
BATI kültürü,
pragmatizm üzerine inşâ edilmiştir, maneviyattan uzaktır ve sekülerdir. Batı’nın
tek amacı dünya zenginliği olduğundan mütevellit, süper güçleri, hangi coğrafyaya
el atsa oraya kaos ve gözyaşı getirmiştir. Bu emperyalist güçler, kendi menfaatleri
için kendinden olmayanı öğütüp bitirmiştir. Tarih boyu bunun böyle olduğunu
sabık yazılarımızda dillendirdik, yine dillendireceğiz. Çünkü Batı, sömürge yapmak
için yine bizim kapımızı çalıyor.
Biz
bu oyunu yüz yıl önce yine izlemiştik. 32 devleti bizden koparmış, bir
milyondan fazla vatandaşımızın canını almıştı. Şimdi yine kapımıza dayandılar,
Güneydoğu’da piyonlarını yine sahaya sürdüler. Akbabalar gibi yine oradaki
toprakların başına üşüştüler. Kan kokusunu alan kuzgun gibi, bütün kirli güçler
orada at koşturur oldular.
Hep
“Özgürlük getirdik” diyerek gelirler. Kıyımlarına hep bir kandırmaca kılıfı
bulurlar. Onların devrimleri de özgürlük getirmez, kan ve ölüm getirir. Aynı 1789
olduğu gibi… Karşısında güçlü hiçbir ülke, birbirine kenetlenmiş hiçbir ırk görmek
istemeyen bu zihniyet, kitleleri isyankâr yapmakta, birbirine öldürtmekte bir
beis görmez ve hatta buna teşvik eder, böylece imparatorlukları yıkar, ülkeleri
yok eder, coğrafyaları talan eder.
Sömürge
tarihi, onların atalarının oluşumuyla başlar. Lâkin Kürt kardeşlerimi “özgürlük
ve bağımsızlık” şekeri ile kandırmaya çalıştıkları için, biz de anlatmaya, bilinen
en ünlü “özgürlük” ayaklanmasıyla başlayalım. Yoksa Portekizlilerin kıyımlarını,
İspanyolların sömürülerini, İngilizlerin vahşetlerini yazmaya sayfalar yetmez.
Evet,
1789 İnsan Hakları Beyannamesi ile şekillenen süreçte, aslında “özgürlük” değil,
isyan, başkaldırı, dünyayı parçalama projesi olup Fransa’dan başlayan ihtilâlden
sonra, dört büyük imparatorluk yıkıldı, milyonlarca insan öldü. Önce
imparatorlukları, sonra ülkeleri parçalayan bu zihniyet, etnik ırkçı bütün
yaraları kanatıp dünyayı kan gölüne çevirdi. Zira parçalanmış ve bölünmüş bir
dünyaya hükmetmek daha kolaydı; böylece karşılarında güçlü toplumlar değil,
parçalanmış kalabalıklar oluşacaktı. Ülkeleri bölmek yetmezdi, hatta şehir
devletleri kurulmalıydı. Afrika kıtasını yamyam gibi yiyip bitiren Amerika, Hindistan’ı
fakirleştiren İngiltere, nerede altın varsa orada kan akıtan Fransa,
besledikleri İsrail çocuğunu iyice semirtip Müslüman ülkelere musallat ettiler.
Tam
Ortadoğu’nun göbeğinde kurulan bu terör devletinin eli, adamları, ajanları,
ölüm makinaları ile bugünlerde topyekûn güneydoğumda.
Haritalar
yine onların istediği minvâlde değişmeliydi. Bunun için “din, ırk, mezhep,
kavim” türünden ne fark varsa hepsi dejenere edilmeliydi. Lübnan kamplarında
Amerikalı askerlerin eğittiği El-Kaide’nin devamı DAEŞ kurdurulacak, İbadi
kullanılacak ve hep aynı senaryo tekrarlanacaktı.
Paris,
Berlin ve İstanbul Anlaşmalarında büyük Ermenistan için “Kürdistan” adı altında
bir devlet kurulması gerektiğini dayatmışlardı. Çünkü iki nehir ötesi (Maveraünnehir)
Bereketli Hilâl ve dahi Arz-ı Mev’ud hayâlleri ancak o zaman gerçekleşebilirdi.
Ermenilere engel olan Türkiye’ye tampon görevi yapan Kürtleri elde ederlerse, Bereketli
Hilâl’i elde etmiş olacaklardı.
Ey
Kürt kardeşim, bir düşün! Büyük Kürdistan neden Amerika’nın umurunda olsun? Kendi
çıkarına dokunan bir şey olmadıktan sonra neden askerlerini savaşa göndersin?
Kendi hesapları olmasa, gerçekten bir Kürt için bir Amerika askerinin ölebileceğine
inanıyor musunuz? Ey Kürt kardeşim, biz bu filmi asırlardır izliyoruz! Irkçılık
tuzağına avlarını çekmeleri çok kolay oluyor nitekim. Osmanlı’yı parçalamaya
ilk Mora’dan başlamış, ilk ayaklanmayı burada çıkarmışlardı. Sonra isyan fikri virüs
gibi yayıldı, imparatorluk parçalara ayrıldı. Yunanistan, ilk kopan parçaydı.
Yüz
yıl boyunca parçaladılar, sonunda kopan parça Arnavutluk oldu. Arnavutluk
bağımsız (!) oldu güya. Lâkin bizden koptuktan sonra Balkanlarda kan hiç
durmadı, Sırp çizmesi altında ezildi, Hırvat postalında parçalandı, Batı’nın dişlerinde
öğütüldü Balkan Müslümanları.
1912’de
Arnavutluk bizden koptu. Mehmed Âkif Ersoy, Arnavut kökenlidir. Evet, o bir Arnavut
idi, lâkin bu kopuşla “Arnavutlar bağımsız oldu” diye sevinmedi. En acılı, en
hüzünlü, en kederli şiirlerini o zaman yazdı. Çünkü Âkif izzetini de, dinini de,
düşmanını da iyi bilen biriydi, feraset sahibiydi. Biliyordu ki ayetler, “Müminler
kardeştir; bölünmeyin, parçalanmayın!” diyor, “Allah’a ve Resulüne itaat edin
ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden
gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir!” beyanında
bulunuyordu. (Enfal, 46) Âkif, bunlar gibi pek çok ayetin künhüne vâkıf
biriydi.
Ey
Kürt kardeşim! Şimdi güneydoğu sanki tüm coğrafyaların kilit taşı gibi. Bütün
ülkelerin, bütün şer güçlerin at oynattığı arena… Bizden Yunan ayrılabilir, Bulgar
ayrılabilir, hatta içimizdeki Ermeniler ayrılabilir. Hep ayrılma hayâli kuran
gayrimüslimler ya da büyük Bizans’ı yeniden diriltme hayâli kuran gruplar ve azınlıklar
ayrılabilir, başkaldırabilir, terör çıkarabilir. Ama kendi kardeşimiz, dindaşımız
bize başkaldırırsa, vücudun kendi kendine saldırması demektir bu. Bu durum, dışarıdaki
virüsü bırakıp kendi dokusuna saldıran vücudun savunma sistemine benzer; vücudun
savunma sistemi kendi bünyesinin içinde kemiklere saldırarak romatizma meydana
getirir, beyne saldırarak MS’e sebep olur… Bazen hastalık, bazen ölüm olur. Hâlbuki
savunma, dışarıya/mikroba karşı olursa şifa ve kurtuluş gelir. Tıpkı bunun gibi,
Kürt kardeşlerimiz de İslâm düşmanlarına karşı savaşırlarsa cihat olur, fetih
olur. Ama Müslüman Türk kardeşlerine karşı bağımsızlık teraneleri ile
kandırılıp savaşırlarsa, bu fitne olur, cinayet olur, ölüm olur, yok oluşun
bidayeti olur.
Biz
Ermeni vatandaşlarımıza “millet-i sâdıka” dedik. Onca ihanetlerini gördüğümüz
hâlde, nice azınlığı bağrımızda taşıdık. Ama Kürt kardeşlerimize ne “azınlık”
dedik, ne “başka millet”. Çünkü biz bir elmanın iki yarısı, bir vücudun azaları,
aynı Resulün ümmeti idik ve ayrışamazdık, et ile tırnak kalmalıydık. Asırlardır
İslâm topraklarında hep birlikte yaşadık. Kürtler, İslâm’ın sancaktarlığını hiç
bırakmadılar, ama şimdi içlerinden bazılarını “özgürlük ve bağımsızlık” diyerek
kandıranlar var. Onlara şunu söylemek lâzım:
“Karşınızdaki
kendi kardeşiniz! Aynı secdeye baş koyduğunuz mümin kardeşiniz! İhanet ederek
bu topraklardaki huzuru bozarsanız, hep birlikte hazin bir sona doğru sürükleniriz!
İstanbul’da
oturup Rize’de yetişen çayı yudumlarken, Anadolu’da ekilen buğdayın ekmeğini
yerken, Türk hastanelerinde tedavi olurken, utanmadan, dibimizdeki terör
devletini destekleyenleri bir zahmet o bölgeye alalım. Gidin, Kürdistan’ınızda
yaşayın!
“Bağımsızlık”
diyerek Erbil’de Türk bayrağı yakacak kadar ileri gidenleri buradan
destekleyenler! Sizi kendi kardeşinize düşman edenler, asıl düşmanlarınızdır. Ey
Kürt kardeşim! Bırak düşmanın ekmeğine yağ sürmeyi, kendine gel ve bir Âkif de
sen ol! Kardeşlerin parçalanması caizse, neden Âkif, Arnavutluk parçalandığında
şu şiiri yazdı?
“Üç
beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk/ Bak nasıl doğranıyor? Kalk baba,
kabrinden kalk/ Diriler koşmadı imdâdına, sen bâri yetiş/ Arnavutluk yanıyor...
Hem bu sefer pek müdhiş/ Tek kıvılcım kabarıp öyle cehennem kustu/ Ki hemen kol
kol olup sardı bütün bir yurdu/ O ne yangın ki, ocak kalmadı söndürmediği/ O ne
tûfan ki, yakıp yıktı bütün vâdîyi/ Âşinâ çehre arandım... O, meğer hiç yokmuş/
Yalınız bir kuru çöl var ki, ne sorsan: Hâmûş/ Âşinâ çehre de yok, hiçbirinin
yâdı da yok/ Yakılan bunca hayâtın, hani ecsâdı da yok/ Yoklasan külleri, altından
emînim, ancak/ Kömür olmuş iki üç parça kemiktir çıkacak/ Baba! En sevgili
annen, o senin öz vatanın/ Olacak mıydı fedâ hırsına üç kaltabanın/ Dedemin sürdüğü,
can ektiği toprak gitti/ Öyle bir gitti ki hem, bir daha gelmez ebedî/ Ne
olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba / ‘Meşhed’in beynine haç saplanacak
mıydı baba/ Ne felâket… Dönüversin de mesâcid ahıra/ Hırvat’ın askeri tepsin
çıkıp üstünde hora/ Bâri bir hâtıra kalsaydı şu toprakta diri/ Yer yarılmış,
yere geçmiş şühedâ türbeleri/ Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova/ Sen
misin, yoksa hayâlin mi? Vefâsız Kosova/ Hani binlerce mefâhirdi senin her
adımın?/ Hani sînende yarıp geçtiği yol ‘Yıldırım’ın/ Hani asker? Hani kalbinde
yatan Şâh-ı Şehîd/ Ah o kurbân-ı zafer nerde bugün, nerde o iyi/ Söyle Meşhed,
öpeyim secde edip toprağını/ Yok mudur sende Murâd’ın iki üç damla kanı/ Âh
Meşhed! O ne, sâhandaki meyhâne midir/ Kandilin, görmüyorum, nerde? Şu peymâne
midir/ Ya harîminde yatan şapkalı sarhoşlar kim/ Yoksa yanlış mı? Hayır, söyleme,
bildim, bildim/ Basacak mıydı fakat göğsüne Sırb’ın çarığı/ Serilip yerlere
binlerce şehîdin sarığı/ Silecek miydi en alçak neferin çizmesini/ Dürtecek
miydi geçen leş gibi her lîmesini/ Ya şu üç parçalı bayrak dikilirken tepene/ Niye
indirmedi, kim çıktı bu halkın önüne/ Hani milletlere meydan okuyan kavm-i
necîb/ Görmedim bir kişi, tek bir kişi meydanda... Garîb/ Hani haysiyyetinin
gölgesi çiğnense eğer/ -Olmadan üç kişinin, beş kişinin, hûnu heder-/ Kahraman
gayzı yatışmaz, kanı coşkun efrâd/ İşte haysiyyet-i kavmiyye muhakkar, berbâd/ Hani
‘Nâ-mahreme ben söyliyemem kızlarımın/ Karımın ismini... Hem öldürürüm, sorma
sakın’/ Diye tahrîr-i nüfûs istemiyen er kişiler/ Hani göstermediler eski
celâdetten eser/ Fuhşu i’lâya koşan bir sürü nâ-merd öteden/ Ne selâmlık, ne
harem dinlemeyip çiğnerken/ Hani ey kavm-i esâret-zede, muhtâriyyet/ Korkarım,
şimdi nasîbin mütemâdî haybet/ Hani ey unsur-i bî-râbıta istiklâlin/ Ebediyyen,
sanırım söndü bütün âmâlin/ Hani ‘Başkım’cıların kurduğu yüksek hülyâ/ Seni
yıllarca avutmuş da o mel’un ru’yâ/ Uyumuştun... Ya uyansaydın eder miydi
tebâh/ Mülkü birdenbire âfâka çöken kanlı sabah/ Karadağ haydudu, Sırp eşşeği,
Bulgar yılanı/ Sonra Yunan iti, çepçevre kuşatsın vatanı/ Târümâr eyleyiversin
de bütün ordumuzu/ Bizi kovsun elimizden alarak yurdumuzu/ Kimsesiz ailelerden
kimi gitsin bıçağa/ Kimi bin türlü fecâ'atle çekilsin kucağa/ Birinin ırzı heder,
diğerinin hûn-ı helâl/ İşte ey unsur-i isyan, bu elîm izmihlâl/ Seni tahrîk
eden üç beş alığın ma’rifeti/ Ya neden beklemiyordun bu rezîl âkıbeti/ Hani
milliyyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne/ Sarılıp sımsıkı dursaydın ya
milliyyetine/ ‘Arnavutluk’ ne demek? Var mı şerîatte yeri/ Küfr olur, başka
değil, kavmini sürmek ileri/ Arab’ın Türk’e, Lâz’ın Çerkes’e yâhud Kürd’e/ Acem’in
Çinli’ye rüchânı mı varmış, nerde/ Müslümanlık’ta ‘anâsır’ mı olurmuş, ne
gezer/ Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber/ En büyük düşmanıdır Rûh-i
Nebî tefrikanın/ Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın/ Şu senin âkıbetin bin
bu kadar yıl evvel/ Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel/ Artık ey
millet-i merhûme, sabâh oldu, uyan/ Sana az geldi ezanlar diye ötsün mü bu çan/
Ne Arablık, ne de Türklük kalacak, aç gözünü/ Dinle Peygamber-i Zîşân’ın İlâhî
sözünü/ Türk Arab’sız yaşamaz; kim ki ‘Yaşar’ der, delidir/ Arab’ın Türk ise
hem sağ gözü, hem sağ elidir/ Veriniz baş başa, zîrâ sonu hüsrân-ı mübin/ Ne
Hilâfet kalıyor ortada billâhi, ne din/ ‘Medeniyyet’ size çoktan beridir diş
biliyor/ Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor/ Arnavutlar size ibret
olacakken, hâlâ/ Ne bu şûrîde siyâset, ne bu fâsid da’vâ?/ Görmüyor gittiği
yanlış yolu, zannım, çoğunuz/ Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz/ Bunu
benden duyunuz, ben ki, evet, Arnavudum/ Başka bir şey diyemem... İşte perişan
yurdum…” (Hakkın Seslerinden, Mehmed Âkif
Ersoy)