Evrene mesaj gitti

Nurlar içinde olabilmek, rûhen dinlenebilmek, abdest suyundan, kıyamdan, rükûdan ve nihayet secdeden geçer. Ebrehe, Kâbe’yi yıkmaya gelmeden önce gösterişli bir mabet yaptırmış ve insanların kalbini o mekâna çekmek için zemin hazırlamış. İlk adımı rekabet ve Kâbe’yi unutturma girişimiyken, ikinci adımı ise fillerle ordu kurup Kâbe’yi yıkma teşebbüsü olmuş. Ben aynı tavrı şimdi de görüyorum, ne yazık!

EVRENE mesaj gönderme trendi hakkında sessizce köşeye çekileceğimi beklemiyorum kendimden. Ne zaman bu cümleyi duysa kulaklarım, gönlüm evreni şöyle bir yokluyor: Acaba mesajı kime gönderiyorlar ve neden?

Bir fıkra yerleştirmek istiyorum henüz söze başlamışken: Yemeyi çok seven bir hanımefendi, evrene mesaj yollamış. Sonra uzaylılar gelip onu bulmuşlar. “Evrene, ‘Çok yemek istiyorum ama yine de çok zayıf olmak istiyorum’ mesajını siz mi gönderdiniz?” diye sormuşlar. Kadıncağız çok sevinmiş ve “Evet, o bendim!” diye cevap vermiş. Uzaylı cümleyi tamamına erdirmiş: “Biz o mesaja bir güldük, bir güldük ki sormayın!”

Az önce “trend” kelimesi geçti. Ama evrene mesaj gönderme çılgınlığıyla bütünleşsin diye bilerek kullandım. “Ne yaptığımızın farkında mıyız acaba?” diye düşünürken, iç seslerimi satırlarımda görmenizi istedim. İyi, hoş, insanın bir şeyleri istemesi çok normal. Ama ben, insanın kimden istediğine takıldım şimdi!

Bildiğim kadarıyla evren, yıldızlardan ve gezegenlerden oluşuyor. Mesaj alan bir merkez var da herkesin isteğine cevap mı veriyor? Aslında bildiğim canlı bir Varlık var Arşa İstiva Eden ama kastedilen O mu, bilemedim. Benim tanıdığım Varlık, “Hiçbir şey yokken sizi yarattım, yerlerin ve göklerin sahibi Benim” diyen, “Ben Samed’im, her şey Bana muhtaç ama Ben kimseye muhtaç değilim” diyen Bir Varlık. Evrenin üstünde kurulup hüküm süren ve her şeyi ilk olarak yaratıp sürekli olarak yaratmaya devam ettiğini söyleyen O. “‘Ol’ dersem oluverir, kalplerinizde gizlediklerinizi de, açığa vurduklarınızı da Ben bilirim” diyor. Her şeyi gördüğünü ve duyduğunu da söylüyor.

Evet, ben O’nun her mesajı değerlendirdiğini biliyorum. Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları hiç yokken düşünüp tasarladığını da biliyorum. “Kullarım Beni sana sorarlarsa de ki, Ben onlara çok yakınım, duâ edenin duâsına cevap veririm” dediğini unutmak ne mümkün?

Öyleyse, “evrene, boşluğa mesaj göndermek” kavramıyla insan içindeki hangi duyguyu tercüme ediyor ki? “Adını ağzıma alamıyorum, çünkü anarsam modern olmam, şık görünmem” diye mi düşünüyor acaba? Bilmiyorum ne düşündüğünü ama aynı o insan, çocuğunun adını her dakika anıp duruyor. Sevdiği şeyler dilinden düşmüyor.

Neden Allah’tan duâ ile istemek dururken evrene boş mesajlar gönderiyoruz ki? Yoksa bu masum gibi duran söz, insanın Yaratıcısıyla bağını kopartmaya çalışanların kurdukları bir tuzak mı? “Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur” diyen bir mucizenin karşısında yogalar ve anti-depresan ilâçlar boy gösteriyor. Spora sözüm olur mu hiç?

Nurlar içinde olabilmek, rûhen dinlenebilmek, abdest suyundan, kıyamdan, rükûdan ve nihayet secdeden geçer. Ebrehe, Kâbe’yi yıkmaya gelmeden önce gösterişli bir mabet yaptırmış ve insanların kalbini o mekâna çekmek için zemin hazırlamış. İlk adımı rekabet ve Kâbe’yi unutturma girişimiyken, ikinci adımı ise fillerle ordu kurup Kâbe’yi yıkma teşebbüsü olmuş. Ben aynı tavrı şimdi de görüyorum, ne yazık!

Allah’tan başka istenecek kim var? O’ndan şükür ve edeple umduktan sonra geriye ne kalır? Duâ en büyük enerjidir. Duâ ettikçe anlamlıyız ve inandığımızın en gerçekçi delîli de inandığımızdan bir şeyler dilemek ve beklemek. “Duânız olmasa neye yarardınız?” sözü Yaratana ait! Yani bu ne demek? Değerli olmamızın bağlı olduğu sebep, sadece duâ demektir. Duâ edince Allah duyuyor. Bütün zerreler duyuyor. Bütün insanlığın kulağına bir garibin duâsı duyurulur; çünkü Allah duymuştur. İstediği canlıları ve cansızları, o duâ hürmetine o kalbin emrine vermez mi?

“Ey iman edenler, iman ediniz” âyeti çok manidar ve şaşırtıcıdır. Hemen savunmalar yükseliyor göğe: “Zaten biz iman ediyoruz, tekrarı niçin istensin ki?” Demek ki yaptığımız şey sadece kendimizi kandırmaktan ibaret. Gerçekten ve bütün kalple sevmenin gereği de evrene mesajlar göndermek, huzur bulmak için yoga yapmak ve nargile kafelerde duman çekmek olmasa gerek. Daha da olmadı, her şeyi yaratan Biri olduğunu reddedemiyoruz, bari “Tanrı” diyelim ki karizmamızı çizdirmeyelim(!)...

“Tanrı bizi korusun, Tanrı dileklerimizi kabul etsin” ve “Tanrı aşkına” yalvaralım. Ama kime? Evrene boş mesaj yollamaktan çok daha iyi görünse de, “tanrı” küçük harfle başlatılabilir ve çoğul ekiyle kullanılabilir. Ama “Allah” özel bir isim ve çoğula yakışmaz, büyük harfle başlar. Dilbilgisi kuralları bakımından bile ne kadar açık ve net! İlkokul yıllarında öğrendiğimiz bu bilgiyi şimdi kültürlü, görgülü, lisanslı, doktoralıyken neden görmezden geliyoruz? Aslında kalplerimizdeki sevginin/inancın dozunu, kurduğumuz cümlelerle kanıtlıyoruz. Bir ağaç susuz kaldıysa, istediği sudur; toprak yarılır ve bunu belli eder, yaprak sararır, buruşur ve susuzluğunu kanıtlar. “Ağaç ne istiyor acaba?” diye çırpınmanın ama yine de bir kova su dökmemenin mantığı ne olabilir? Çâre bu kadar ortadayken, su yerine başka şey aramanın ne gibi bir sebebi olabilir?

Ben tıp bilmem ama şu kadarını iyi biliyorum: İyi bir tedavinin yolu, doğru teşhisten geçer. Evrene mesaj yollayana uzaylıların gelip soru sormasına veya çok yiyip zayıflamanın imkânsızlığına güldüğümüz kadar başka şeylere de gülsek, trajikomik bulsak meselâ… Allah şahdamarımızdan daha yakınken, evren zaten O’nunken, O’na göndersek mesajlarımızı…