
NE, kimde, hangi
veçhesiyle var ise, tezahürleri de -aynı ölçüde ve karakterde- önce kendisini,
sonra ilgili muhataplarını karşılar. Karşılar ki, bu karşılamadan ve
karşılaşmadan husule ne gelir?
Veya
zuhur eden mânâya hangi kelâm yakışır? Haneye mihman olana hangi ikram yakışır?
Hanenin sahibi, hanenin misafiri ve mihmandarı da aynı olur mu? Bu hane gönül
ise elbette olur. Hanenin sahibi “O” ise, şüphesiz ki olur!
“Ey
son demine susamış ömrüm,/ Tamir et çıkrığını,/ Temizle kuyunu!”
İçimizdeki
susamışlığa ve kuraklığa meyletmiş her bir mekân için yine içimizde bulduğumuz
sularla ferahlık sağlarız. Bulduğumuz her su kaynağı -bir veçhesiyle- kendi
mecrasındaki bir değirmeni döndürmeli. Öyle döndürmeli ki su temizlensin,
berraklaşsın, saflaşsın. Öyle döndürmeli ki içilmeye hazır olsun. Bir başağı
öğütsün de gönlümüze ekmek olsun, aş olsun. Dünya bir deşt-i belâ, bir külbe-i
ahzan ise…
Cebimizde
sermaye gerek. Yâre kavuşmaya nasıl ki murat gerek, hasret gerek, yola çıkmaya
da -belâ ovasında yahut külbe-i ahzanda bir vakit/ömür geçirmeye de- azık
gerek, su gerek. Gel ki azık için, su için edilecek ceht içinse –elhak-
muhabbet gerek. Muhabbetin sahiciliği yine sahici bir hasret alâmeti ile
tezahür eder. Ol demler yaklaştıkça Muhabbetin Şahı’na Süleyman Çelebi’nin
dilinden şöyle “Merhaba!” der gönül: “Hem Muhammed
gelmesi oldu yakîn/ Çok alâmetler belirdi gelmeden/ Ol Rebiu’l-evvel ayın
nicesi/ On ikinci gece isneyn gecesi/ Ol gece kim doğdu ol Hayru’l-Beşer/ Anesi
Anda neler gördü neler!”
“Ey son demine
susamış ömrüm,/ Salıp derûna ‘âh’ kova'nı/ Çek
sürme gibi gözlerine,/ Çalıştır
kirpik değirmenini!/ Budur senin kisb ü kârın!”
Gönül,
her bir çarkın birbirini döndürdüğü değirmenlerden kurulu olduğu gibi, bu
kurulu düzenin “Kurucusu”, onu muhabbetin kolu ile çalışır bir vaziyette
yaratmış ve bu çalışmayı yine muhabbetin eliyle müdavim kılmıştır. Ancak bizler,
içerisine hangi muhabbeti koyacağımıza gafil olduğumuzda yahut muhabbet
suretinde gördüğümüz olanca unsur ile söz konusu düzeni aslî çalışma
prensibinden uzaklaştırdığımızda, çarklardaki pas tutmalar birbirini seyreder. Bu
dönemler, affın kapısını çalmamız lazım gelen anlardır. Düştüğümüz gayya
çukurundan “ah/tövbe” ipi ile çıkıp gayri boyalardan gözyaşı ile arınarak
çıktığımız vakitlerdir. Ol demler yaklaştıkça, Muhabbetin Şahı’ndan, Süleyman
Çelebi’nin dilinden şöyle yardım ister gönül: “Ey cemâli gün yüzü Bedr-i Münîr!/
Ey kamu düşmüşlere Sen Destgîr!/ Dest-gîrisin kamû üftâdenin,/ Hem penâhı bende
vü âzâdenin.”
“Ey
son demine susamış ömrüm!/ Nâzın geçmiyorsa gönlüne/ Topla yakacağını,/ Dostlara haber sal!/ Bir
kibrit çaksınlar.../ Kaynasın pınarın...”
Gayri
muhabbetler gönle ağır gelmeye, gönle hâkim olmaya başladıkça gönül kendi
ihtiyarından uzaklaştığı gibi insanı da aslî yolundan uzaklaştırabilir. Bu hâlde
ne insanın gönle, ne de gönlün kendine nazı geçer hâle gelir. Vakit,
ağırlıklardan kurtulma vaktidir. Gönle dost hangi duygular var ise, hatırlanması
icap eden toplanma akdidir/toparlanma vaktidir. Gönül toprağı rahmet ile
bereketlendiği gibi, yine rahmet ile temizlenir ve aklanır. Ol demler
yaklaştığında Âlemlere Rahmet olarak gelen Sultan’dan, Süleyman Çelebi’nin
dilinden şöyle merhamet dilenir gönül: “Ey gönüller derdinin dermânı Sen!/ Ey
yaradılmışların Sultânı Sen!/ Sensin ol Sultân-ı Cümle Enbiyâ,/ Nûr-i Çeşm-i
Evliyâ-vü Asfiyâ!/ Ey Risâlet Tahtının Sen Hâtimi!/ Ey Nübüvvet mührünün Sen Hâtemi!/
Çünkü nûrun rûşen etdi âlemi,/ Gül cemâlin gülşen etdi âlemi./ Oldu zâil
zulmet-i cehl ü dalâl./ Buldu bâğ-ı marifet ayn-i kemâl./ Yâ Habiballâh, bize
imdâd kıl,/ Son nefes dîdârın-ile şâd kıl!”
Her
İki Cihanın Sultanı’nın iki dünya içindeki rehberliği, muhabbeti, merhameti ve
hepsine mücmel olan “doğuşu”, her veçhesiyle zuhur eder ve edecektir. O’nun âlemlere
rahmet olarak gelişinin özlü ifadesi olan söz konusu “doğuş” –Kutlu Doğum- ile
Yüce Mevlâ’nın, insanın iç âlemini nasıl şereflendirdiğini ve
ziynetlendirdiğini izaha kelâm, yeter ve geçer akçe değildir. O nedenle evveli
ya ahiri gönlün müştakına “Merhaba Ya Fahr-i Âlem!” diyerek ve sözü yine Kutlu
Doğumun en güzide sözcülerinden Süleyman Çelebi’ye bırakarak muhabbetle
noktalayalım:
“Bu gelen İlm-i Ledün Sultanıdır./ Bu gelen Tevhid-i İrfan Kânıdır./ Bu gelen aşkına devreyler felek,/ Yüzüne müştakdürür ins ü melek./ Bu gece ol gecedir kim, ol Şerif/ Nur ile âlemleri eyler lâtif./ Bu gece şâdân olur erbâb-dil,/ Bu geceye can verir eshab-ı dil./ Rahmeten li’l-âlemindir Mustafa./ Hem şefiu'l-muznibindir Mustafa.”