“Evlâ leke fe evlâ”

Çin’de, İsrail’de, Afrika’da, Myanmar’da ve daha nerede olursa olsun, hangi devlet ve din adı altında yapılırsa yapılsın, “zulmü insan eli gerçekleştirmektedir” ve hepsi tek tek hesap verecektir. Acı son yaklaştıkça yaklaşıyor!

İSRAİL evler yıkıp canlar alıyor. Şimdi böyle bir “devlet” adı söylendiğinde, kişileri cürümden ayrı düşüren bir yanılgı yerleşiyor zihinlere. Meselâ Çin’in Doğu Türkistan’da toplama kampları kurup adına da “Eğitim Merkezi” diyerek masal anlattığı işkence alanları var. Müslüman Uygur Türklerinin bu sözde merkezlerde tutulduğunu ve işkencelere maruz kaldığını dünya biliyor.

Kalın duvarlar arkasına saklanıp insana yaptıkları zulmün sesini kısmaya, görünürlüğünü düşürmeye çalışıyorlar minik beyinler. Bir gören, bir duyan olduğunu akledemiyor oluşları, yapılan bunca zulmün korkusuzca icra edilişini de açıklıyor. Tıpkı Yahudilerin Gargat ağaçlarından medet ummaları gibi… Duvarlar arkasında insana zulmedip ağaç arkalarında gazaptan kaçabilecekleri hayâliyle yaşıyorlar. Vaveyla!

Peki, bütün bunları kim yapıyor? Devletler, yönetimler, rejimler… Yok yok! Bütün bunları insan yapıyor. “İnsan” dediysem, yaratılışta insan ama şeytanî anlaşmalarla insanlığı surete terk edip ruhta ve kalpte şeytana pabucunu ters giydiren varlıklar...

Evet, birileri millî inanca yüklüyor zulmün ceremesini, birileri devlet adı altında isimsizce sürdürüyor can yakan eylemeleri. Fakat olay, özünde dönüp dolaşıp insana dayanıyor. Yaradan da insana şöyle sesleniyor:

“Evlâ leke fe evlâ.” (Kıyamet, 34)

İşin güzel yanı, inanmıyor oluşları ayetlere muhatap olacakları günden ne ruhlarını, ne de bedenlerini kurtarabilir. Rabbin sarsılmaz vaatleri, gerçekleşmek için inanca ihtiyaç duymaz. İnanç, insanın insanca yaşamasında sudan elzem bir ihtiyaçtır. Fakat Yaradan’ın zalimi yerle yeksan edeceğini beyan ederkenki merhameti ne bir onaya, ne bir inanca ihtiyaç duyar.

Hani dedim ya “insanın insanca yaşaması” diye, hemen örneklendirmek gerek: Çin’in geleneksel dini, dinsizlik. Diğer yandan din ya da öğreti diye adlandırılan yüzlerce inanç sistemi karşımıza çıkıyor. Bunlar yerel, geleneksel ya da soya dayalı olacak şekilde farklı farklı mesnetlerle savunuluyor. Onlar adına ne derse desin, putperestliğin yaygın olduğu bir toplumdan bahsettiğimizi çok iyi biliyoruz. Sonuç ne? Kendi insanına bile nefes almayı zorlaştıran devlet eli, söz konusu Müslümanlar olunca işkencede sınır tanımıyor; insanları ailelerinden ayırıyor, toplama kamplarında hiçbir gerekçe olmaksızın aylarca eziyet ediyor, kendi dilini ve inancını Müslümanlara dayatıyor, zorla alkol içirip çeşitli ritüelleri yapmalarını şart koşuyor…

Bir yandan da Filistin’de her fırsatta can alan, evleri barkları yıkan bir İsrail var. İsrail’in inancı neydi? Yahudilik… Son Peygamber’i ve Allah’ın son dinini bilen fakat soyca kendilerini üstün görme gafletiyle inkâra düşen, Hazreti Musa’ya gönderilen dini tıpkı Hıristiyanlar gibi kendince şekillendirip bir ulus dini peyda eden Yahudiler…

Yahudilik bir din adı olmakla kalmayıp bir topluluğu ve o topluluğa ait kültürü ifade ediyor. Yani Allah’ın hak dini İslâmiyet’te olduğu gibi dünyanın her yerinde, her ırktan ve soydan insanı kapsamıyor. Dinin mensuplarını dinden daha üstün bulan bir öğreti...

Şüphesiz Yaradan, Hak Dinini kâinata hâkim kılacaktır. Fakat her şeyi bir zamana ve bir sebebe bağlar O. Son Peygamber Hazreti Muhammed’e dek gönderdiği kitapların ve inanç sistemlerinin toplumlarca tahrip edileceği de ilmi dâhilindeydi. Ama İslâm’ın koruyucusu da Bizzat Kendiydi ve hakkı arayan herkesin İslâm’la şereflenmesi gerekmekteydi.

İnsanların bir kısmı kolaylarına giden yeni inanç sistemleri türettiler. Uzak Doğu’da bölge bölge değişen bu bireye dönük sistemler, İsrail’de ilâhî dini kendince şekillendirmek üzere cereyan etti. Avrupa’da yaygın inanç sistemi olan Hristiyanlık da kiliselerde tartışılıp eğildi büküldü. Şimdi dünyaya kuşbakışı baktığınızda nerede zulüm görüyorsanız, insan eliyle şekillendirilmiş inanç sistemlerinin mensuplarınca icra edilmektedir.

Araya bir dipnot eklemeli: “Allah-u Ekber” diyerek baş kesenlerin İslâm’la uzaktan yakından alâkası olmadığını, İslâm’ı din olarak toplumca benimsemiş medeniyetlerde düşmana ve esirlere davranış şekillerine bakarak dahi anlamak mümkün. Fakat buna da gerek yok. İslâm düşmanı otoritelerin dünyadaki oyun kuruculuğunu anlamamak için ahmak olmak gerek. Onlar bir İslâm ülkesini gözlerine kestirdiklerinde ya orada Müslüman kimliğinde bir zalim tipolojisi peyda eder ve kurtarıcı kisvesiyle toprakları işgal ederler ya da bir terör örgütü kurar, ellerine silahları verir ve İslâm beldelerine salarlar. Fakat bu terör örgütleri de şöyle eğitilirler: İnsanları öldürürken İslâmî lafızları tekrar edeceklerdir ve her karede Müslüman fotoğrafı vereceklerdir.

Daha geçenlerde DAEŞ’li bir kadın, ülkesine teslim edildi. Yanılmıyorsam İsveçliydi. Ama kadın çarşaflıydı ve Müslüman kadın adlarından biriyle anılıyordu. Ülkemizde de duyuyorlar böyle haberleri. Haberde diyor ki, “DAEŞ’li Fatma”… Bizimki de, “Bak, Müslümanlar ne yapıyor!” diyor. Ne ahmaklık! O çarşafın altında sarışın bir İskandinav var, adı da ne Fatma, ne de Ayşe. Ama hepsini böyle kamufle ediyorlar. “Müslüman baş kesiyor” diye servis ediyorlar. İçimizdeki İslâm düşmanları da buna bel bağlıyor.

Tarihimiz boyunca İslâm’ın şanlı sancağı altında fetihler yaptık, topraklara ve toplumlara hâkim olduk. Bizim tarihimize not düşen esirler bile Müslümanın merhametinden ve adaletinden bahsederken ve bugün dünyanın her yerinde İslâm dışı zulüm almış başını giderken, gerçeklere ısrarla kör olmak bu hazin sonu değiştirmeyecek.

Çin’de, İsrail’de, Afrika’da, Myanmar’da ve daha nerede olursa olsun, hangi devlet ve din adı altında yapılırsa yapılsın, “zulmü insan eli gerçekleştirmektedir” ve hepsi tek tek hesap verecektir. Acı son yaklaştıkça yaklaşıyor!

“Evlâ leke fe evlâ…”