MALÛMUNUZ, pandemi sürecinin
vazgeçilmez çağrısı “Evde kal Türkiye” oldu. Gerek korumak, gerek korunmak
adına bazı marazlar dışında çoklukla bu çağrıya kulak verildiği söylenebilir.
Geldiğimiz noktada ise önlemlerin gevşetilmesi ile maske ve sosyal mesafe
kuralı içerisinde yeniden sokaklara açılabildik.
Ancak
bizim bahis konusu “Eve dön” çağrımız pandemi ile alâkalı ve hattâ dışa yönelik
insanlara değil, içe yönelik… Yani insanın kendisine, kendimize…
Bilindiği
üzere son yazılarımızda hayranlık için gereken dalgınlıktan, kendi sokağımızda
kaybolmaktan bahsetmekteyiz. Bu minvâlde “Eve dön” bahsinin derinliğine inmeden,
bir de kendimizle alâkalı genel bir durumdan söz etmek isterim…
Pek
çok insan ilk defa gittiği, ziyaret ettiği yerin yollarını dikkatle gözlemler ve
belli noktaları, büyük ihtimâlle geri dönüşte ve yeniden ziyarette kolaylık
olması adına ezberine geçirir. Hattâ birçok insan bu konuda o kadar mahirdir ki
bazı insanlar onlara hayret eder. Bazı insanlar da vardır, onları hayranlıkla
seyreder. Bu hayret veya hayranlık duyan insanlar muhtemel ki aynı hususta pek
beceriksiz addedilebilirler.
Bu
fakir de bu beceriksizlikle nasiplenenlerden... Ne yazık ki, gelip gittiğim mekânların
yollarını bir türlü akılda tutamam ve yollarda belli noktaları hâfızama
kaydetme gereksinimi de duymam. Aslında bunun sebebini bir taraftan, “Gerek yok, nasıl olsa bir şekilde bulunacak
bulunur diye düşünüyorum galiba” gibi açıklamalara dayandırmaktaydım. Tâ ki
dalgınlık, hayranlık, içe dönme, kendini bulma ve kendine yönelme üzerine
düşünürken, dalgınlığıyla ünlü Şeyhülislâm Musa Kazım Efendi ile alâkalı bir hikâyeye
rastlayana dek…
Hüseyin
Cahit Yalçın, o hikâyeyi şöyle anlatır:
“Yeni taşındığı
mahallede kendi evini bulamadığı da bu rivâyetler arasında idi. Zavallı hoca,
dönmüş dolaşmış, bir türlü hangi eve taşındıklarını kestirememiş, sabaha kadar
da sokaklarda gezmek kabil olamayacağı için, nihâyet bir kapıyı çalarak sormaya
mecbur olmuş. ‘Kuzum hanımlar!’ demiş, ‘Buraya yeni bir şeyhülislâm taşınmış, acaba
hangi evde oturduğunu biliyor musunuz?’…”
Gerek
dalgınlıkla alâkalı düşüncelerimin, gerek son kaleme aldığım “Kendi Sokağında
Kaybolmak” başlıklı yazımın çıkış noktası da bu pasaj olmuştur. “Günümüzde her ne kadar navigasyon cihazları
icat edilmiş olsa da insan kaybolmaktan kendini alamıyor” diyesimiz var.
Belki de biz beceriksizler, gerçekleştirdiğimiz ziyaretlerde mekânların
yollarını navigasyonlara olan güvenden ötürü hâfızamıza kaydetme gereksinimi
duymamaktayız. Bu bir itiraf ise, dış dünyaya yönelik kaybolmalarda hakikat
böyle olabilir. Fakat asıl bahsimiz üzere, iç dünyamıza yönelik kaybolmalarımızda
güveneceğimiz navigasyonumuz ne ola?
Tam
bu noktada Nasır Hemir’in yönetmenliğini yaptığı “Bab’Aziz” filminden bir
pasajı paylaşmak gerekiyor.
Filmin kahramanı Baba Aziz, beraberce herkesin aradığını bulduğu
bir toplantıya gideceği torununa söylüyordu bu sözcükleri. Daha ilk sahne ve daha
ilk replikler:
“Oraya
nasıl gideceğiz, yolu biliyor musun?” diyordu torunu İştar. Ve Baba
Aziz, cevap veriyordu: “Yürümek kâfidir,
sen yalnızca yürü…”
“Ya
kaybolursak?” diye soran küçük kızın bakışlarına, kör Baba Aziz, “Yüreğinde inancı olan kişi asla
kaybolmaz” diye cevap veriyordu.
***
İnançla neyin kastedildiği
üzerine epey düşünmek gerekir. Kaybolmak, bile isteye kaybolmak, inancın
olmaması ile alâkalı addedilebilir miydi? Bence edilemezdi, edilmemeliydi.
İnançtan kasıt, “kendine gelmek” üzere “hâddini bilmek” ile bağdaştırılabilir.
Bu noktada “kendine gelmek” ve
“hâddini bilmek” arasındaki ilişkiyi Dücane Cündioğlu şöyle tarif eder:
“İnsanın kendini kaybetmesi, aklını, dolayısıyla kontrolünü
kaybetmesi demektir. Çünkü onu kendi kılan, kendisine, işaret edebileceği bir
kendiliği olduğunu fark ettiren nutkiyetidir (konuşması/düşünmesi). Kişi
nutkiyet vasfını bilfiil yitirirse, geriye sadece hayvaniyeti kalmış olur ki bu
durumda da davranışlarını kontrol edemez, bedenine hâkim olamaz ve tabiatıyla
ne yaptığını bilemez.
Lâkin hâddini bilen kimselerin durumu hiç de böyle değildir.
Nitekim Türkçede davranışlarını kontrol edemeyen veya edep sınırlarını (hâddini)
aşan kimselere, boşuna, ‘Kendine gel’ denmez.”
***
İnsan, nihâyetinde “kendine
gelmek” adına yola çıkar, mağlûp olur, hayran olur ve hattâ kendi sokağında
kaybolur. Fakat yine kendine gelmek adına kaybolmasın diye de “hâddini bilir”
(sınırlarının farkında olur). İşte o hâd ya da hudut/sınır, inancı ifade eder.
Ve böylece yüreğinde inancı olan kişi asla kaybolmaz.
“Kendine gelmek”ten gayrı yolculuğu
bir alıntı ile açıklamak gerekirse, “Bazı
yolculuklar yola çıkmakla başlar, bazı yolculuklar yoldan çıkmakla”
diyebiliriz.
Evet, “ben”den kendime
yolculuğum olarak “Ol Sizin Olsun, Ben Yol’dan Çıkıyorum” yazısı ile
başlattığım seride, daireyi yine aynı yerde yani yoldan çıkmak noktasında
tamamlayabilmek de lütuf oldu diyebilirim.
“Yol’dan çıkmak” dedik, “Yoldan
çıkıyorum” dedik… Geniş mânâda tahayyül edilebilirse, “yola çıkmak için yoldan
çıkmak”tan yani aslında “eve dönmek”ten bahsedildi! Ve halkanın ilk dairesi
tamamlandı.
Ne garibiz yahu! Yoldan çıktık…
Aşka talip olup hüzne sarıldık… Önden
yırtılan gömleği fark ettik… Hayran
olduk… Mağlûbiyetin tadına vardık da kendi sokağımızda kaybolduk… Gelinen
noktada, yine “Kendine gel” çağrısına “Hâddini bil” diye cevap eğliyoruz. Ve şu
pandemi sürecinde sağlık için insanlara yöneltilen “Evde kal Türkiye”
çağrısına, kendine gelmesi için insana yönelttiğimiz bir yenisini ekliyoruz:
“Eve dön ey insan!”