Ey Kürt kardeşim!

Ey Kürt kardeşim, bir düşün! Büyük Kürdistan neden Amerika’nın umurunda olsun? Kendi çıkarına dokunan bir şey olmadıktan sonra neden askerlerini savaşa göndersin? Kendi hesapları olmasa, gerçekten bir Kürt için bir Amerika askerinin ölebileceğine inanıyor musunuz? Ey Kürt kardeşim, biz bu filmi asırlardır izliyoruz! Irkçılık tuzağına avlarını çekmeleri çok kolay oluyor nitekim.

BATI kültürü, pragmatizm üzerine inşâ edilmiştir, maneviyattan uzaktır ve sekülerdir. Batı’nın tek amacı dünya zenginliği olduğundan mütevellit, süper güçleri, hangi coğrafyaya el atsa oraya kaos ve gözyaşı getirmiştir. Bu emperyalist güçler, kendi menfaatleri için kendinden olmayanı öğütüp bitirmiştir. Tarih boyu bunun böyle olduğunu sabık yazılarımızda dillendirdik, yine dillendireceğiz. Çünkü Batı, sömürge yapmak için yine bizim kapımızı çalıyor.

Biz bu oyunu yüz yıl önce yine izlemiştik. 32 devleti bizden koparmış, bir milyondan fazla vatandaşımızın canını almıştı. Şimdi yine kapımıza dayandılar, Güneydoğu’da piyonlarını yine sahaya sürdüler. Akbabalar gibi yine oradaki toprakların başına üşüştüler. Kan kokusunu alan kuzgun gibi, bütün kirli güçler orada at koşturur oldular.

Hep “Özgürlük getirdik” diyerek gelirler. Kıyımlarına hep bir kandırmaca kılıfı bulurlar. Onların devrimleri de özgürlük getirmez, kan ve ölüm getirir. Aynı 1789 olduğu gibi… Karşısında güçlü hiçbir ülke, birbirine kenetlenmiş hiçbir ırk görmek istemeyen bu zihniyet, kitleleri isyankâr yapmakta, birbirine öldürtmekte bir beis görmez ve hatta buna teşvik eder, böylece imparatorlukları yıkar, ülkeleri yok eder, coğrafyaları talan eder.

Sömürge tarihi, onların atalarının oluşumuyla başlar. Lâkin Kürt kardeşlerimi “özgürlük ve bağımsızlık” şekeri ile kandırmaya çalıştıkları için, biz de anlatmaya, bilinen en ünlü “özgürlük” ayaklanmasıyla başlayalım. Yoksa Portekizlilerin kıyımlarını, İspanyolların sömürülerini, İngilizlerin vahşetlerini yazmaya sayfalar yetmez.

Evet, 1789 İnsan Hakları Beyannamesi ile şekillenen süreçte, aslında “özgürlük” değil, isyan, başkaldırı, dünyayı parçalama projesi olup Fransa’dan başlayan ihtilâlden sonra, dört büyük imparatorluk yıkıldı, milyonlarca insan öldü. Önce imparatorlukları, sonra ülkeleri parçalayan bu zihniyet, etnik ırkçı bütün yaraları kanatıp dünyayı kan gölüne çevirdi. Zira parçalanmış ve bölünmüş bir dünyaya hükmetmek daha kolaydı; böylece karşılarında güçlü toplumlar değil, parçalanmış kalabalıklar oluşacaktı. Ülkeleri bölmek yetmezdi, hatta şehir devletleri kurulmalıydı. Afrika kıtasını yamyam gibi yiyip bitiren Amerika, Hindistan’ı fakirleştiren İngiltere, nerede altın varsa orada kan akıtan Fransa, besledikleri İsrail çocuğunu iyice semirtip Müslüman ülkelere musallat ettiler.

Tam Ortadoğu’nun göbeğinde kurulan bu terör devletinin eli, adamları, ajanları, ölüm makinaları ile bugünlerde topyekûn güneydoğumda.

Haritalar yine onların istediği minvâlde değişmeliydi. Bunun için “din, ırk, mezhep, kavim” türünden ne fark varsa hepsi dejenere edilmeliydi. Lübnan kamplarında Amerikalı askerlerin eğittiği El-Kaide’nin devamı DAEŞ kurdurulacak, İbadi kullanılacak ve hep aynı senaryo tekrarlanacaktı.

Paris, Berlin ve İstanbul Anlaşmalarında büyük Ermenistan için “Kürdistan” adı altında bir devlet kurulması gerektiğini dayatmışlardı. Çünkü iki nehir ötesi (Maveraünnehir) Bereketli Hilâl ve dahi Arz-ı Mev’ud hayâlleri ancak o zaman gerçekleşebilirdi. Ermenilere engel olan Türkiye’ye tampon görevi yapan Kürtleri elde ederlerse, Bereketli Hilâl’i elde etmiş olacaklardı.

Ey Kürt kardeşim, bir düşün! Büyük Kürdistan neden Amerika’nın umurunda olsun? Kendi çıkarına dokunan bir şey olmadıktan sonra neden askerlerini savaşa göndersin? Kendi hesapları olmasa, gerçekten bir Kürt için bir Amerika askerinin ölebileceğine inanıyor musunuz? Ey Kürt kardeşim, biz bu filmi asırlardır izliyoruz! Irkçılık tuzağına avlarını çekmeleri çok kolay oluyor nitekim. Osmanlı’yı parçalamaya ilk Mora’dan başlamış, ilk ayaklanmayı burada çıkarmışlardı. Sonra isyan fikri virüs gibi yayıldı, imparatorluk parçalara ayrıldı. Yunanistan, ilk kopan parçaydı.

Yüz yıl boyunca parçaladılar, sonunda kopan parça Arnavutluk oldu. Arnavutluk bağımsız (!) oldu güya. Lâkin bizden koptuktan sonra Balkanlarda kan hiç durmadı, Sırp çizmesi altında ezildi, Hırvat postalında parçalandı, Batı’nın dişlerinde öğütüldü Balkan Müslümanları.

1912’de Arnavutluk bizden koptu. Mehmed Âkif Ersoy, Arnavut kökenlidir. Evet, o bir Arnavut idi, lâkin bu kopuşla “Arnavutlar bağımsız oldu” diye sevinmedi. En acılı, en hüzünlü, en kederli şiirlerini o zaman yazdı. Çünkü Âkif izzetini de, dinini de, düşmanını da iyi bilen biriydi, feraset sahibiydi. Biliyordu ki ayetler, “Müminler kardeştir; bölünmeyin, parçalanmayın!” diyor, “Allah’a ve Resulüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir!” beyanında bulunuyordu. (Enfal, 46) Âkif, bunlar gibi pek çok ayetin künhüne vâkıf biriydi.

Ey Kürt kardeşim! Şimdi güneydoğu sanki tüm coğrafyaların kilit taşı gibi. Bütün ülkelerin, bütün şer güçlerin at oynattığı arena… Bizden Yunan ayrılabilir, Bulgar ayrılabilir, hatta içimizdeki Ermeniler ayrılabilir. Hep ayrılma hayâli kuran gayrimüslimler ya da büyük Bizans’ı yeniden diriltme hayâli kuran gruplar ve azınlıklar ayrılabilir, başkaldırabilir, terör çıkarabilir. Ama kendi kardeşimiz, dindaşımız bize başkaldırırsa, vücudun kendi kendine saldırması demektir bu. Bu durum, dışarıdaki virüsü bırakıp kendi dokusuna saldıran vücudun savunma sistemine benzer; vücudun savunma sistemi kendi bünyesinin içinde kemiklere saldırarak romatizma meydana getirir, beyne saldırarak MS’e sebep olur… Bazen hastalık, bazen ölüm olur. Hâlbuki savunma, dışarıya/mikroba karşı olursa şifa ve kurtuluş gelir. Tıpkı bunun gibi, Kürt kardeşlerimiz de İslâm düşmanlarına karşı savaşırlarsa cihat olur, fetih olur. Ama Müslüman Türk kardeşlerine karşı bağımsızlık teraneleri ile kandırılıp savaşırlarsa, bu fitne olur, cinayet olur, ölüm olur, yok oluşun bidayeti olur.

Biz Ermeni vatandaşlarımıza “millet-i sâdıka” dedik. Onca ihanetlerini gördüğümüz hâlde, nice azınlığı bağrımızda taşıdık. Ama Kürt kardeşlerimize ne “azınlık” dedik, ne “başka millet”. Çünkü biz bir elmanın iki yarısı, bir vücudun azaları, aynı Resulün ümmeti idik ve ayrışamazdık, et ile tırnak kalmalıydık. Asırlardır İslâm topraklarında hep birlikte yaşadık. Kürtler, İslâm’ın sancaktarlığını hiç bırakmadılar, ama şimdi içlerinden bazılarını “özgürlük ve bağımsızlık” diyerek kandıranlar var. Onlara şunu söylemek lâzım:

“Karşınızdaki kendi kardeşiniz! Aynı secdeye baş koyduğunuz mümin kardeşiniz! İhanet ederek bu topraklardaki huzuru bozarsanız, hep birlikte hazin bir sona doğru sürükleniriz!

İstanbul’da oturup Rize’de yetişen çayı yudumlarken, Anadolu’da ekilen buğdayın ekmeğini yerken, Türk hastanelerinde tedavi olurken, utanmadan, dibimizdeki terör devletini destekleyenleri bir zahmet o bölgeye alalım. Gidin, Kürdistan’ınızda yaşayın!

“Bağımsızlık” diyerek Erbil’de Türk bayrağı yakacak kadar ileri gidenleri buradan destekleyenler! Sizi kendi kardeşinize düşman edenler, asıl düşmanlarınızdır. Ey Kürt kardeşim! Bırak düşmanın ekmeğine yağ sürmeyi, kendine gel ve bir Âkif de sen ol! Kardeşlerin parçalanması caizse, neden Âkif, Arnavutluk parçalandığında şu şiiri yazdı?

“Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk/ Bak nasıl doğranıyor? Kalk baba, kabrinden kalk/ Diriler koşmadı imdâdına, sen bâri yetiş/ Arnavutluk yanıyor... Hem bu sefer pek müdhiş/ Tek kıvılcım kabarıp öyle cehennem kustu/ Ki hemen kol kol olup sardı bütün bir yurdu/ O ne yangın ki, ocak kalmadı söndürmediği/ O ne tûfan ki, yakıp yıktı bütün vâdîyi/ Âşinâ çehre arandım... O, meğer hiç yokmuş/ Yalınız bir kuru çöl var ki, ne sorsan: Hâmûş/ Âşinâ çehre de yok, hiçbirinin yâdı da yok/ Yakılan bunca hayâtın, hani ecsâdı da yok/ Yoklasan külleri, altından emînim, ancak/ Kömür olmuş iki üç parça kemiktir çıkacak/ Baba! En sevgili annen, o senin öz vatanın/ Olacak mıydı fedâ hırsına üç kaltabanın/ Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti/ Öyle bir gitti ki hem, bir daha gelmez ebedî/ Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba / ‘Meşhed’in beynine haç saplanacak mıydı baba/ Ne felâket… Dönüversin de mesâcid ahıra/ Hırvat’ın askeri tepsin çıkıp üstünde hora/ Bâri bir hâtıra kalsaydı şu toprakta diri/ Yer yarılmış, yere geçmiş şühedâ türbeleri/ Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova/ Sen misin, yoksa hayâlin mi? Vefâsız Kosova/ Hani binlerce mefâhirdi senin her adımın?/ Hani sînende yarıp geçtiği yol ‘Yıldırım’ın/ Hani asker? Hani kalbinde yatan Şâh-ı Şehîd/ Ah o kurbân-ı zafer nerde bugün, nerde o iyi/ Söyle Meşhed, öpeyim secde edip toprağını/ Yok mudur sende Murâd’ın iki üç damla kanı/ Âh Meşhed! O ne, sâhandaki meyhâne midir/ Kandilin, görmüyorum, nerde? Şu peymâne midir/ Ya harîminde yatan şapkalı sarhoşlar kim/ Yoksa yanlış mı? Hayır, söyleme, bildim, bildim/ Basacak mıydı fakat göğsüne Sırb’ın çarığı/ Serilip yerlere binlerce şehîdin sarığı/ Silecek miydi en alçak neferin çizmesini/ Dürtecek miydi geçen leş gibi her lîmesini/ Ya şu üç parçalı bayrak dikilirken tepene/ Niye indirmedi, kim çıktı bu halkın önüne/ Hani milletlere meydan okuyan kavm-i necîb/ Görmedim bir kişi, tek bir kişi meydanda... Garîb/ Hani haysiyyetinin gölgesi çiğnense eğer/ -Olmadan üç kişinin, beş kişinin, hûnu heder-/ Kahraman gayzı yatışmaz, kanı coşkun efrâd/ İşte haysiyyet-i kavmiyye muhakkar, berbâd/ Hani ‘Nâ-mahreme ben söyliyemem kızlarımın/ Karımın ismini... Hem öldürürüm, sorma sakın’/ Diye tahrîr-i nüfûs istemiyen er kişiler/ Hani göstermediler eski celâdetten eser/ Fuhşu i’lâya koşan bir sürü nâ-merd öteden/ Ne selâmlık, ne harem dinlemeyip çiğnerken/ Hani ey kavm-i esâret-zede, muhtâriyyet/ Korkarım, şimdi nasîbin mütemâdî haybet/ Hani ey unsur-i bî-râbıta istiklâlin/ Ebediyyen, sanırım söndü bütün âmâlin/ Hani ‘Başkım’cıların kurduğu yüksek hülyâ/ Seni yıllarca avutmuş da o mel’un ru’yâ/ Uyumuştun... Ya uyansaydın eder miydi tebâh/ Mülkü birdenbire âfâka çöken kanlı sabah/ Karadağ haydudu, Sırp eşşeği, Bulgar yılanı/ Sonra Yunan iti, çepçevre kuşatsın vatanı/ Târümâr eyleyiversin de bütün ordumuzu/ Bizi kovsun elimizden alarak yurdumuzu/ Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa/ Kimi bin türlü fecâ'atle çekilsin kucağa/ Birinin ırzı heder, diğerinin hûn-ı helâl/ İşte ey unsur-i isyan, bu elîm izmihlâl/ Seni tahrîk eden üç beş alığın ma’rifeti/ Ya neden beklemiyordun bu rezîl âkıbeti/ Hani milliyyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne/ Sarılıp sımsıkı dursaydın ya milliyyetine/ ‘Arnavutluk’ ne demek? Var mı şerîatte yeri/ Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri/ Arab’ın Türk’e, Lâz’ın Çerkes’e yâhud Kürd’e/ Acem’in Çinli’ye rüchânı mı varmış, nerde/ Müslümanlık’ta ‘anâsır’ mı olurmuş, ne gezer/ Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber/ En büyük düşmanıdır Rûh-i Nebî tefrikanın/ Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın/ Şu senin âkıbetin bin bu kadar yıl evvel/ Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel/ Artık ey millet-i merhûme, sabâh oldu, uyan/ Sana az geldi ezanlar diye ötsün mü bu çan/ Ne Arablık, ne de Türklük kalacak, aç gözünü/ Dinle Peygamber-i Zîşân’ın İlâhî sözünü/ Türk Arab’sız yaşamaz; kim ki ‘Yaşar’ der, delidir/ Arab’ın Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir/ Veriniz baş başa, zîrâ sonu hüsrân-ı mübin/ Ne Hilâfet kalıyor ortada billâhi, ne din/ ‘Medeniyyet’ size çoktan beridir diş biliyor/ Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor/ Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ/ Ne bu şûrîde siyâset, ne bu fâsid da’vâ?/ Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz/ Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz/ Bunu benden duyunuz, ben ki, evet, Arnavudum/ Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum…” (Hakkın Seslerinden, Mehmed Âkif Ersoy)