Evham

“Bugüne kadar birçok insanın çayın yanında çekirdek leblebi gibi yuttuğu ağrı kesici bile almadım. Hastanenin yolunu bilmem. Doktoru en son askerlik muayenesi için gittiğimde gördüm. Evhamdır kesin!” diye düşünerek iş görüşmesi için hazırlanmaya kaldığı yerden devam etmeye başlamıştı ki kapının zili, bir misafiri olduğunu haber verdi…

KURUM dolu devasa bir soba borusunun içinde nefes alıyormuş gibi uyandı. Bu ilk defa olmuyordu. Sabahları genelde bu duyguyla uyanırdı. Şu an konuşmak istese, konuşmaktan çok boğazından hırlamaya benzer bir ses çıkacağından emindi. Pencereyi açık bırakmadığına yine pişman olmuştu. “Gece boyu bu havayı solumaktan ve kesif izmarit kokusuyla uyanmaktansa üç beş sivrisineğin misafirliğine razı olabilir, onlarla kan kardeşi olmayı göze alabilirdim” dedi. 

Başını yana çevirip, bütün suç az ötede ağzına kadar izmaritle dolu kül tablasınınmış gibi yüzünü ekşiterek baktı. Birçok insan gibi o da yıllar önce arkadaşlarından etkilenerek ve üstelik, “Ben tiryaki olmam, istediğim zaman bırakabilirim” diyerek başlamıştı bu merete. 

Ailesinden uzakta zaman zaman hissettiği o boşluğu dumanla doldurmayı sürdürdü hep. Bugüne kadar bırakmayı düşünmediği gibi denememişti bile. Soranlara, “Alışkanlık işte!” diyordu. Ama sadece “alışkanlık” kavramıyla açıklanamayacak bu bağımlılığın başka sebepleri de vardı muhakkak bugüne kadar hiç üstünde durmamış olsa da. Arzuyla içine çektiği dumanın ciğerlerini turladıktan sonra havada gizemli hareler oluşturmasının bir misyonu vardı belki de onun için. Belki de tütünün ve dumanın kokusunda bilmediğimiz bir efsun vardı. Sonuçta, içine çektiğinde boğazını yakarak giden o acımsı tattan keyif alıyordu ve özellikle sabahları uyandığında azıcık da olsa kendisini hissettiren nefret duygusu, kahvaltı sonrası yerini yeniden derin bir arzuya bırakıyordu. 

İnsan vücuduna zararı konusunda bütün dünyanın hemfikir olduğu bir ürünün keyif veriyor olduğuna inanmanın sadece böyle düşünülmesini isteyenlerin oluşturduğu bir algı olması çok mümkündü. Günümüzdeki propaganda araçlarıyla toplum üzerinde bu etkiyi oluşturmak hiç de zor olmasa gerekti. Nihayetinde beynin ve daha derin bir özelliğe sahip bilinçaltının fonksiyonlarını keşfeden insanoğlu, uzun zamandan beri kötünün iyi, iyinin kötü olduğuna toplumları inandırabilecek gücü elinde bulunduruyordu.

Birden dün geceden kalma heyecanını hatırladı. Yatağından doğrulup saatini kontrol ettikten sonra pencereye doğru yöneldi. Giriş katında, iki penceresi sokağa bakan küçük bir dairede oturuyordu. Dar ve zemini kilit taşıyla kaplanmış sokak, aynı zamanda apartmanlarla karşıdaki mezarlığı birbirinden ayırma görevini de üstlenmişti. Perdeyi aralayıp camı açtı. Ciğerlerinden sokağa taşan öksürüğünün sesine yoldan geçen iki genç kulak kabarttı; dalgın dalgın yürüyen bir kedi, ürkerek sıçradı. Mezarlık tarafından esen ve açık pencereden içeri dolan sabah rüzgârının serinliğini hissederken keyifli ve mutlu sonla bitecek bir gün olmasını diledi kendisi için. 

Uzun servilerin gölgelediği güneşin sıcaklığı yüzünde tatlı bir tebessüme dönüşmüş, baktığında zaman zaman kendisini derin düşüncelere iten evinin karşısındaki mezarlığın bile varlığını unutmuştu. Yüzünde serin bir gölge, aklında ise bugün yapacağı iş görüşmesinden başka bir şey yoktu. Kalbi kıpır kıpır olan Nedim için bugün önemli bir gündü. Belki de hayatındaki dönüm noktalarından birini teşkil edecekti bu görüşme…

***

Fakülteyi geçen sene bitirmişti. Artık o bir mühendisti; metalürji mühendisi… Evet, telaffuz etmesi biraz zordu, kendisi bile ilk başlarda zorlanmıştı söylerken ama zamanla diline oturmuştu. Seçtiği mühendislik dalı sadece kendisi için değil, ailesi, daha çok da annesi için sorundu. Okulu bitirdikten sonra, “Evladım, sana kız istemeye gittiğimizde soracaklar ‘Oğlunuz ne iş yapıyor?’ diye, nasıl söyleyeceğim ben senin ne mühendisi olduğunu, dönmez ki dilim!” derdi evlilik konusu her açıldığında.

Birkaç iş denemesinden sonra ilk ciddî başvurusunu geçen hafta bu firmaya yapmıştı. Uluslararası faaliyet yürüten ve birçok arkadaşının çalışma hayâlini kurduğu şirketten mülâkat için arandığında çok heyecanlanmıştı. Sorulabilecek bütün soruları aklından geçirerek tek tek cevapladı defalarca. Nasıl davranması gerektiğini prova etti. Heyecanlanmayacak, sorulan sorulara sakin ve özgüvenli şekilde cevap verecekti. Gereğinden fazla konuşmayacak, el ve ayak hareketlerine dikkat edecekti. Alanına hâkim, mesleğini seven, idealist bir mühendisi işe almamazlık edemezlerdi elbette.

Mezarlığı sokaktan ayıran duvarın arkasındaki ağaçların dalları arasında kaybolan kuşların kulağına gelen cıvıltıları eşliğinde yeniden keyifli bir görüşme olmasını diledi kendisi için. “Keyif” kavramını sigara ile özdeşleştiren beyni, onu odanın ortasındaki masaya doğru yöneltti. Kapağı açık duran paketten bir dal sigara çıkardı. Yakmak için çakmağa uzadığında dün akşam küfrederek aklından silmeye çalıştığı o yazı takıldı yine gözüne: “Sigara içmek ayakta kangrene neden olur.”

Durdu bir an. Nöbete yakalanmış gibi ardı ardına öksürmeye başladı. Siyah paketin üzerine kalın beyaz harflerle yazılmış o yazı, zihninin ötelemesine aldırış etmeden kendini tekrarlıyordu: “Sigara içmek ayakta kangrene neden olur.”

Gözüne her takıldığında umursamadığını düşünüyordu malûm ifadeleri ama bu defa öyle olmadı. Flaşör gibi gözlerine çakan o sevimsiz kelimeler çoktan beyninde nöronlar oluşturmaya başlamıştı. Bir savaşın içinde hissediyordu kendisini. “Yenilmeye niyetim yok” der gibi inatla yaktı sigarasını. Derin bir nefes çekip bıraktı dumanını odanın boşluğuna doğru. Bir nefes, bir nefes daha… Derken bir ara, belli belirsiz bir karıncalanma hissetti sağ ayağının başparmağında. Üstünde durmadı. Hazırlanması gerekiyordu, saatini kontrol etti yeniden. Duşunu alıp tıraşını olmalıydı. Elbise seçimi ise kolaydı. Tek seçeneğinizin olması bazen işinizi kolaylaştırır, ikilemde kalarak kararsızlık yaşamanızın önüne geçer.

Tıraş olurken ve kravatını bağlarken başparmağındaki karıncalanma diğer parmaklarına doğru yayılarak yeniden hissettirdi kendisini. Ama Nedim, heyecandan bu karıncalanmaların farkına varacak durumda değildi. Tâ ki ayak bileğinde karıncalar dolaştığını zannedene kadar… 

Gerçekten ayağını karıncaların sardığını düşünerek hızla çıplak ayağına doğru baktı. Görünürde bir şey yoktu. Hemen geçeceğini düşünerek ovaladı elleriyle. Karıncalanma ve uyuşukluk hissi zaman olarak uzayıp üstelik yoğunlaşınca, az önceki yazı düştü aklına dehşetle. Kaç yıldır sigara içiyor olabileceğini hesap etti hemen. Daha çok gençti. Yedi ya da sekiz yıl olmuştu hesaplarına göre sigaraya başlayalı. Bu kadar kısa sürede bu melun hastalığa yakalanmış olabilir miydi? Parmak uçlarından başlayıp ayak bileğine doğru yayılan karıncalanmanın sadece bir evham olduğuna inanmak istedi. “Heyecanlı ve stresliyim, beynim bana oyun oynuyor olmalı” dedi, “Evet evet, mutlaka öyle olmalı! Bu tıbbî gerçekliğe sürekli maruz kalmak doğal olarak beynimi buna inandırdı. Ben iyiyim, ayaklarım da sapasağlam, birazdan çıkıp o çok istediğim iş görüşmesine gideceğim. Toplantı tam istediğim gibi gerçekleşecek ve ben, firma yetkilileri ile istediğim şartlarda anlaşarak mutlu bir şekilde evime döneceğim”. Kendi kendine bunları söylerken, bir yandan da oturduğu yerde karıncalanan ayağını kucağına alıp parmak uçlarından ayak bileğine kadar masaj yapıyordu. 

Allah’tan yanında yöresinde, “Bizim bir tanıdık vardı, onda da aynı böyle olmuştu; adamcağızın önce sağ ayağında başladı karıncalanma, sonra diğer ayağına sıçradı. Allah seni inandırsın, var ya, iki ay ya sürdü, ya sürmedi, adamcağızın önce bir ayağını, sonra da diğerini tam bileğinden tak diye kestiler. O da gencecikti senin gibi, dalyan gibi adamdı, taşı sıksa suyunu çıkarırdı. ‘Yapmayın etmeyin’ dedik, ‘Belki başka bir çaresi vardır’ dedik ama dinletemedik abiciğim. Acımadılar vallahi, adamın hayatı söndü gitti. Bu doktor milletinde de hiç acıma yok be bilâder, o gencecik adamı tekerlekli sandalyeye mahkûm ettiler vesselâm” diye ahkâm kesen, her köşe başında, her sohbet ortamında en az bir tane bulunabilecek üstün motivasyon yeteneğine sahip şom ağızlı kimse yoktu. 

Evet, buna benzer şeyler söyleyip sabah sabah moraline dip, evhamına tavan yaptıracak birisi yoktu evde ama bu durum onu sakinleştirmek için yeterli değildi. “Ya gerçekse?” şüphesi kurt olup içini ufaktan kemirmeye başlamıştı.

Babasını aklına getirdi, sonra amcasını, sonra uzun süredir sigara içtiğini bildiği diğer akrabalarını, arkadaşlarını… Hepsini bir bir getirdi gözünün önüne. Çevresinde kimsenin böyle bir vaka yaşadığını hatırlamıyordu. Cep telefonundan arama motoruna girip sigaranın sebep olduğu hastalık ve ölüm oranlarına baktı. Tahmininden yüksekti. Umduğunu bulamayınca arama kriterlerini daha spesifik hâle getirip moral bulmak istedi. Sigara tiryakileri arasında dünyada yılda kaç kişinin kangren olup ayağı kesiliyordu? “Ya bu da tahminimden yüksek bir oranda çıkarsa?” diye aklına gelince vazgeçti arama yapmaktan. Evham olduğuna karar vermek en iyisiydi.

“Heyecanımızı biraz bastıralım dedik, ağız tadıyla bir sigara içemez olduk” derken, yeni yaktığı sigarasını kızgınlıkla kül tablasına bastırarak söndürmeye çalışıyordu. “Sigara ve ağız tadı” kavramlarının aynı cümlede oluşturduğu tenakuzun ve ortaya çıkan oksimoronun farkında değildi. “Bu fikri kim ya da kimler bulduysa Allah sizi bildiği gibi yapsın!” dedi, “Haydi o melun yazıyı yazdınız, şu korkunç fotoğrafı bari koymayın paketlerin üzerine!”.

***

İki nefeste bile dumana boğulmuş küçücük odada ne yapacağını unutmuş gibi bir iki adım attıktan sonra durdu. “Evhamdır” dedi. “Bugüne kadar birçok insanın çayın yanında çekirdek leblebi gibi yuttuğu ağrı kesici bile almadım. Hastanenin yolunu bilmem. Doktoru en son askerlik muayenesi için gittiğimde gördüm. Evhamdır kesin!” diye düşünerek iş görüşmesi için hazırlanmaya kaldığı yerden devam etmeye başlamıştı ki kapının zili, bir misafiri olduğunu haber verdi. “Bu saatte kim olabilir?” dedi. Dün akşamdan bu sabah buluşmak için sözleştiği arkadaşı Necati’yi unutmuştu. Onu kapıda görünce kendisini tembihledi. Bütün yangınlara körükle koşan Necati’nin az önceki durumdan haberdar olmaması gerekiyordu. Yoksa kendisini iş görüşmesi yerine bir ambulansta bulabilirdi. 

“Hoş geldin!” diyerek buyur edilen Necati, içeri girmek için bir yandan ayakkabılarını çıkarmaya uğraşırken, diğer yandan da elindeki poşetin izahını yapmaya çalışıyordu: “Kardeşim heyecanlıdır şimdi, unutur kahvaltı yapmayı, ‘Ona bir kıyak yapayım’ dedim, kaptım nevaleyi, geldim. Çayı da sen hâllet bir zahmet! Bak reis, kafiye de yaptım. Gerçi sayın mühendis müdürüme çay hazırlatmak olmaz ama biz kardeşiz, değil mi bro? Müdür olunca unutmazsın kardeşini. Senin afyonun patlamamış anlaşılan. Tellendir bir dal da şöyle başından ayağına can gelsin…” 

“Ah Necati, hatırlatmasan iyiydi!” dedi içinden. Arkadaşının teklifiyle yeniden hatırladı ayağındaki karıncalanmayı. Az öncesine göre daha mı çoktu, yoksa azalmış mıydı biraz? Durup hissederek kıyaslamaya çalıştı. Çayla ilgilenirken dağıldı düşünceleri. Azalmış mı, çoğalmış mı, anlayamadı. “Evhamdır” dedi yeniden.

Necati getirdiği yiyecekleri poşetinden çıkarıp sık sık saatini kontrol eden ev sahibinin uzattığı tabaklara koydu. Nedim suyun birazdan kaynayacağını söyleyerek uzaklaştı arkadaşının yanından. Maksadı diğer odaya geçip ayağını kontrol etmekti. Ama kararı kesindi: “Evhamdır...” 

Bu kez gerçekten evham olduğuna karar verdi; çünkü ne parmak uçlarında, ne ayak bileğinde herhangi bir karıncalanma hissediyordu. Birkaç dakika bekledi. Bekledikçe kararı katileşti; evhammış.

***

Bir saatlik otobüs yolculuğundan sonra ulaştılar hedeflerine. Büyük döner kapıyı geçip güvenlik görevlisinden görüşmenin yapılacağı odayı öğrendi Nedim. Arkadaşına orada beklemesini söyleyip ayrıldı yanından. Asansördeki aynada üstünü başını düzeltti; birkaç derin nefes alarak kendisini sakinleştirmeye çalıştı.

Odaya girdiğinde, masanın arkasında şampuan reklâmlarından fırlayıp gelmiş gibi duran kız çekti dikkatini. Dalgalı uzun saçlarına, renkli gözlerine ve yüzünü daha da güzelleştiren gülümsemesiyle birlikte yanağında oluşan gamzesine takılmamak elde değildi. Gösterilen yere otururken, içindeki ateşin de oturacağı koltuğu yakacağını düşündü. “Ne içersiniz?” sorusunu, “Bütün yağmurları ve bütün okyanusu!” diyerek cevaplamayı istedi.

-Adınız Nedim, değil mi?

-(Soracağınız bütün soruların cevaplarını biliyordum, adım da ezberimdeydi yıllardır ama artık emin değilim; öyle miydi, ya da siz ne istiyorsanız, o olsun?) Evet…

-Soyadınız? 

Soyadını söylemek için ağzını tam açmıştı ki çok önemli bir şey hatırlamış gibi yutkundu birden. Âdemelması boğazında aşağı yukarı hareket etti. Kalp atışları hızlanmaya başladı, göğsü inip inip kalkıyordu. Masanın üzerindeki evrakların her biri hastane raporlarına dönüşüverdi birden. Yattığı odanın aralık kalmış kapısından koridorda koşuşturan hemşireleri, kapı önünde kendi durumunu mütalâa eden doktorları görebiliyordu. Sesleri içeri kadar geliyordu. “Evet, haklısın” diyordu biri diğerine, “Bir an önce ameliyata almak lâzım”. Burnuna gelen ilaç ve kan kokusu midesini bulandırdı. Tepesindeki serum şişesinden vücuduna yayılan damlalar, ağrılarını hafifletmeye yetmiyordu. Testerenin derin, keskin ve sivri dişleri kaval kemiği üzerinde gidip geldikçe çıkardığı ses doldurmuştu bütün odaları. Hastanedeki odaların hepsinde kendisi vardı ve bütün yataklarda o yatıyordu sanki. 

“Soyadınızı sormuştum beyefendi?” diye yineledi sorusunu mülâkatçı kız. “Sormaz olaydın!” dedi içinden, “Oysa reklâm oyuncularını kıskandıracak kadar güzel yüzünle ne kadar da sevimliydin az öncesine kadar. Gözlerinin maviliğinde yitip gitmek üzereydim. İş formundaki ‘Talep ettiğiniz ücret miktarı’ kısmına yazdığım rakamı bile sıfırla değiştirmeyi plânlıyordum gülümseyişine karşılık. Seninle iş arkadaşlığı değil, ömür boyu sürecek bir hayat arkadaşlığı düşlememe ramak kalmıştı. Dudaklarından dökülen her kelimeyle berrak bir gökyüzünde mutlulukla havalanmış bir kuş gibi… Kuş gibi”…

-Beyefendi iyi misiniz, su ister misiniz?

Sabahki karıncalanma yeniden nüksederek başparmağından başlayıp önce diğer parmaklarına, sonra da kaval kemiğinden dizine doğru yayılmaya başladı. “Evham” dedi Nedim kendi kendine, “Kesinlikle evham!”. Sesi biraz yüksek çıkmıştı. Duruma bir anlam veremeyen ve şaşkınlıkla Nedim’e bakan kız, elinde tuttuğu kâğıdı göstererek, “Ama burada soyadınız ‘Tahtabacak’ yazıyor” dedi…