“Evvel refîk, bâde’l tarîk”

Sözcükleri yormadan, bazen bir bakışa sığınmış hâlde anlaşılmayı bekleyen durumlarda “Ne dersin?” sorusunda yatan “Buna ihtiyacım var” hissiyatını yakalamaktır aslında eş olmak. Geçip giden onca yıla rağmen hâlâ dantelli gümüş tepside ikram edecek özende tutabilmek bir fincan acı kahveyi.

RADYODA Muzaffer Sarısözen’in icrasından “Kader böyle imiş” isimli gurbet türküsü ufak ve düzenli salonun mütevazı eşyalarının üzerine hasretle dökülüyordu. Dantel örtülü yuvarlak gümüş tepsinin içerisinde orta şekerli Türk kahvesi, tüten dumanıyla bu hasrete bağrı yanarcasına eşlik ediyor gibi, hanımefendinin yorgun gülümsemesiyle beyefendiye ikram edildi.

Okuma gözlükleri burnunun üstüne düştüğünden, nemlenen gözlerini saklaması pek de mümkün olmamıştı. Yanına oturan otuz beş yıllık yol arkadaşına yüzündeki tüm kaslarla saygı ve hürmet dolu teşekkürünü ederken, “Özledik torunları hanım, değil mi?” dedi. Cevap olarak derin bir iç çekişle karşılık buldu sorusu. “Maaşı alınca ziyaret edelim diyorum, ne dersin?” teklifine, burnunun direği sızlayan hanımefendinin yüzünde analığın en şefkatli ziyasıyla bakışlarına karanlığın evrende yuttuğu tüm eşyaların üzerine, dolunaylı gecede ayın yaydığı nazenin ışığı gibi parlak ve ağırbaşlı bir mutluluk belirdi. “Ne kadar da isabetli olur! Ne zamandır bunu ben de düşünüyordum fakat dükkân işlerini hâle koymanı bekliyordum” dedi ve şefkatle, emektar elini yine kendi elleri gibi bir yuvayı inşâ etmenin izlerini taşıyan beyefendinin elinin üzerine koyarak huzurla gülümsedi…

***

Dünya, varoluşundan bu yana salise dahi duraksamadan kendi ekseninde dönüyor, dönerken beraberinde ona ait olan her şeyi rüzgârında savurup aynı zamanda da dönüştürüyor. Onun bu gücüne en büyük desteği, “zaman” dediğimiz, tutup saklayamadığımız, alıp biriktiremediğimiz sermayemiz veriyor. Bu döngü içerisinde kabullerimiz, hatta değerlerimiz dahi şekil değiştirerek hiç bilmediğimiz izahlara konumlanıyor. Olayları algılama, yorumlama ve de uygulamada gelişen ve akabinde dönüşen insan, yeni kazanımlar edinirken bağlarını zayıflattığı ve ötelediği temel ilkelerden ötürü gerek ruhsal, gerekse bedensel derin hırpalanmalara maruz kalıyor. Bu hırpalanmaların birçoğunu insan ilişkilerindeki “maddeci” ve “ben” merkezli yaklaşımların neticesinde hissederken, en mühim beraberlik olan “evlilik” birliğindeki çiftler de modern zamanın dayattığı bu kalıpların “mecburiyet”inde hassas kırılmalar yaşıyorlar maalesef.

Hayata başlamamız ve bitirişimiz “kendimiz” dediğimiz fâni bedenimiz ve ebedî olan “ruh”umuzla olsa da, bu başlangıç ve varış arasındaki mesafede daima insana ihtiyaç duyar, mutlak surette çeşitli ilişkiler kurup büyüterek varlığımızı devam ettiririz. Doğduğumuzda ilk ve en kuvvetli bağı annemizle, devamında oyun arkadaşı, okul arkadaşı, iş arkadaşı, en mühimi ise kişilerin kendini yeniden tanımlamak için köklerinin iki ayrı aileye indiği ve de hakları yasalarla koruma altına alınmış “evlilik” birliği için hayat arkadaşı ediniriz. Evlilik ise bir gayret ve fedakârlık içerisinde şekillenir; verilen emekle doğru orantılı olarak niteliği ve ömrü belirlenir. Bu beraberlik çiftlerin bir bir yaşamlarına sundukları türlü olumlu katkılarla huzur ve saadet gibi dünya nimetlerinden tattırıp, keskin virajlı dönemeçlerde savrulmadan sıhhatli yol kat edişler sunar. Devamında meydana gelecek olan soy ve nesep, gerek millî, gerek manevî, gerekse kültürel donanım ve kodlarını yine bu kurumun sağlam damarlarından besleyerek zamanın inşâsına kendi genetiklerinden önemli katkılar aktarır.

Bundandır ki, eskiler “Evvel refîk, bâde’l tarik” (Önce yoldaş, sonra yol) sözüyle yolun sıhhatli ilerlemesinin hatırı sayılır kısmını “refîk”e pay etmiş, yola düşenin yol kat edebilmesi adına yoldaşa sair önemler yüklemişlerdir. Çünkü evlilikte eşler arasındaki fikrî altyapının uyumu ve amacın doğru bir merkezin odağında belirlenmesi, kişilerin duygu ve mesuliyetlerini paylaşmada fedakârlık, tercih edilen kişinin tutumuyla o kadar ilintilidir ki… “Ömür” dediğimiz sürede birçok deneyimle, hatta günlük hayatın tanımlamasıyla “düşe kalka” geçirdiğimiz hayat serüveninde kendimizi tamamlayabilmek için daima eksik olan yanına ihtiyaç duyarız. Bu deneyimlerde gerek maddî, gerekse manevî sahalarda yükseliş veya inişlerle yüzleşirken tutunacak, hasbî katkılar sunacak insandır aslında zor zamanlarımızda aradığımız.

Kısacası yolumuza yoldaş, fâni hayatımızın külfetlerine ve nimetlerine ortak, kalbî ihtiyaçlarımızın karşılanması ve müşfik bir elin omuzumuza dokunması için sadık bir gönül ararız.

Anadolu’da eşlerin birbirlerine yüklediği ve derin anlamlar içeren tanımlamalar gelişmiştir uzun tecrübelerin mirasıyla. Olgunluk çağlarına gelen çiftlerin biri diğerini “O benim elimin bastonu” şeklinde konumlandırır. Zira varlığının devamında ayakta durmak, ondan kuvvet alarak adım atabilmek için yol arkadaşına olan ihtiyacını “baston” meteforuna yüklediği mânâyla anlatmaya çalışmıştır. Beraber geçirilmiş yılların ardından birbirini tamamlamadaki katkılar karşı taraf için kuvvet, ayakta durabilmesi için gereken bir destek hâlini almıştır. “Bir lokma, bir hırka” çıkılan yolda ihtiyacın temeline “özveri” ve “empati” malzemeleri koyulmuştur. Maddenin hâkimiyet kurduğu şimdilerde modern çağın dayatmalarına maruz kalan insan pasifize edilip, varlığının değeri eşyayla ölçülüp, bu dengeyi sağlayan taşlardan birinin yerinden oynamasıyla evliliklere domino etkisi yaptıracak kadar hassas bir denge meydana getirildi birlikteliklerde. Onarma gayretinden öte bitirme telkinlerinin zerk edildiği zihinlerde “ben” kabulü o kadar geniş bir alanı işgal etmeye başladı ki... Hâlbuki şimdilerde zamanın evlilik modelleri üzerinden eskiler yorumlanırken, en çok üstünde durulan tespit, evliliğin kanaat ve fedakârlık ekseninden kopmuş olduğu gerçeği ve bu gerçeği vurgulayan kıyasların hassas dengeleri.

Yol güzergâhında öne çıkan engelleri bertaraf ederek süren evliliklerde refîkin tenasüd ruhunun baskın olduğu ve “biz” olma menziline ulaşma gayretinden kuvvet alıyordu uzun ömürlü  evliliklerin şifresi. Çünkü evliliğin özünde karşı tarafa “eş” olma, “eşlik” etme yatar. Bir adım daha ileriye gidersek, evlilikte birbirine “yâr” olup yaraya merhem olma gönüllülüğü vardır. Görev duygusundan azâde, hasbî bir bütünleşmeyle tüm nefsî hesapların üstünde, her iki cihan beraberliğine talip olma şuuruyla ilerleyen bir gayret söz konusu.

Sözcükleri yormadan, bazen bir bakışa sığınmış hâlde anlaşılmayı bekleyen durumlarda “Ne dersin?” sorusunda yatan “Buna ihtiyacım var” hissiyatını yakalamaktır aslında eş olmak. Geçip giden onca yıla rağmen hâlâ dantelli gümüş tepside ikram edecek özende tutabilmek bir fincan acı kahveyi. “Başında çatı, üzerinde gölge” gibi görmek hayat refîkinin varlığını. Bir terazide ölçmeden yaratılışın hakikatini, müsavi bir dengenin kabulünden karşılamak mesuliyetlerden payına düşeni. “Ben”den öte “biz” olma kıyısından seyretmek sahile vuran dalgaları…

Evlilik yaldızlar serpiştirilmiş ipek kumaştan “haute courute” hazırlanmış emsalsiz bir kostüm değil, ara ara sökülence dikilen, yırtılınca bir kumaşla yamanarak bütünlüğü korunan en sevdiğin kıyafetindir. Aynı zamanda evlilik, her iki cihan saadeti için çıkılmış yolda cem olup, dünya tarlasının hasadını ahiret yurdunda birlikte yapma gayretiyle yaşayabilmektir.