
ALARM çalıyor, “06:15”. Kör olduğunu sandığı kara kış sabahları gibi bir sabah değil. Her Ağustos gibi bu Ağustos’ta da her yer aydınlık, yatak odası hariç. Memleketin her güney cepheli apartmanı gibi niye değil yaşadığı yer? Yanlış anlaşılmasın, mesele cephe falan değil. Güneşin beyinleri kızarttığı zamanlarda bile kapkaranlık olabilir bazılarının yatak odaları…
Pek de olağanüstü sayılmayan yılgınlığıyla akşamdan hazırladığı kıyafetlerini giydi. Düşündü bir an, her gün daha fazla tükendiği yere neden bir akşam öncesinden hazırlanır insan? Bir an durdu ama sonra çok da ilgilenmedi. Düşmedi bu tuzağa. Ay sonu geliyor ve kira beklemez.
Günlerden dünün aynısıydı. Dün de evvelkinin tıpkısı… Derken, doğduğu güne kadar geri gitti zamanda. Saydığı bugünlerden dünlere geçerken ne bir ışık buldu, ne de bir his. Hiç var olmamanın vurgunu muydu bu göğsüne yayılan? Hiç mi alacağı yoktu bu dünyadan?
Daat! Gözlerini açtığında -ki bu kez gerçekten açtığında- otoyolun ortasında buldu kendini. “Evet” dedi, “Anladım dünyaya karışmadan günleri tüketmenin yolunu. Durup hiç ayrılmayacağım şehrin en işlek kavşağından. Dünle bugünün ortasında ve hiç beklemeden yarını, hakkım olanı da ummadan çarptıracağım suratıma aslında ne kadar yakın olduğumu yokluğa”.
Mutluluğa ermenin ayaklarına dolanan bir urgan olduğunu fark ettiği o anda, işte tam da yerli yerine oturacakken her şey, gözlerine takılan o pembe hayâlle tekrar düştü bağlandığı yere. Biat edercesine inandığı o mucizenin tam karşısında fakat bir o kadar uzak. Havf ve reca… İşte bu kadar basit!
Birden tüm yeşil ışıklar yanmaya başladı. O kadar yeşil ki tüm renkler kayboldu. Kör olduğuna inanmaya başladığında içindeki son şüphenin pençesine düştüğünü anladı. Bir anlamı yoksa hayatın, şüphe artık tek gerçek olmaktan çıkmalıydı. Nihayetinde bir gün solacaktı dünya. Her şey gibi, ömür dâhil.
Meseleleri mesele etmek de büyük bir meseleyse, mesele neydi? Dünyayı sarsan salgın hastalıkların ortasında, milyonlara bölünen virüsün bile ona uğramayacağının konforuyla dolanmıştı oradan oraya. Günlerin sonunda eve döndüğündeyse küçük parmağını sehpaya vurup haftalarca yataktan çıkamayınca anlar gibi olmuştu. Olacak olan olur, her nerede olursan ol.
Bir ağaç bulamadıysa bile küsmeyip gökyüzündeki tek bulutun altına sığındı. Gözlerini kapatınca eve bal yetiştirecek arılara dönüştü birden arabalar vızır vızır. Korna sesleri bir yaz şarkısı gibi dolandı kulaklarında. Kira beklemiyor ve patron yanlış tarafa çıldırmışçasına onu arıyorken bu aptal dinginliği şimdi cebine koymalıydı. Tam kalkacakken içini kaplayan serinliğin sebebi bakışlarına düşen o küçücük buluttu. Peygamber’in seslenişini anımsadı. “Beni kime bıraktın?” diyen Peygamber’i anladı: “Yüzünde bir gölgelik, seni güneşten korumak için…”
Ben o kutsal serinliğe teslimim.
Her daim sarsılmaz bir inatla kaybettiğini arayanların arasında artık ermiş kişiydi. Her erememişin zannettiği gibi… Çünkü onun aradığı malda da, canda da yoktu. Evdeki televizyona anlatsa deli derlerdi. Canda olsa yedi milyar insan zombi değildi ya sonuçta… “Hâlbuki aşk, başka ne olsun hayatın mazereti?” deyip bir mektup savursa yerle yapışık yaşayanlara, mecnun demezler, derviş demezler de hemencecik bir deli gömleği atarlardı sırtına. Elleri kolları bağlı, tıpkı bir âşık gibi…
“Herkesin aklı başında olduğu yerde neden insanlar akıllı olanı bulamıyor?” diye düşünecekti ki vazgeçti. “Bana ne” dedi, “Bana mı kalmış? Ben kendimi bildikten sonra...”.
Dünyaya gönderildiğinden beri en iyi yaptığı şeyi arayıp dururken kendini kaybedip insanlığın en fiyakalı akıl kaçkını oldu. Hangi deli cesaret edebilirdi ki şehrin en işlek kavşağında uzanmaya? Olsa olsa evini arayan, evini kaybeden ve evini bulamayanın yapacağı işti.
Bir sarsıntıyla içi açıldı sanki. Vurgun yemişti. Teninin üstünde yayılan sarhoş edici ıslaklığa dokundu. Parmaklarının arasından usulca akan damlalara baktığı an ikna oldu görünür olduğuna. Başındaki kalabalığın başka bir açıklaması olamazdı çünkü.
O küçücük buluta ilişti gözleri. Son kez sordu: “Evimi gören var mı?”