ÖYLE mekânlar vardır
ki, insanın aklının, rûhunun, yolunun seyrini değiştirir. Kimi alıp götürür bir
okyanusun ortasına bırakır, kimiyse dünyanın en kalabalık caddesinde bir başına
koyar insanı. Onlardan biri o denli kıymetlidir ki, her çeşidi kaderin ayrı
birer sayfasıdır. Doğurur, büyütür ve yoğurur içindekini...
Her
doğan, kaderini sırtlanıp gelir dünyaya. Eğer şanslı olanlardansak, muhakkak
bir evin içine doğarız. Ev, insanı karakter sahibi kılar. Bu doğumla “yuva”
olur adı. İsimleri ve tanımları binbir çeşittir. “Dört duvar” olur ilkin.
İçinde canlı ya da cansız varlıkların bulunduğu kapalı bir yapıdır. Güvenmenin
ilk şartıdır. Sığınaktır. Bazen de sadece sorumluluktan kaçtığımız,
rahatladığımız yataktır. Doyduğumuzdur, uyuduğumuzdur. Bazı kült unsurları
vardır. Mutfaktan gelen yemek kokusu meselâ... Çay kaşığının bardağa değdiğinde
çıkardığı ses, her şeyin mümkün olduğunu tekrar tekrar hatırlatır. Anne
olmalıdır, baba ve kardeşler yaşamalıdır içinde. Çocuklar kâh ağlamalı ama çoğu
zaman gülmelidir. Hâsılı “ev” demek, “aile” demekle eşdeğerdir. Ev, aileyi bir
arada tutan yegâne sebeptir. Çünkü huzurun, saâdetin ve sevginin ilk koşulu
birlikteliktir.
Huzurun
da birçok tanımı yapılabilir. Eğer insanda arıyorsak bu tanımı, iyi niyetler
üzerine inşâ edilen bağın adıdır. Anlatmanın, sakınmanın, sevmenin, sevilmenin ve
en önemlisi de anlamanın yekpâre vücût bulduğu sağlam bir etkileşim hâlidir.
Ancak insanları aşan bir açıklama arıyorsak huzur için, yüzümüzü tabiata döneriz.
İçinde yalnızlık olmayan bir yalınlık hâli meselâ... Kendimizi dinlediğimiz,
tabiatı okuduğumuz eşsiz bir düşünce sahnesi… Bunların hepsinin dışında, kişi
bazında tanımlamaya çalışırsak, bir annenin gözlerine bakabiliriz. Evlâdının iyiliği
kadar huzurlu olan bir annenin gözlerine… Ona göre sağlığın bir diğer adıdır
saâdet. Yahut baba için, evdeki şen kahkahanın ulaştığı yere kadar uzanır
huzurun kolları.
Her
yuvanın başka yazgısı, başka insanları vardır. Her biri ayrı hikâyedir. Kimi
yalnız adıyla bile memlekettir içindekine. Çatısını, bacasını sığdırıp kalbine
götürmek ister. Çünkü insan en çok “ait olmak” ister. Dönmek eylemini yaşatmak
ister sırtındaki sıla rüzgârıyla. Kimiyse yıkıp geçer duvarlarını, ardına
bakmadan terk eder. Bazısı sığınır, korunur kötüden ve kötünün değdiği sûretlerden.
Bencil menfaatlerinden, düşüncesiz hırslarından dünyanın… Bazısı da içindeki
iyiyi ve kötüyü olduğu gibi sahiplenerek kutsal bilir adını evinin. Bilir ki,
asıl kutsiyet, kaderin bizzat kendisidir!
Lânet
okumayı becerenin de, sırtını dönüp terk edemeyenin de bir gün bir yerde
muhakkak sızlar burnunun direği. Çünkü gurbetin tanımı dünyanın bir ucunda da,
insanın kendi yüreğinde de aynıdır. Şayet evin adı yuvaya dönmediyse, muhakkak
bir tepede esiyordur özlemin rüzgârı.
Herkes
içindeki özü arar. Kalabalıktaki insan, aradığı bir yüz olduğu için oradadır.
Esasen birçok şeye gücü yeter, ancak içindeki aidiyet hissi kişiyi doğumuna
yani yuvasına çeker. Ölümde bile doğumu görür insan. Çünkü yirmi birinci
yüzyılda cenazeler bile köye döner…
Evimiz,
adımızın doğum yeridir. Ev yoksa isim yoktur. Daima yaka cebinde taşınan
soytarı bir kahkahadır evsizlik. Durmaksızın hatırlatır kimliksizliği. Kulaklarda
dinmeyen bir acımanın gürültüsüdür. “Dönmek” mümkün değildir. Artık öyle her
şey üstesinden gelinebilir görünmez. Hayâlsizliktir. İnsan yarını olmadan ne
kadar sağlam tutunabilir yaşama? Dünyanın tüm kötü sıfatlarının odağı olmaktır.
Güven yoktur. Tedirginlik asla sıyrılıp gitmez parmak uçlarından. Her daim
kendi kendini büyütmen, kendi kendini avutman gerekir. Yalnızlıktır. Bilirsin
ki, ağlayacağın omuz, yine kendi omzundur. Sağ elini solunun üstüne koyup, “Ben
buradayım” demektir. İşte o an tanımsız olur, en çok yetimliğini bilir insan!
Herkeste gördüğü, yalnızca kendisidir.
Evsizsen,
adın yoktur. Kimliğin sorulmaz.
“Dostlarım ev eşyamdı, bir bir gitti diyorum./ Artık boş odalarda ölümü bekliyorum…” (N. F. Kısakürek)