DÜNYANIN dönüş hızı, ülkemizdeki gündemin anlık değişim hızı
yanında epeyce zayıf kalıyor.
Her dakika yeni bir hâdiseyle karşılaşıyoruz.
Kıyıda köşede kalmış, kendi hâlinde yaşayan bir
ülkenin bir yıl içinde yaşadığından daha fazlasını, biz bir gün içinde görüyoruz.
Görüyor, yaşıyor, geride bırakıyor ve sonra da
çoğunlukla unutuyoruz. Çünkü nehir gibi bir akışın içindeyiz.
Doğu ile Batı arasında köprü olmak kolay mı? Aynı
zamanda, Kuzey ile Güney arasında köprüyüz. Üstelik her biri ayrı dünya… Tasdik
için takdiriniz elzemdir.
Köprü olmanın da şartları ağır tabiî.
Köprüden yalnızca “mal” geçmiyor. Yalnızca ticaret
değil söz konusu olan. Pek çok açıdan bakılması gerekir. Siyaset, kültür,
medeniyet…
Değerli bir arkadaşımın söylediği bir söz, bu bakımdan
pek anlamlı: “Gün geçmiyor ki bir gün
daha geçmesin…”
Evet, biz artık, hızlı bir tempo içinde yaşadığımız
olayları tek tek anarak hayrete değer olduğunu anlatmaya çalışmaktansa, günün
geçişini kendisiyle ölçmeyi tercih etmek durumundayız.
Zira hangi olayı ele alsak, kısa bir süre sonra, ister
istemez geride kalmış oluyor.
Günü günle ölçmek en iyisi. Zaten gülü de gülle
tartmışlığımız var.
*
Geçenlerde Yunan tarafından, ülkemizdeki gelişmelerin
nasıl göründüğüne değinmiş, konuya devam edeceğimizi belirtmiştik. Ne var ki, arada
öyle gelişmeler oldu ki…
Ayasofya’nın ibâdete açılışı, 15 Temmuz işgal
girişimini anma programı, Libya’daki hızlı gelişmeler, sınır ötesi
operasyonlar, düşen uçağımız ve şehit olan polislerimiz…
Asrımızın en büyük soykırımlarından olan Bosna’daki
Srebrenitsa katliamının yıldönümü, Ermenilerin Azerbaycan’a saldırısı, devam
eden Fetö operasyonları, sonuçlanan mahkemeler… Gemlik’te
otomobil fabrikasının temelinin atılması…
Arada bir de Covid-19 salgını var tabiî. Derken Kurban
Bayramı…
Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin ikinci yılı
dolayısıyla yapılan toplantıyı da unutmamak gerekir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bu süre içinde
yapılanları başlıklar hâlinde anlattı; iki saatte bitiremedi.
Savunma sanayiinde…
Sağlık alanında…
Aile ve sosyal politikalarda…
Ekonomide…
Ulaşımda, iletişimde…
Tarımda ve diğer alanlarda…
Birkaç madde ve birkaç rakam, tabloyu az çok anlamak
için kâfi.
Bir de ayrıntısıyla anlatsaydı günlerce sürerdi.
Her alanda, tek tek maddeler hâlinde gördük ve biz
bile hayrete düştük.
Nereden nereye geldiğimizi tam anlamıyla idrak etmekte
zorlanıyoruz. İçinde yaşadığımızdandır belki. Dışarıdan birini bulup sormalı.
Türkiye’deki her gelişmeyi adım adım izleyen, bizden
bile yakından takip eden o Yunan televizyoncuya sorsak, gayet iyi izah eder.
Sonra da taleplerini sıralar her zamanki gibi:
“- Ege ve Akdeniz’deki haklarınızdan vazgeçin.
- Doğalgaz veya petrol aramaya son verin.
- Kıbrıs’la ilgilenmeyin. Mümkünse oradaki Türkleri de adadan alın,
götürün.
- Libya en büyük hatânız. Orada bulunmanız kökten yanlış. Çekin gidin.
Yaptığınız anlaşmaları da iptal edin.
- Suriye’de yaptığınız operasyonları durdurun.
- Azerbaycan’a karışmayın.
- Ermenistan’la dalaşmayın.
- Irak’a bulaşmayın.
- Kökeniniz aslında Yunan, bilmiyorsunuz. Araştırın, göreceksiniz.
- İşgal ettiğiniz yerlerden vazgeçin.
- İstanbul’dan (ki o eski adıyla anıyor şehri), İzmir’den, Trakya’dan,
Karadeniz’den, kısacası Anadolu’dan pılınızı pırtınızı toplayıp Orta Asya’ya
dönün.
- Orhun Âbideleri’nin yanına gidin, Moğollarla abi-kardeş yaşayın.
- Buraları bize bırakın. Sizi artık ne Trakya’da, ne de Anadolu’da görmek
istiyoruz. Bugüne kadar katlandık, tahammülümüz her gün biraz daha azalıyor…”
Böyle sıralayıp gider.
Bıraksak birkaç madde daha sayacaktır.
Fakat şimdilik bu kadarı onu memnun etmeye yeterli.
Ancak, sanmayalım ki bu sadece bir Yunan
televizyoncunun hezeyanları.
Emin olun, tamamı aynı düşüncededir!
Gidip tek tek soracak olsak, bu maddelere itiraz
edecek en fazla üç beş kişi ancak çıkar.
Hepsi kabul eder. Ağzının suyu akarak dinler bu
cümleleri.
Biz istediğimiz kadar “Kimsenin toprağında gözümüz yok” diyelim, onlar bizim her karış
toprağımıza göz diktiklerini târih boyunca tekrar etmekten yorulmadılar.
Biz istediğimiz kadar “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyelim, onlar savaşı gündeme getirmeyi
tek yol olarak görürler.
Biz istediğimiz kadar “Sizi daha önce denize dökmüştük, aklınızı başınıza alın, gerekirse
yine dökeriz” diyelim, onlar arkalarında duran ağababalarından bahsederler.
Onların verdiği destekten, güçlü silahlardan, uçaklardan, gemilerden dem
vururlar.
Fransa’yı, İngiltere’yi, ABD’yi anarlar.
Batılı diğer ülkeler de onları pohpohlamaya,
şımartmaya, iteklemeye, fişteklemeye bayılır.
Almanya’sı da, Hollanda’sı da, Belçika’sı da,
diğerleri de…
Ne diyelim?
Bazı hatırlatmalarda bulunabiliriz.
“Anadolu’ya 1071’de geldik” diyebiliriz.
“Konstantiniye 1453’ten beri İstanbul”
diyebiliriz.
Kıbrıs’ın Fethi’ni de hatırlatabiliriz, 1 Ağustos 1571…
Venedikliler’den alan, Lala Mustafa Paşa.
Târihe gömülmüş Pontus için de târihî hatırlatmalar
yapmak iyi olur.
Olur ama faydasız.
Anlamazlar.
Anlamak da istemezler.
Biz Endülüs’e bakınca, 800 yıl hüküm sürmüş bir büyük
İslâm medeniyeti görürüz.
Yaramızdır.
Bize çemkiren soytarılar da Endülüs’e bakınca, 800
yıllık hâkimiyeti görürler. Görüyorlar.
Fakat onlar için bu bir umut vesîlesidir.
Şöyle düşünürler sanıyorum: “Endülüs’ten 8 asır sonra
çekildilerse, İstanbul’dan da 8 asır sonra çekilebilirler. Çekilmelidirler.”
Ve takvime bakıp umut beslemeye devam ederler.
Mümkünse bu rüyalarının daha önce gerçekleşmesi için
gayret gösterirler.
İşte burası önemli bir nokta fikrimce!
Vatanımızı koruyacak, bu topraklara sahip çıkacak
mıyız? Yoksa bırakıp gidecek miyiz?
Mevzu budur!
Yeterince açık, fazlasıyla net!
Evvelce yaşadığımız 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28
Şubat darbeleri nasıl aynı maksada yönelik ise, sonrakiler de öyle.
17-25’i de, 15 Temmuz’u da, diğerleri de bu parantezin
içindedir.
Kumpası, darbesi, işgal teşebbüsü, hepsi aynı torbadan
çıkma!
Hamdolsun ki, hepsinin karşısında kaya gibi duran
Reisimiz ve onun arkasında kenetlenmiş aziz milletimiz var.
Muhalefetin bülbülleri ve kargaları istedikleri kadar
ötsün.
Dünyanın ağababalarına meydan okuyan, kafa tutan, rest
çeken Reis’in yaptıklarını hazmedemeyip aksini söylesin.
Öyle yapmadığını, meydan okumadığını iddia etsin.
Cümle âlem görüyor ve biliyor neyin ne olduğunu.
Güneşin doğuşu kadar açık, nehrin akışı kadar berrak;
ortada olup bitiyor her şey.