AH ah! Ne anlatsam bilmem!
Eskide kalan güzelliklerden bahsetsem, nostalji hastası olup çıkacağım. Bu
çağdan nefretle söz etsem, afâkî lâflarla kimseye bir şey kazandırmayacağım ve
aksine, ağzımızın tadı bozulacak. E henüz alanında yetkin biri olmadığımdan, okuyucuları
bilgilendirebileceğim mesele de yok. O hâlde Allah’ın verdiği yazmak nimetini
bir kenara bırakıp da hiç lâf etmeyecek miyim?
Onu
bunu bilmem de insan evvelâ kendinden söz etmeli. Necip Fazıl ve Cemil Meriç
gibi üstatların eserlerini şöyle bir gözden geçirsek dahi kendilerini anlatmak
için ne denli uğraştıklarını sezebiliriz. Sanırım insan, yazdıkça daha iyi hesaplaşıyor
zâtıyla. Zihninin karmaşasını bir matematik problemi gibi çözümlemeye çalışıyor
sanki. Hele böyle girift meseleler içerisinde kendini konumlandıracak yer
arayan insanoğlu için yazmak ne büyük nimet!
Benim
yazı maceram da herkes gibi ilkokul çağlarında başladı. Hani şu öğrencilerin
hayâl dünyasıyla tamamlaması için ödev olarak verilen hikâyelerle… Ortaokulda
ise Türkçe öğretmenimizin yaptırdığı uzun cümle yazma yarışmalarıyla bir nebze
geliştiğimi zannediyorum. Tahtaya birçok kelime yazar ve bir cümlede en çok kaç
tanesini kullanabildiğimizi ölçerdi. Bir de kerli ferli fakat yufka yürekli
Müdür Yardımcımız Recai Bey vardı, “Eğer ileride yazmayı bırak, vallahi ahımı
alırsın!” deyip dururdu. Yazarken kendimi inşâ ettiğimi ilk o sezmiş olmalı. Onun
sayesinde pek çok yarışmaya girdim ve hayatımda ilk kez ürettiğim şeyden ötürü
ödül almanın hazzını yaşadım.
Lise
döneminin getirdiği buhran zamanlarında ise sadece duygu ve düşüncelerime
yönelik melânkolik bir günlük tutuyordum. Dolayısıyla bu, iç hesaplaşmaların
ürünüydü ve yabancı gözlerin değmesi mahremdi. Zaten daha sonraları da bir tür
boşaltım işlevi görmüş olarak çöpe gönderilecekti.
Üniversiteye
geldiğimizdeyse şahsiyetini kurma gayretinde biri olarak anlamı derin ve ağdalı
her türden uzaklaştım. Hayatı, öncelikle hazmı kolay olacak şekilde öğrenmek
istiyor, sadelik ve vasatlık arıyorken, takdir-i İlâhî, karşıma Mustafa
Kutlu’nun hikâyeleri çıktı. Böylece hayatı ve insanları çocukluğumdan izlerle
anlamlandırarak bir nebze teşhis edebildim. Kitap okumakla hayatın da
okunabileceğini ilk kez onunla sezdim.
Fakat
üniversite öyle meret bir serüvenmiş ki dostlar, sözde kendimizi bulmamız
gerekiyorken ben iyice kaybettim. Evet, pek çok dâvâ güdüyor, ne büyük zaferler
tahayyül ediyordum, bir görseydiniz…
Oysa
bilmediklerimin altında ezildikçe ezildim. Düşünemez, tek kelime yazamaz oldum!
Bugüne dek kabullendiğim pek çok şeyin diğer tarafıyla her yüzleştiğimde,
müthiş sancılarla kıvrandım. Mevcût sınırlarımın dışındaki gerçeklerle yaşama
fikri beni öyle korkuttu ki onlarla karşı karşıya geldiğimde daha da
sertleştim. Zamanla kendime yeni doğrularla, daha ziyâde doğru bakış açılarıyla
bir dünya kurmaya çalıştım. Fakat her mesele o kadar çetrefilliydi ki, en ufak
bir şeyi sorgulamak bile benim için başlı başına çetin bir dâvâydı. Üç günlük
dünya için hâlledilmesi gereken çok fazla şey vardı ama o kadar da hırslı
değildim.
Velhasıl,
bunca mesele arasında ben, kendimi koyacak hiçbir yer bulamadım. Nerede dursam
bir eksiklik, nereye dönsem fazlalık… En sonunda sığındığım yer tabiat oldu.
Hiçbir eksiklik ve fazlalığın olmadığı yegâne yer… Kimine göre bu bir kaçış
gibi gelebilir. Hâlbuki ben geldiğim yere, toprağa değdiğimde insan
kalabilmenin bir nebze daha kolay olduğunu gördüm. Sırtımı ona yasladığımda, ne
olduğumu ve ne olmak istediğimi daha net okuyabiliyor, karmaşadan
sıyrılabiliyordum. Anadolu’nun bilgeliği de buradan doğmuş olsa gerek.
E
her gün bizi tepesinde götüren, bir çekirdeğe dört bostan veren, merhem çalıp
yaralar düzleyen topraktan ayrılsak nerede kalırız? Boşa değil Âşık’ın “Benim
sâdık yârim kara topraktır” dediği. Ben de, Kutlu’nun hikâyelerinde okuduğum
hayatı, “dost” diye sarıldığım toprağın bilgeliğini kattım heybeme; bu
çetrefilli dünyayı yazarak yaşayacağım müddetim yettiğince…