Eve dön ey insan!

Yoldan çıktık… Aşka talip olup hüzne sarıldık… Önden yırtılan gömleği fark ettik… Hayran olduk… Mağlûbiyetin tadına vardık da kendi sokağımızda kaybolduk… Gelinen noktada, yine “Kendine gel” çağrısına “Hâddini bil” diye cevap eğliyoruz. Ve şu pandemi sürecinde sağlık için insanlara yöneltilen “Evde kal Türkiye” çağrısına, kendine gelmesi için insana yönelttiğimiz bir yenisini ekliyoruz: “Eve dön ey insan!”

MALÛMUNUZ, pandemi sürecinin vazgeçilmez çağrısı “Evde kal Türkiye” oldu. Gerek korumak, gerek korunmak adına bazı marazlar dışında çoklukla bu çağrıya kulak verildiği söylenebilir. Geldiğimiz noktada ise önlemlerin gevşetilmesi ile maske ve sosyal mesafe kuralı içerisinde yeniden sokaklara açılabildik.

Ancak bizim bahis konusu “Eve dön” çağrımız pandemi ile alâkalı ve hattâ dışa yönelik insanlara değil, içe yönelik… Yani insanın kendisine, kendimize…

Bilindiği üzere son yazılarımızda hayranlık için gereken dalgınlıktan, kendi sokağımızda kaybolmaktan bahsetmekteyiz. Bu minvâlde “Eve dön” bahsinin derinliğine inmeden, bir de kendimizle alâkalı genel bir durumdan söz etmek isterim…

Pek çok insan ilk defa gittiği, ziyaret ettiği yerin yollarını dikkatle gözlemler ve belli noktaları, büyük ihtimâlle geri dönüşte ve yeniden ziyarette kolaylık olması adına ezberine geçirir. Hattâ birçok insan bu konuda o kadar mahirdir ki bazı insanlar onlara hayret eder. Bazı insanlar da vardır, onları hayranlıkla seyreder. Bu hayret veya hayranlık duyan insanlar muhtemel ki aynı hususta pek beceriksiz addedilebilirler.

Bu fakir de bu beceriksizlikle nasiplenenlerden... Ne yazık ki, gelip gittiğim mekânların yollarını bir türlü akılda tutamam ve yollarda belli noktaları hâfızama kaydetme gereksinimi de duymam. Aslında bunun sebebini bir taraftan, “Gerek yok, nasıl olsa bir şekilde bulunacak bulunur diye düşünüyorum galiba” gibi açıklamalara dayandırmaktaydım. Tâ ki dalgınlık, hayranlık, içe dönme, kendini bulma ve kendine yönelme üzerine düşünürken, dalgınlığıyla ünlü Şeyhülislâm Musa Kazım Efendi ile alâkalı bir hikâyeye rastlayana dek…

Hüseyin Cahit Yalçın, o hikâyeyi şöyle anlatır:

“Yeni taşındığı mahallede kendi evini bulamadığı da bu rivâyetler arasında idi. Zavallı hoca, dönmüş dolaşmış, bir türlü hangi eve taşındıklarını kestirememiş, sabaha kadar da sokaklarda gezmek kabil olamayacağı için, nihâyet bir kapıyı çalarak sormaya mecbur olmuş. ‘Kuzum hanımlar!’ demiş, ‘Buraya yeni bir şeyhülislâm taşınmış, acaba hangi evde oturduğunu biliyor musunuz?’…”

Gerek dalgınlıkla alâkalı düşüncelerimin, gerek son kaleme aldığım “Kendi Sokağında Kaybolmak” başlıklı yazımın çıkış noktası da bu pasaj olmuştur. “Günümüzde her ne kadar navigasyon cihazları icat edilmiş olsa da insan kaybolmaktan kendini alamıyor” diyesimiz var. Belki de biz beceriksizler, gerçekleştirdiğimiz ziyaretlerde mekânların yollarını navigasyonlara olan güvenden ötürü hâfızamıza kaydetme gereksinimi duymamaktayız. Bu bir itiraf ise, dış dünyaya yönelik kaybolmalarda hakikat böyle olabilir. Fakat asıl bahsimiz üzere, iç dünyamıza yönelik kaybolmalarımızda güveneceğimiz navigasyonumuz ne ola?

Tam bu noktada Nasır Hemir’in yönetmenliğini yaptığı “Bab’Aziz” filminden bir pasajı paylaşmak gerekiyor.

Filmin kahramanı Baba Aziz, beraberce herkesin aradığını bulduğu bir toplantıya gideceği torununa söylüyordu bu sözcükleri. Daha ilk sahne ve daha ilk replikler:

“Oraya nasıl gideceğiz, yolu biliyor musun?” diyordu torunu İştar. Ve Baba Aziz, cevap veriyordu: “Yürümek kâfidir, sen yalnızca yürü…”

“Ya kaybolursak?” diye soran küçük kızın bakışlarına, kör Baba Aziz, “Yüreğinde inancı olan kişi asla kaybolmaz” diye cevap veriyordu.

*** 

İnançla neyin kastedildiği üzerine epey düşünmek gerekir. Kaybolmak, bile isteye kaybolmak, inancın olmaması ile alâkalı addedilebilir miydi? Bence edilemezdi, edilmemeliydi. İnançtan kasıt, “kendine gelmek” üzere “hâddini bilmek” ile bağdaştırılabilir.

Bu noktada “kendine gelmek” ve “hâddini bilmek” arasındaki ilişkiyi Dücane Cündioğlu şöyle tarif eder:

“İnsanın kendini kaybetmesi, aklını, dolayısıyla kontrolünü kaybetmesi demektir. Çünkü onu kendi kılan, kendisine, işaret edebileceği bir kendiliği olduğunu fark ettiren nutkiyetidir (konuşması/düşünmesi). Kişi nutkiyet vasfını bilfiil yitirirse, geriye sadece hayvaniyeti kalmış olur ki bu durumda da davranışlarını kontrol edemez, bedenine hâkim olamaz ve tabiatıyla ne yaptığını bilemez.

Lâkin hâddini bilen kimselerin durumu hiç de böyle değildir. Nitekim Türkçede davranışlarını kontrol edemeyen veya edep sınırlarını (hâddini) aşan kimselere, boşuna, ‘Kendine gel’ denmez.”

*** 

İnsan, nihâyetinde “kendine gelmek” adına yola çıkar, mağlûp olur, hayran olur ve hattâ kendi sokağında kaybolur. Fakat yine kendine gelmek adına kaybolmasın diye de “hâddini bilir” (sınırlarının farkında olur). İşte o hâd ya da hudut/sınır, inancı ifade eder. Ve böylece yüreğinde inancı olan kişi asla kaybolmaz.

“Kendine gelmek”ten gayrı yolculuğu bir alıntı ile açıklamak gerekirse, “Bazı yolculuklar yola çıkmakla başlar, bazı yolculuklar yoldan çıkmakla” diyebiliriz.

Evet, “ben”den kendime yolculuğum olarak “Ol Sizin Olsun, Ben Yol’dan Çıkıyorum” yazısı ile başlattığım seride, daireyi yine aynı yerde yani yoldan çıkmak noktasında tamamlayabilmek de lütuf oldu diyebilirim.

“Yol’dan çıkmak” dedik, “Yoldan çıkıyorum” dedik… Geniş mânâda tahayyül edilebilirse, “yola çıkmak için yoldan çıkmak”tan yani aslında “eve dönmek”ten bahsedildi! Ve halkanın ilk dairesi tamamlandı.

Ne garibiz yahu! Yoldan çıktık… Aşka talip olup hüzne sarıldık…  Önden yırtılan gömleği fark ettik…  Hayran olduk… Mağlûbiyetin tadına vardık da kendi sokağımızda kaybolduk… Gelinen noktada, yine “Kendine gel” çağrısına “Hâddini bil” diye cevap eğliyoruz. Ve şu pandemi sürecinde sağlık için insanlara yöneltilen “Evde kal Türkiye” çağrısına, kendine gelmesi için insana yönelttiğimiz bir yenisini ekliyoruz: “Eve dön ey insan!”