YAZI
boyunca söyleyeceğim tüm zıt fikirlere rağmen, bütün fikir aktarımı boyunca
savunduğum bir cümleyi bu konunun başlığı olarak seçtim: “Evlilik saâdettir…”
Hemen peşi sıra dizilmiş üç nokta ise, bu yargı cümlesini bazı
şartlara dayandıracağımın sinyali…
Aile; bir zaman perdesini aralamış insanların birlikte olmak ve
birliğe sahip çıkmakla yükümlü olduğu, fakat bu yükümlülüğün saâdetini her zaman
keşfedemediği bir nimet. Hattâ çok fedakâr aile fertleri, fedakârlığın
huzurundan ziyâde, başka yoklukların altında ezildiğini hissedebiliyor ya da
karşılığını alamadığı bir vericilikte, kendini bedbaht hissedebiliyor.
Fedakârlıktan ne anladığımız da önemli tabiî ki…
Zulmün olduğu bir ortamda, zulme uğrayanın kendini feda edercesine
sabretmesi; sabır olmadığı gibi fedakârlık da olamaz. Fakat eşlerin birbirine hürmetle,
sevgiyle, saygıyla ve huzuru inşâ etme çabasıyla davranması gayet insanî bir
fedakârlık olur. Çocukların (genç-yetişkin) da ailedeki bütünlüğe riâyet edecek
şekilde sorumluluk duygusuyla hareket etmesi hem beklenen, hem de yine de
insanı fedakâr sıfatına eriştirecek bir tavır olur.
Öyleyse anlaştık! Fedakârlıktan kastettiğim şeyin zulme ya da
şiddete baş eğmek değil, aslında yapmamız gerekenleri hakkıyla yapmak olduğunda
hemfikirsek, evliliği ve ailevî sorumlulukları güzel görecek yolda fikirlere çelme
takan irili ufaklı taşları kaldırmanın zamanıdır!
Ailede kaç birey varsa hepsinin farklı ve bazen de tamamen aynı
konularda birtakım sorumlulukları var. Öncelikle her kim bu satırlara denk
geldiyse, büyük bir rica ve rikkat talebi ile söylüyorum ki, “Benim hayatım, beni ilgilendirir” cümlesinin
insafsızlığına bahaneler üretmeyin!
Bu cümle, olmamışlığın dile geliş şeklidir. Fakat buradaki
“olmamışlık” aile; kadın, erkek, çocuk ya da başka bir mevki için değil, direk
“insan” mâkâmı için geçerli!
Zamanında sosyal medyada şu paylaşıma denk gelmiş ve Charles
Bukowski’nin fikrine güçlü bir muhalefet beslemiştim. Tam da yeri gelmişken
tekrar dile getirmekte fayda var sanırım. Şöyle söylemiş adı geçen yazar: “Benim hayatım, benim seçimlerim, benim hatâlarım, benim
sorunlarım, benim yalnızlığım... Yani özetle sizi ilgilendirmez…”
Ben de şöyle cevap vermiştim gıyabında: “Demek bu virüsün kaynağı
Bukowski…”
Herkes birinin evlâdı, annesi, babası, kardeşi, arkadaşı vesaire.
Öyleyse tüm hatâlar ve sorunlar çevresel bir etkiye sahip. Yani o kadar çok
kişiyi ilgilendirir ki, Bukowski’nin kemikleri sızlar.
Bukowski’nin sözünü yazıma mesnet almak niyetinde de değilim fakat
o kadar çok dolaşan bir özlü söz (!) ki… Ayrıca sadece özlü söz (!) olarak da
kalmamış, bugün en ilgili ve çocuğuna özenli ailelerin bile çocukları, “Bu benim hayatım, karışamazsınız”
diyebiliyor. Bir ailede bireylerin birbirine karışabilme sınırları İslâm’da
eksiksiz bir şekilde belirlenmiştir; Hazreti Muhammed’in (sav) yaşam biçiminde
ve sözlerinde de aile içi sevgi ve saygının hudutları aşikârdır.
Yeniden dile getirmekte fayda var ki, ailede kimse kimseye
zorbalık yapamaz elbette. Zorbalıkla evlendiremez ya da kişinin var olma
şekline müdahale edemez. Kimse kimseyi çıkar amaçlı kullanamaz ve kalbine
zulmedemez. Kimse kimseye Allah’ın koyduğu hudutları geçme yolunda şeytanca
davranamaz… Ve bunun gibi vicdanın kabul etmediği hiçbir şey, anne-baba, eş ve
evlât olmak sıfatıyla fiile dökülemez!
Fakat dönelim Bukowski’ye…
İnsan kâinatın yegâne ve kusursuz (!) varlığı falan değildir.
İnsan insanla anlamlanan ve değerini bulan bir varlıktır. İnsan anne-babaya,
eşe ve çevreye verdiği güzellikler nispetince anlamlanır… Ve onlardan aldıklarıyla
değerlenir. İnsanın hazînesi tam da aileden ve genişleyerek artan çevresindendir. Hâl böyleyken, dünya üzerinde gözle görülen ve akılla
belgelenebilen etkilerin çok daha ötesinde bir etkileşim vardır. Bunu da daha
önceki yazılarımda dile getirmiştim. Hâlâ sözümün arkasında durmam ve farklı
iki konuda bile aynı sonuca varmam, söylediğim sözü sindirmiş olduğumu bana
ispat ediyor.
Şöyle: Aklın ve fizikî koşulların ölçemeyeceği çok daha büyük bir
etkileşimle yaşar insan. Dilden çıkan sözler, kalpte büyüyen hisler, yapılan
işler; adını, yerini ve kalbini bile bilmediğiniz, kilometrelerce uzaklardaki
insanlara kadar etki eder. Bunun takibi elbette olanaklı değil. Fakat bunun
verdiği bilinç, sorumluluğumuzun bir aile içinde bile sınırlı kalmadığını
insana anlatır. Bu bilinç, insanın kendini analiz etmesine ve olumsuz tavırlardan
uzak durmaya gayret etmesine vesîle olur. Bu, kişinin kendini bile ne
güzelliklere eriştirir ki gözle göremediği evrensel bir etkinin varlığını da
düşününce “yaşamak”, öyle gelişigüzel bir zaman tüketimi değildir.
Yaşamaktan etkiyi çıkarın, geriye ne kalır?
Biri çıkıp diyorsa, “Benim
hayatım, benim hatâlarım”, orada hiçbir etkileşimin olmaması gerekir.
Hâlbuki bundan yüzyıllar önce yaşamış insanların bile günümüze az ya da çok ne
kadar etki ettiğini tarih kitaplarından okumak mümkün. Bu kadar geniş bir
etkiye ikna etmeme bile gerek yok. Bir insanın eşine, anne-babasına ve en
sevdiklerine yapacağı tüm etkiler, onun insanlığını belirler. Birini üzmek bir
etkidir meselâ… Birini özletmek de bir etkidir. Birini sinirlendirmek de,
sevindirmek de, ağlatmak da, yormak da birer etkidir. Öyleyse çıkarın bu “yaşamak”
fiilinden tüm etkileri, o zaman ben de Bukowskigillere hak vereyim…
Tüm iyi-kötü etkileri kaldırın iletişim yollarından, ben de
diyeyim ki, “Gerçekten kimseyi ilgilendirmiyormuş”. Fakat yapılamaz!
Oksijenini tükettiğimiz hava bile ortak kullanıma aittir. Meselâ “Benim
hatâlarım” derken insan, oksijene bile saygı duymakla yükümlü olduğunu ne kolay
göz ardı edebiliyor.
Genelden özele doğru geliyorum. Ailenin ortak alanı evdir, eve
giden yoldur falan; ama bir ailede en dışa kapalı ve tüm aile fertlerinin en
ortak alanı, kalptir. Tüm hatâlı ve rızâsız hareketler, ailenin ortak kalbini
yıpratır. Sonra bu yıpranan ortak kalple birlikte başka başka hayatlara açılan
diğer aile fertleri yorgun ve kırgın bir yaşam sürerlerken buna sebep olanın
çıkıp da “Benim seçimlerim, benim
yanlışlarım” deme lüksü bulunmamaktadır.
Bir aile babasını düşünelim. Bu “Benim hayatım” saçmalığında ne
kadar yanlışa meylederse, ailedeki ortak kalbi yıpratmış olmaz mı? Gider de
haram kazanır, ona “Dur” diyen
ailesine “Sizi ilgilendirmez” der,
sonra bu haram lokmayla üzülen ve kirlenen kalplerin telâfisini yapabilir mi?
Bir baba, yine aynı felâket cümlesine sığınarak, dış dünyaya daha
fazla zaman ayırır da evine, eşine ve çocuğuna zamanından vermede cimrilik
ederse, o ailedeki sevgi eksikliğinin ve çocukların psikolojisinde yer edecek
tahribatın geri dönüşü olur mu? Peki, bir anne, çocuğuna ve eşine muhabbetle
yaklaşacağı vakitleri, keyfince yaşamak isteğine hebâ ederse, ortak kalbin
yalnızlığını dindirebilir mi? Ya evlâtlar? Evlenip gitmiş de olsalar, kendilerini
özleyen bir anne-baba nimeti varken arkadaş, çevre ya da gezip tozma arzusunda
sıla-i rahim vazîfesini hiçe sayar ve buna da “Benim tercihim” logosunu eklerse, özleyen bir ortak kalbin
kederini savuşturabilir mi?
Bunlar bir ailenin en genel geçer talepleri… Ve en sıradan
etkiler… Daha ne etkiler olacaktır ki, bu etkilerin telâfisi de bir hayli
zordur. Öyleyse, “Benim hayatım” cümlesine sığınırken insanın -en azından- bir
aile mensubu olmaması gerekir. Fakat bir aile mensubu olmasa da bir mahalle, bir
şehir, ülke, millet ve hattâ kâinatın mensubudur. Bu vaziyet, insanı etki
etmeden yaşayabilmek özgürlüğünden (!) alıkoyar.
Yolda yürürken bile bastığı topraktan aldığı havaya ve daha nice
bilinmeze etki eder insan… Öyle kolay bir cümle değildir “Benim hayatım”… Çok
detay durumlarda geçerli olabilir ki onun da ölçüsü ancak vicdanla belirlenir.
İnsanın uçan kuşa, gökyüzüne, bulutlara, ağaçlara, evlere,
sokaklara, sevdiklerine ve sevmediklerine, gördüklerine ve görmediklerine kadar
etki eden bir varlık olduğu inkâr edilemez bir hakikat! Öyleyse evliliği saâdet
yapan en gerekli bilinç de budur. Evlilik; uzun ve gayretli bir etkileşim
alanıdır. Eşinden onun ailesine kadar etki eder insan… Sonra çocuklarına,
onların geleceğine ve eşlerine, kendi anne-babasına ve tabiî ki evdeki kediye,
muhabbet kuşuna ya da çatıdaki martıya…
İnsan bu bilinçte olduğunda evliliğin saâdetini yakalar…
Meselâ eşlerin kâğıda yazılmayan, dille ikrar edilmeyen bir vaadi
vardır birbirlerine. O vaat şu cümledir: “Kalbini
anlamaya gayret edeceğim…”
Ben, tüm bu insanî yükümlülük cümlelerini “gayret” niyetine
bağlayabilirim. Çünkü “Yapacağım”, “Edeceğim”
gibi yüklemler, söylendikleri anda asılsızdırlar. Ancak bir gayret etme niyeti
ve varılan sonuç, bu yüklemleri meydana getirebilir. Fakat insan ancak gayret
etmekle yükümlüdür. Kul olmaya, insan olmaya, eş olmaya, evlât olmaya, dost
olmaya gayretli bir insan, değerlidir. Fakat mükemmel bir sonuç beklemek de
akıldışıdır. Hatâlar, kusurlar her insan iletişiminde var olacaktır. İşte bu
kusurları örtmek ve iyiye evirmeye gayret etmek, aile bireyleri için çok vefâlı
bir hâl olacaktır.
Evlilikte saâdet, eşinin kalbini anlamaya gayretle var edilebilir
bir kavram. Yoksa herkes herkesi yargılar, eleştirir, över, takdir eder ya da
görmezden gelir. Fakat aile, ortak bir kalbin parçalarından müteşekkildir.
Burada işler biraz daha özenle, biraz daha iyi niyetle ve fedakârane bir
gayretle yürür…
Maddî-mânevî tüm sıkıntılar, birbirinin kalbini bilen aile
bireyleri için sırtlanabilir yüklerdir. Fakat daha kendi içinde bile bölük
pörçük, yalan-riya hayatlara bölünmüş ailelerde, dışarıdan gelen en ufak bir
olumsuzluk yıkıcı, tahrip edici bir kuvvete dönüşür. Tüm dış kuvvetler,
içerideki hacmin oranınca büyür ya da küçülür. Herkes bir ailenin parçası
olduğuna göre, ne yapacaksa önce ortak kalbi incitmemek gâyesini hedef almalı.
En basit bir harekette bile bu özveriyi sürdürmeli. Bu basit bir tercih
olabilir; bir yere gitmek, bir eve taşınmak, TV’de bir program izlemek, bir iş
kurmak, bir yemek yapmak bile…
Herkesin birbirinin kalbini önemsediği bir ailede, ortak kalbin
boşluksuz mukavemetini öyle kolay kolay yıpratamaz, parçalayamaz ve üzemezler…
Yani öyle “Ben” ile başlayan bir cümleyle saâdete varılamaz. Saâdeti
yudumlayan dillerin ekseri kurdukları cümleler “Biz” diye başlar.
“Biz”i öncelediğin bir evlilik, “saâdet”tir.