hâlde ne insanın gönle, ne de gönlün kendine nazı geçer hâle gelir. Vakit, ağırlıklardan kurtulma vaktidir. Gönle dost hangi duygular var ise, hatırlanması icap eden toplanma akdidir/toparlanma vaktidir. Gönül toprağı rahmet ile bereketlendiği gibi, yine rahmet ile temizlenir ve aklanır. Ol demler yaklaştığında Âlemlere Rahmet olarak gelen Sultan’dan, Süleyman Çelebi’nin dilinden şöyle merhamet dilenir gönül: “Ey gönüller derdinin dermânı Sen!/ Ey yaradılmışların Sultânı Sen!/ Sensin ol Sultân-ı Cümle Enbiyâ,/ Nûr-i Çeşm-i Evliyâ-vü Asfiyâ!/ Ey Risâlet Tahtının Sen Hâtimi!/ Ey Nübüvvet mührünün Sen Hâtemi!/ Çünkü nûrun rûşen etdi âlemi,/ Gül cemâlin gülşen etdi âlemi./ Oldu zâil zulmet-i cehl ü dalâl./ Buldu bâğ-ı marifet ayn-i kemâl./ Yâ Habiballâh, bize imdâd kıl,/ Son nefes dîdârın-ile şâd kıl!”

Her İki Cihanın Sultanı’nın iki dünya içindeki rehberliği, muhabbeti, merhameti ve hepsine mücmel olan “doğuşu”, her veçhesiyle zuhur eder ve edecektir. O’nun âlemlere rahmet olarak gelişinin özlü ifadesi olan söz konusu “doğuş” –Kutlu Doğum- ile Yüce Mevlâ’nın, insanın iç âlemini nasıl şereflendirdiğini ve ziynetlendirdiğini izaha kelâm, yeter ve geçer akçe değildir. O nedenle evveli ya ahiri gönlün müştakına “Merhaba Ya Fahr-i Âlem!” diyerek ve sözü yine Kutlu Doğumun en güzide sözcülerinden Süleyman Çelebi’ye bırakarak muhabbetle noktalayalım:

“Bu gelen İlm-i Ledün Sultanıdır./ Bu gelen Tevhid-i İrfan Kânıdır./ Bu gelen aşkına devreyler felek,/ Yüzüne müştakdürür ins ü melek./ Bu gece ol gecedir kim, ol Şerif/ Nur ile âlemleri eyler lâtif./ Bu gece şâdân olur erbâb-dil,/ Bu geceye can verir eshab-ı dil./ Rahmeten li’l-âlemindir Mustafa./ Hem şefiu'l-muznibindir Mustafa.”