Evliya olmaktan korkmayın

Yazımda anlattıklarımdan sonra evliya olunur mu, bilmiyorum. Ama evliyalık böyle ise, korkulacak bir şey değilmiş! İnşallah üniversitede yaptığımız cahillikle o treni kaçırmamışızdır. Biz kaçırdıysak da, inşallah sizler kaçırmazsınız. Bizlerin daha iyi olması için yapacağınız çalışmalardan bizler de faydalanırız.

SERÇEV Başkanı, kıymetli arkadaşım Sinem Ersoy, bir radyo mülâkatımızda dedi ki, “CP’li çocuklar, onları sınırlandıran ve istediklerini yapmayan bir bedene sahipler ve onunla hayatlarını sürdürüyorlar”.

Etrafta gördüğüm birçok insan, bedenleri ne derse onu yapıyor. O gariban bedenler belki de, sahiplerine olur olmadık işler yaptırmanın cezasını çevre baskısı sebebiyle “diyet”, “botoks”, “zayıflama” veya “doğum kontrolü” olarak çekiyorlar. Tabiî bu arada insanın kendisi şaşkın, oradan oraya savruluyor. Ahiret durumu, ölüm sonrası hayat var. Onun için evliya olunsa, çok da iyi olur aslında.

Üniversite yıllarımda, “Evliya olmak ister miyim?” diye kendi kendime sormuştum. Allah’ın bildiğini kuldan saklamaya gerek yok, çok büyük bir istek doğmamıştı içimde. Daha da doğrusunu söyleyeyim, Allah affetsin, evliya olmak için isteksizlik doğmuştu. Hâlbuki eğlenceli, neşeli, nefs merkezli ve odaklı muhabbetlerden, oturmalardan, gezilerden sonra içimde mutlaka bir acı kalırdı. Hani bir yemek yersiniz de tadı damağınızda kalır ya, bunda da bir acı kalıyordu.

Sınır tanımayan şakaların gündeme geldiği ortamlarda nefsime ağır gelen şakalar, sözler, ifadeler oluveriyor ve acısı içimden çıkmıyordu. İlgi duyduğum biriyle bir başkasının yakınlığı, kıskançlıktan beni çıldırtıveriyordu. O anlarda eğlensek de içimden çıkmayan acıların kaldığı günler devam ediyordu. Yine de turşu suyu gibiydi. Susadıkça içiyor, içtikçe de susuyordum. O yüzden de evliya olmaya sıcak bakmamıştım.

Gözlemlediğim kadarıyla, genel olarak toplumsal seviyede ortaya çıkan ihtiyaçlar, istekler, talepler benim yaşadıklarımla benzer. Bir yandan güven, vefa, samimiyet, sadakat, sabır, cömertlik, fedakârlık, sevgi talep ediyoruz, diğer yandan nefsimizle bedenimizin ortak taleplerini hayata geçirmek için mücadele veriyoruz. Nefsimizle bedenimizin ortak taleplerini karşılarken, tokatı yiyince tekrar diğer taleplerimize dönüyoruz. İşte tam burada “erdem” ve “ahlâk” söz konusu!

Erdem ve ahlâkı, aslında “nefsimizle bedenimizin ortak taleplerini akılla tatlandırmak, inanç tenceresinde pişirip sunmak” olarak anlıyorum. Nefs ve beden, yemek yemek ister. Erdem ve ahlâk buna karşı çıkmaz ki… Akıl sadece uzun vadede zararlı olmaması için aşırıya kaçılmasını engellemeye çalışır. Erdem ve ahlâk, cinsel hayata karşı çıkmaz ki… Aklı devreye sokarak uzun vadede zararını önlemeye çalıştığı gibi, insan neslinin devamını sağlamaya çalışır.

Erdem ve ahlâk, aklın rehberliğinde bir yerlere varmaya çalışırsa “Ali Bey’in kör dolap beygiri gibi dolaşır durur”. Akıl beş duyudan, sezgilerden ve çevresinden öğrendiği bilgileri yoğurup bir sonuca varmaya çalışır. Bu da evreni ve zamanı düşündüğümüzde aşırı derecede sınırlı bir imkândır.

Şöyle biraz derinleştirelim: Bilimi, akılların ortak ürünü olarak kabul edebiliriz. Bilim hiçbir zaman şunu söylemez: “Benim söylediğim ne varsa, şu vakte kadar veya sonsuza kadar geçerlidir.” Peki, ne söyler? “Benim söylediğim her şey, bir başka gerçek bulunana kadar geçerlidir. Bir başka gerçek ise bugün de bulunabilir, yarın da.” Aslında şunu söylüyor: “Kardeşim, bana güvenerek iş güç yapmaya kalkmayın! Yarı yolda kalırsanız vebâli bana yıkmayın!”

Ahlâk ve erdemi (tamam) akılla güzelleştireceğiz, tatlandıracağız, ancak akla dayandırmayacaksak neye dayandıracağız? İşte “işin püf noktası” burası!

Bu deyimin nereden geldiğini bilir misiniz? Belki tekrar olacak, ama ben yine de anlatayım:

Bir çocuk, bir çömlekçi veya çinici diyebileceğimiz çamurdan eşyalar yapılan bir iş yerine önce çırak olmuş. Yıllarca bir şeyler öğrenmiş ve sonra terfi edip kalfa olmuş. Kalfalıkta da yıllarca öğrenmiş, çalışmış. Ne var ki, bir an evvel usta olmak istiyormuş. Ustası, “Evlâdım, biraz daha öğrenmen, pişmen, gelişmen lâzım” demiş ama bizimkini ikna edememiş. Kalfa, kıyıda kenarda biriktirdiği ile bir işyeri açmış. İhtiyaç da, müşteri de var. Gelin görün ki, harika ürünler yapmasına rağmen her biri çatlayı çatlayıveriyor. Öyle denemiş, böyle denemiş, fakat olmamış. Çaresiz, eski ustanın kapısını çalmış. Tabiî usta bu, geri çevirir mi? Çevirmemiş. Hemen uygulamalı eğitim başlamış. Bir ürün yaptırıyor, tam fırına sürecekken, “Bir dakika!” diyor, kalfanın, ürüne dikkatlice bakmasını istiyor ve henüz fırına sürülmemiş ürünün üstündeki hava kabarcıklarına dikkatini çekiyor. O hava kabarcıklarına doğru şöyle güzel bir “Püf!” çekiyor ve hava kabarcıkları kayboluyor. Diyor ki, “Evlâdım, bu hava kabarcıklarına ‘püf noktası’ denir. Fırına sürmeden önce bunları yok etmezsen, bunlar ürünlerin çatlamasına sebep olur”.

Usta ile kalfa sonra ne yaptı, ne etti, bilinmez, ama hayatta “püf noktaları” olduğu sürece bu deyim kullanılmaya devam edecektir.

Ahlâk, erdem ve akıl ilişkisi bağlamında düşünürsek, bunların dışında bir püf noktası var ki bunu görmek lâzım. “Püf noktası” diye altını çizdiğimiz meseleyse “inanç”tır. İster dikey zaman, ister yatay zaman, ister dikey mekân, ister yatay mekân, bunların mutlak doğrusunu bilmeye imkân yoktur.

Meselâ maziyi, elde edebildiğimiz belgelere göre bilme imkânına sahibiz. Başka bir boyutu da bugünün penceresinden bakarak bilme imkânına sahibiz. Hâlbuki gerçek öyle olmayabilir. Geleceği de aynı şekilde tahmin ediyoruz. Mutlak olarak bilemiyoruz. Beynimizi, uzayı, yeryüzünün derinliklerini teorilere dayanarak tahmin ediyoruz. Teori, mutlak doğru anlamına gelmez. Teoriye dayanarak tahmin etmek, bir nevi inancına göre tahmin etmek gibidir. Eğer öyleyse, niye kendi inancıma göre tahmin edip yaşamayayım da bir kulun uydurduğu teoriye göre tahminler edinip yaşayayım ki? Eğer püf noktasını bilir ve gereğini yaparsak, “hayat” dediğimiz çömlek çatlamaz!

İnanca dayalı, akılla güzelleştirilmiş, tatlandırılmış bir ahlâk ve erdem, tadından yenmez. Eğer beden ve nefsinizin istediğini birazcık dizginleyebilirseniz, herhangi bir sorun yok. Ahlâk ve erdemde yükselmek için “Az yiyin!” deniliyor. “Az uyu, az konuş, bol dinle, dinlediğini derece derece başkalarına anlat” deniliyor. Bu kadarını yapmak hiç de zor değil. Bir de bunları Allah rızası için yaptın mı, mesele bitti!

Şu an bazılarına bunları yapmak bile zor gelebilir. Yemekler âdeta “Beni ye, beni ye!” diye üstümüze üstümüze saldırıyor. Dostlarımızla buluşma, iş arkadaşlarıyla buluşma, kutlamalar, gezmeler, neredeyse hayatın her aktivitesi yeme içme ile iç içe geçmiş durumda. Bu vaziyette ben de kalkmışım, “Az yemek kolay!” diyorum. Aslında zorlaştırılmış durumda. Zorlaştırdıkça zorlaştırmışız. Ben yemeği az yiyeyim de bu yeme içme işinden para kazananlar, aile geçindirenler ne yapsınlar? Biz çok yedikçe, çok üretilmesi için hormon geliştirenler ne yapsınlar?

Milletvekilliği döneminde, bir iş yapmaya kalkıştığımızda, eğer o işin yapılmasını istemiyorlarsa, kamu yöneticileri hemen işi büyütürlerdi. “Efendim, üniversiteyi de dâhil edelim, yerel yönetimleri de katalım” der, projeyi gebertirlerdi. Ben de az önceki şeyleri söyleyerek, “az yeme” konusunda sizin işinizi zorlaştırmış gibi oldum, ama işin aslı başka!

Onu şunun için söyledim: Eğer yapılması gereken bir şey Allah rızası bağlamında doğru bir şey ise, sonucu ne olursa olsun, bizim, yolumuza devam etmemiz lâzım. Sonuç bizi ilgilendirmez. Eğer az yemeye niyet etmişsek, samimî şekilde bunu yapmaya çalışmak lâzım. Başaramasak da önemli değil. Önemli olan, samimiyetle gayret etmek!

Yukarıda anlattıklarımdan sonra evliya olunur mu, bilmiyorum. Ama evliyalık böyle ise, korkulacak bir şey değilmiş! İnşallah üniversitede yaptığımız cahillikle o treni kaçırmamışızdır. Biz kaçırdıysak da, inşallah sizler kaçırmazsınız. Bizlerin daha iyi olması için yapacağınız çalışmalardan bizler de faydalanırız.