Ey millet, uyan!

Toplumsal dayanışmayı artırırsak, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisine uygun yaşarsak, sadece tüketmek üzerinden kodlanmış bir hayatı sürekli üreten bir düzleme taşırsak, hayatı zorlaştıran vergi gibi uygulamalarda adaleti sağlayabilirsek, belki bir kurtuluş ışığı ufukta görünür.

CEM Karaca merhumun meşhur şarkısında söylediği gibi, “Bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamete”. Bu söz ilk defa Sultan İkinci Mahmud döneminde kullanılan bir ifadedir. Osmanlı Devleti’ne hediye olarak gönderilen bir zürafa, Gülhane Parkı’nda tutulur. Onu binek hayvanı zanneden bir kişi, zürafanın üstüne çıkar. Hayvan korkuyla koşturmaya başlayınca, “Bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamete” diye söylenir. Böylece ne zaman bir belirsizlik olsa söylenen bu söz, yaygınlaşarak günümüze kadar ulaşır.

Bugün geldiğimiz nokta için sanırım en geçerli söz de bu ifade olacaktır. Zira başımız dönüyor. Sanki kıyamet habercisi gibi...

Şu yaşananlara bakınız; bir anne evladını, bir amca yeğenini, bir abi kardeşini boğarak öldürüyor. Diğer yanda da minnacık bedenler üzerinden, “Yeni Doğan Çetesi” olarak adlandırılan, aralarında doktor, hemşire, hastane müdürü bulunan bir çete, öldürdüğü bebeklerle   aileleri soyarken hastaneleri buna alet ediyor. Narin’in ölümünü konuşurken, sokak ortasında bir suç makinesi, polisimizi şehit ediyor. Cem Garipoğlu’nun mezarı açılırken, 24 saat geçmeden bir başka manyak, gencecik kızın kafasını kesip annesinin önüne atıyor. Bir başkası, bir başkası ve yarın bir başkası daha… Öldürülen sadece Narinler değil; failler insanlığımızı, inancımızı, aileye ve akrabalara olan güvenimizi, ahlâkımızı, namusumuzu ve gerçekleri yani bir toplumu ayakta tutan tüm değerleri öldürüyor. Seyircisi olduğumuz vahşet ve şiddetin mağduru olmamız an meselesi. Gördük işte barış isterken TUSAŞ’taki hain saldırıyı. 5 şehidimiz var. Düşünün eşinin evlilik yıldönümü için gönderdiği çiçeği almak için nizamiye giden genç bir evladımızın şehit edilişini…

Daha sayamadığımız, yetişemediğimiz, okumaktan imtina ettiğimiz onlarca olay mevcut. Bitmiyor. Büyük bir rant şebekesi, bir çete, bu milletin geleceğinin altına GDO’lu ürünlerle dinamit koyarken, bir savcının kararı bir hâkim tarafından yok sayılıyor. Ahlâksızlık “yeni dünya” diye pazarlanıyor. Her gün yeni bir skandal, her gün yeni bir ayıp; say say bitmez. Nereye gidiyoruz?

Evlerimiz residence, komşularımız site sakini, kırk yıllık mahalle kahvecisi küresel kafe zinciri oldu. Sohbetler uzaktan eğitim gibi cep telefonuna taşındı. Arkadaşlık sosyal medyanın elinde malzeme oldu. Aşklar tek gecelik oldu. Sanatçı yok olup gitti, meydan şarlatanlara kaldı. Nereye gidiyoruz?

İslâm hariç, her dine saygı duyanlar oldu. Arapça hariç, her dile saygı duyanlar oldu. Kur’ân hariç, her kitabı sevenler oldu. Camiler hariç, her mekânı sevenler oldu. Başörtüsü hariç, açık giysiye saygı duyanlar oldu. Osmanlı tarihi hariç, her tarih moda oldu… Peki, biz nereye gidiyoruz?

Türkiye hariç, her ülkeyi sevenler oldu. Vicdanın yerini vicdansızlık aldı. Saygının yerini saygısızlık aldı. Sevginin yerini sevgisizlik aldı. Helâl kazancın yerini haram aldı. Hak ve hukuk, yerini adamına göre yargıya bıraktı. Bilgi arttı ama güven azaldı. Peki, biz nereye gidiyoruz?

“Bize bir nazar oldu,/ Cuma’mız Pazar oldu,/ Bize ne olduysa, hep azar azar oldu”. Istırap çemberi sardı dört bir yanımızı. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışı her köşede. “Ne şöhretten hastayız, ne de candan hastayız./ Ne ruhça, ne vücutça, ne de kandan hastayız./ Avrupa’ya bir değil, iki pencere açtık;/ Uzun yıllardan beri cereyandan hastayız”. “‘Batı Batı’ diyerek, eyvah, hep batıyoruz./ Yaklaştıkça her sene öz yurdumda yılbaşı,/ Yapılır milletime Frenkçe sahte aşı./ Buna ağlar ağacı, hem toprağı, taşı./ ‘Batı Batı’ diyerek, eyvah, hep batıyoruz”.

Ne dinimiz kaldı, ne imanınız. “Yılbaşında hindi, kaz yemesine bayılır/ Çam deviren hindi -ki nasıl mümin sayılır-./ ‘Batı Batı’ diyerek, eyvah, hep batıyoruz”. Peki, nereye gidiyoruz?

Gazze ile dertlenirken Lübnan’daki binlerce Türk’ün durumu, Çin’de Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin durumu, Haniye ve Sinvar şehit edilirken Azerbaycan’ın İsrail dostluğu, Irak seçimlerinde Türkmenlerin durumu ortada. Suriye’deki çatışmalarda birbirine bomba atan Türkmenlerin durumu da… FETÖ elebaşı geberdi, PKK’ya hamle geldi. Bu kadar yoğun gündem bombardımanına maruz kalmak doğru mu? Her sabah bir olaya uyanıyoruz. Ne desek ki? “Bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamete”. Uyan ey halkım, uyan!

Hapse girmenin, uyuşturucu kullanmanın, serseri veya mafya elemanı olmanın marifet sayıldığı bir toplumda, ne acı ki normal bir hayat sürmeye çalışıyoruz. Hırsızlık, gasp, uyuşturucu satıcılığı ve kullanımı, kadına şiddet, kolluk kuvvetlerine saldırı gibi olayların kınandığı, bunu yapanların dışlanıp toplum içine çıkamadığı bir ülkeyken, bu eylemleri gerçekleştirenlerin dışarıda gezdiği, “Nasıl olsa bedelini ödedi” diye toplumda saygı gördüğü bir ülkeye dönüşüyoruz. Gerek sosyal medya, gerekse TV dizilerinde çarpık ilişkilerin ve şiddetin içimize sokulup bunların normalleştirilmesini saymıyorum bile... 

Türkiye’miz güçlü bir kültürel mirasa, coğrafî zenginliklere ve potansiyellere sahip bir ülke. Bunun yanında, ülkenin uzun vadede istikrarını ve toplumsal barışını tehdit eden olayları ardı ardına yaşıyoruz. Bir yandan ekonomik ve siyâsî çalkantılar, diğer yandan değerlerde yaşanan aşınma, toplumda ciddî bir kırılmaya yol açıyor. Peki, bu ülkenin değerini biliyor muyuz, yaşananlar umurumuzda mı?

Ahlâk çökünce…

Dostlar, ahlâk çökünce ne olur? Bütün uygunsuz davranışlar normal karşılanır, hatta taraftar bulur. Eskiden sokakta sigara içmeye çekinen gençlik, şimdi sokakta uyuşturucu belâsının içine düşmüş durumda. Sokaklarda rahatça uyuşturucu buluyor, hatta uyuşturucuya zorlanıyor. Kimyasal madde etkisiyle zombiye dönüşen insan, anne-babasını gözü görmüyorken çevreye neler yapmaz? 

Bu ülkede ahlâk geri gelmedikçe, uyuşturucu belâsı ülkede bıçak gibi kesilmedikçe, maalesef sosyolojik çürüme, toplumu içten çökerten ve bizi biz yapan değerlerin yok oluş süreci her gün daha da kötü bir şekilde devam edecek. Bu topraklarda varoluşumuzun sebebi olarak değerlerimizin merkezde olduğu sosyoloji sürekli eriyor, eritiliyor ve herkes bunu seyrediyor. Öyle bir yerdeyiz ki, ne finansal sıkıntılar, ne askerî bir saldırıya ihtiyaç kalmadan yok olacağız. 

Sürekli sorunu konuşmak yerine biraz da çözümden bahsedelim… Hani hep konuşuyoruz ya “Ne zaman adam oluruz?” diye, eğer toplumsal dayanışmayı artırırsak, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisine uygun yaşarsak, sadece tüketmek üzerinden kodlanmış bir hayatı sürekli üreten bir düzleme taşırsak, hayatı zorlaştıran vergi gibi uygulamalarda adaleti sağlayabilirsek, belki bir kurtuluş ışığı ufukta görünür.

Herkesten eşit vergi almak adaleti sağlamaz. Gelirine göre vergi, ancak toplumsal refahın tabana yayılmasını sağlar. Her türlü görevlendirmede öncelik “işe yakışan, liyakatli” tercihler olursa, toplumda adaletsizlik duygusu yok olmaya başlayacaktır. Yöneticiler gurur ve kibirden uzaklaşır, halkın derdiyle dertlenirlerse, hayatlarından gösterişi çıkarıp mütevazı bir anlayışla görevlerini yaparlarsa, amirlerine riyakârlık yapmaktan vazgeçerlerse, belki biraz adam olur ve geleceğimiz olan çocuklarımıza aldığımızdan daha güzel bir Türkiye bırakırız. 

Sınırsız özgürlük ve sorgusuz gençlik üzerinden açılan alanı ahlâksızlık, fuhuş ve uyuşturucu kapladı. Ebeveyn, çocuğuna nerede olduğunu soramaz oldu. Aile bütünlüğü yok oldu ve toplumun en küçük parçasında gerçekleşen bu çözülme, önce milleti, akabinde devleti yok olma aşamasına getirdi.




Sevgili dostlar, tehlike kapımızda! Şiddet olaylarının artması ve vahşetin sıradanlaşması, ülkemizin sadece güvenlik değil, aynı zamanda ahlâkî bir krizle de karşı karşıya olduğunu göstermez mi? Çözüm üretme konusunda toplumsal örgütlenme ve dayanışma gerekli değil mi?


Çıkış

Yıllardır iç hesaplaşmalarla savrulduk. Kurumlar görev sahalarını unuturken, kitle iletişim araçlarıyla farklı düşünemez olduk. Kültürel ve ahlâkî erozyonun altında kaldık. Kötülük bir zehir gibi tüm hücrelerimize sızmış. Acilen bir çözüm üretmemiz gerekiyor. Peki, bunu hangi sağduyulu bakış açısıyla yapacağız? Böylesi güzel bir coğrafyada nasıl bu cendereden çıkacağız? 

Türkiye’miz güçlü bir kültürel mirasa, coğrafî zenginliklere ve potansiyellere sahip bir ülke. Bunun yanında, ülkenin uzun vadede istikrarını ve toplumsal barışını tehdit eden olayları ardı ardına yaşıyoruz. Bir yandan ekonomik ve siyâsî çalkantılar, diğer yandan değerlerde yaşanan aşınma, toplumda ciddî bir kırılmaya yol açıyor. Peki, bu ülkenin değerini biliyor muyuz, yaşananlar umurumuzda mı? “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığı içinde günlerini geçirenler şunu iyi bilsinler ki, o yılan, yanı başlarında!

Sevgili dostlar, tehlike kapımızda! Şiddet olaylarının artması ve vahşetin sıradanlaşması, ülkemizin sadece güvenlik değil, aynı zamanda ahlâkî bir krizle de karşı karşıya olduğunu göstermez mi?

Çözüm üretme konusunda toplumsal örgütlenme ve dayanışma gerekli değil mi? Toplumun kutuplaştırıcı söylemlerden uzaklaşarak ortak değerler etrafında birleşmesi, uzun vadede bu olumsuzlukların aşılmasına katkı sağlamaz mı? 

Ülkemizde her gün infial yaratan, geceleri uykularımızı kaçıran, sokakta yürürken tedirginlik duymamıza sebep olan olaylar cereyan etmiyor mu? Eskiden bir senede bile göremeyeceğimiz olaylar, şimdi bir gün içinde yaşanıyor. İşin ilginç ve en tehlikeli yanı ise, bunları artık normal karşılamaya başlamamız. 

Uyan ey millet! 

“Eskiden de vardı fakat biz duymuyorduk” sözü ile sosyal medya tesellisi aramaya, sorundan kaçmaya, içimizi rahatlatmaya gerek yok. Millî ve manevî değerlerimizin, Türk milleti olarak ahlâk anlayışımızın sürekli yozlaştırılmaya başlandığının, hatta ayaklar altına alındığının ne zaman farkına varacağız? 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin her geçen yaklaştığı beka sorunu karşısında dahi birlik ve beraberlik ruhumuzu kaybediyoruz. Bu vatan toprakları, yanı başında bir yangının yaşandığı bu kritik coğrafyada duyarlı olmanın şovla ip atlamaya benzemeyeceğini mi öğreteceğiz dervişlere? Öyleyse yandık!

Siyasetin ülkenin milli sorunları karşısında bile ayrıştığı bir ülkenin iflah olma şansının olmayacağını mı anlatacağız bu üstün akıllara(!)?

Yine başa geliyorum… 

Uyan ey millet, uyan! Bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamete. Dua edelim, uyanalım”diyen, uyaran güzel yürekli insanlar var. Yarın onlar da olmaz, biline! 

“Ey millet, uyan, cehline kurban gidiyorsun!” diyen Millî Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un o anlamlı mısraları ile noktalamak istiyorum: 

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?/ Olmaz ya tabiî, biri insan, biri hayvan/ Öyleyse cehalet denilen yüz karasından/ Kurtulmaya azmetmeli baştan başa millet/ Kâfî mi değil yoksa bu son ders-i felâket?/ Son ders-i felâket neye mâl oldu, düşünsen/ Beynin eriyip yaş gibi damlardı gözünden/ Son ders-i felâket ne demekdir, şu demekdir/ Gelmezse eğer kendine millet, gidecekdir/ Zirâ yeni bir sadmeye artık dayanılmaz/ Zîrâ bu sefer uyku ölümdür uyanılmaz/ Coşkun koca bir sel gibi dâim beşeriyyet/ Müstakbele koşmakda verip seyrine şiddet/ Dağlar uçurumlar ona yol vermemek ister/ Lâkin o ne yüksek ne de alçak demez örter/ Akvâm o büyük nehre katılmış birer ırmak/ Elbet katılır hangisi ister geri kalmak/ Bizler ki bu müthiş bu muazzam cereyanla/ Uğraşmakdayız bak ne kadar çılgınız anla/ Uğraş bakalım yoksa işin hey gidi şaşkın/ Kurşun gibi sür'atli denizler gibi taşkın/ Bir çağlayanın menba’-ı dehhâşına doğru/ Tırmanmaya benzer yüzerek başka değil bu/ Ey katre-i âvâre bu cûşun bu hurûşun/ Âhengine uymazsan emîn ol boğulursun/ Yıllarca asırlarca süren uykudan artık/ Silkin de muhîtindeki zulmetleri yak, yık/ Bir baksana gökler uyanık yer uyanıkdır/ Dünyâ uyanıkken uyumak maskaralıkdır/ Eyvâh bu zilletlere sensin yine illet/ Ey derd-i cehâlet sana düşmekde bu millet/ Bir hâle getirdin ki ne dîn kaldı ne nâmûs/ Ey sîne-i İslâm'a çöken kapkara kâbûs/ Ey hasm-ı hakîkî seni öldürmeli evvel/ Sensin bize düşmanları üstün çıkartan el/ Ey millet, uyan, cehline kurban gidiyorsun/ İslâm’ı da batsın diye tutmuş yediyorsun/ Allah’tan utan, bâri bırak dîni elinden/ Gir leş gibi topraklara kendin gireceksen/ Lâkin ne demek bizleri Allah ile iskât/ Allah’tan utanmak da olur ilm ile heyhât!”