SERÇEV Başkanı, kıymetli arkadaşım Sinem Ersoy, bir radyo mülâkatımızda
dedi ki, “CP’li çocuklar, onları sınırlandıran ve istediklerini yapmayan bir
bedene sahipler ve onunla hayatlarını sürdürüyorlar”.
Etrafta gördüğüm birçok insan, bedenleri ne derse onu
yapıyor. O gariban bedenler belki de, sahiplerine olur olmadık işler
yaptırmanın cezasını çevre baskısı sebebiyle “diyet”, “botoks”, “zayıflama”
veya “doğum kontrolü” olarak çekiyorlar. Tabiî bu arada insanın kendisi şaşkın,
oradan oraya savruluyor. Ahiret durumu, ölüm sonrası hayat var. Onun için
evliya olunsa, çok da iyi olur aslında.
Üniversite yıllarımda, “Evliya olmak ister miyim?” diye
kendi kendime sormuştum. Allah’ın bildiğini kuldan saklamaya gerek yok, çok
büyük bir istek doğmamıştı içimde. Daha da doğrusunu söyleyeyim, Allah
affetsin, evliya olmak için isteksizlik doğmuştu. Hâlbuki eğlenceli, neşeli,
nefs merkezli ve odaklı muhabbetlerden, oturmalardan, gezilerden sonra içimde
mutlaka bir acı kalırdı. Hani bir yemek yersiniz de tadı damağınızda kalır ya,
bunda da bir acı kalıyordu.
Sınır tanımayan şakaların gündeme geldiği ortamlarda
nefsime ağır gelen şakalar, sözler, ifadeler oluveriyor ve acısı içimden
çıkmıyordu. İlgi duyduğum biriyle bir başkasının yakınlığı, kıskançlıktan beni
çıldırtıveriyordu. O anlarda eğlensek de içimden çıkmayan acıların kaldığı
günler devam ediyordu. Yine de turşu suyu gibiydi. Susadıkça içiyor, içtikçe de
susuyordum. O yüzden de evliya olmaya sıcak bakmamıştım.
Gözlemlediğim kadarıyla, genel olarak toplumsal seviyede
ortaya çıkan ihtiyaçlar, istekler, talepler benim yaşadıklarımla benzer. Bir
yandan güven, vefa, samimiyet, sadakat, sabır, cömertlik, fedakârlık, sevgi
talep ediyoruz, diğer yandan nefsimizle bedenimizin ortak taleplerini hayata
geçirmek için mücadele veriyoruz. Nefsimizle bedenimizin ortak taleplerini
karşılarken, tokatı yiyince tekrar diğer taleplerimize dönüyoruz. İşte tam
burada “erdem” ve “ahlâk” söz konusu!
Erdem ve ahlâkı, aslında “nefsimizle bedenimizin ortak
taleplerini akılla tatlandırmak, inanç tenceresinde pişirip sunmak” olarak
anlıyorum. Nefs ve beden, yemek yemek ister. Erdem ve ahlâk buna karşı çıkmaz
ki… Akıl sadece uzun vadede zararlı olmaması için aşırıya kaçılmasını
engellemeye çalışır. Erdem ve ahlâk, cinsel hayata karşı çıkmaz ki… Aklı
devreye sokarak uzun vadede zararını önlemeye çalıştığı gibi, insan neslinin devamını
sağlamaya çalışır.
Erdem ve ahlâk, aklın rehberliğinde bir yerlere varmaya
çalışırsa “Ali Bey’in kör dolap beygiri gibi dolaşır durur”. Akıl beş duyudan,
sezgilerden ve çevresinden öğrendiği bilgileri yoğurup bir sonuca varmaya
çalışır. Bu da evreni ve zamanı düşündüğümüzde aşırı derecede sınırlı bir imkândır.
Şöyle biraz derinleştirelim: Bilimi, akılların ortak
ürünü olarak kabul edebiliriz. Bilim hiçbir zaman şunu söylemez: “Benim
söylediğim ne varsa, şu vakte kadar veya sonsuza kadar geçerlidir.” Peki, ne
söyler? “Benim söylediğim her şey, bir başka gerçek bulunana kadar geçerlidir.
Bir başka gerçek ise bugün de bulunabilir, yarın da.” Aslında şunu söylüyor:
“Kardeşim, bana güvenerek iş güç yapmaya kalkmayın! Yarı yolda kalırsanız vebâli
bana yıkmayın!”
Ahlâk ve erdemi (tamam) akılla güzelleştireceğiz,
tatlandıracağız, ancak akla dayandırmayacaksak neye dayandıracağız? İşte “işin
püf noktası” burası!
Bu deyimin nereden geldiğini bilir misiniz? Belki tekrar
olacak, ama ben yine de anlatayım:
Bir çocuk, bir çömlekçi veya çinici diyebileceğimiz
çamurdan eşyalar yapılan bir iş yerine önce çırak olmuş. Yıllarca bir şeyler
öğrenmiş ve sonra terfi edip kalfa olmuş. Kalfalıkta da yıllarca öğrenmiş,
çalışmış. Ne var ki, bir an evvel usta olmak istiyormuş. Ustası, “Evlâdım,
biraz daha öğrenmen, pişmen, gelişmen lâzım” demiş ama bizimkini ikna edememiş.
Kalfa, kıyıda kenarda biriktirdiği ile bir işyeri açmış. İhtiyaç da, müşteri de
var. Gelin görün ki, harika ürünler yapmasına rağmen her biri çatlayı
çatlayıveriyor. Öyle denemiş, böyle denemiş, fakat olmamış. Çaresiz, eski
ustanın kapısını çalmış. Tabiî usta bu, geri çevirir mi? Çevirmemiş. Hemen
uygulamalı eğitim başlamış. Bir ürün yaptırıyor, tam fırına sürecekken, “Bir
dakika!” diyor, kalfanın, ürüne dikkatlice bakmasını istiyor ve henüz fırına
sürülmemiş ürünün üstündeki hava kabarcıklarına dikkatini çekiyor. O hava
kabarcıklarına doğru şöyle güzel bir “Püf!” çekiyor ve hava kabarcıkları
kayboluyor. Diyor ki, “Evlâdım, bu hava kabarcıklarına ‘püf noktası’ denir.
Fırına sürmeden önce bunları yok etmezsen, bunlar ürünlerin çatlamasına sebep
olur”.
Usta ile kalfa sonra ne yaptı, ne etti, bilinmez, ama
hayatta “püf noktaları” olduğu sürece bu deyim kullanılmaya devam edecektir.
Ahlâk, erdem ve akıl ilişkisi bağlamında düşünürsek,
bunların dışında bir püf noktası var ki bunu görmek lâzım. “Püf noktası” diye
altını çizdiğimiz meseleyse “inanç”tır. İster dikey zaman, ister yatay zaman,
ister dikey mekân, ister yatay mekân, bunların mutlak doğrusunu bilmeye imkân
yoktur.
Meselâ maziyi, elde edebildiğimiz belgelere göre bilme
imkânına sahibiz. Başka bir boyutu da bugünün penceresinden bakarak bilme
imkânına sahibiz. Hâlbuki gerçek öyle olmayabilir. Geleceği de aynı şekilde
tahmin ediyoruz. Mutlak olarak bilemiyoruz. Beynimizi, uzayı, yeryüzünün
derinliklerini teorilere dayanarak tahmin ediyoruz. Teori, mutlak doğru
anlamına gelmez. Teoriye dayanarak tahmin etmek, bir nevi inancına göre tahmin
etmek gibidir. Eğer öyleyse, niye kendi inancıma göre tahmin edip yaşamayayım
da bir kulun uydurduğu teoriye göre tahminler edinip yaşayayım ki? Eğer püf
noktasını bilir ve gereğini yaparsak, “hayat” dediğimiz çömlek çatlamaz!
İnanca dayalı, akılla güzelleştirilmiş, tatlandırılmış
bir ahlâk ve erdem, tadından yenmez. Eğer beden ve nefsinizin istediğini birazcık
dizginleyebilirseniz, herhangi bir sorun yok. Ahlâk ve erdemde yükselmek için
“Az yiyin!” deniliyor. “Az uyu, az konuş, bol dinle, dinlediğini derece derece
başkalarına anlat” deniliyor. Bu kadarını yapmak hiç de zor değil. Bir de
bunları Allah rızası için yaptın mı, mesele bitti!
Şu an bazılarına bunları yapmak bile zor gelebilir.
Yemekler âdeta “Beni ye, beni ye!” diye üstümüze üstümüze saldırıyor.
Dostlarımızla buluşma, iş arkadaşlarıyla buluşma, kutlamalar, gezmeler, neredeyse
hayatın her aktivitesi yeme içme ile iç içe geçmiş durumda. Bu vaziyette ben de
kalkmışım, “Az yemek kolay!” diyorum. Aslında zorlaştırılmış durumda. Zorlaştırdıkça
zorlaştırmışız. Ben yemeği az yiyeyim de bu yeme içme işinden para kazananlar,
aile geçindirenler ne yapsınlar? Biz çok yedikçe, çok üretilmesi için hormon
geliştirenler ne yapsınlar?
Milletvekilliği döneminde, bir iş yapmaya kalkıştığımızda,
eğer o işin yapılmasını istemiyorlarsa, kamu yöneticileri hemen işi büyütürlerdi.
“Efendim, üniversiteyi de dâhil edelim, yerel yönetimleri de katalım” der,
projeyi gebertirlerdi. Ben de az önceki şeyleri söyleyerek, “az yeme” konusunda
sizin işinizi zorlaştırmış gibi oldum, ama işin aslı başka!
Onu şunun için söyledim: Eğer yapılması gereken bir şey
Allah rızası bağlamında doğru bir şey ise, sonucu ne olursa olsun, bizim,
yolumuza devam etmemiz lâzım. Sonuç bizi ilgilendirmez. Eğer az yemeye niyet
etmişsek, samimî şekilde bunu yapmaya çalışmak lâzım. Başaramasak da önemli
değil. Önemli olan, samimiyetle gayret etmek!
Yukarıda anlattıklarımdan sonra evliya olunur mu, bilmiyorum. Ama evliyalık böyle ise, korkulacak bir şey değilmiş! İnşallah üniversitede yaptığımız cahillikle o treni kaçırmamışızdır. Biz kaçırdıysak da, inşallah sizler kaçırmazsınız. Bizlerin daha iyi olması için yapacağınız çalışmalardan bizler de faydalanırız.