
TAŞ duvarla örülü, şirin, iki katlı bir evdi. Kocaman bahçesiyle hem de… Bahçede bir dut ağacı yükselirdi; dev bir gölgesi olurdu gündüzleri. Az ileride sarı, mor zambaklar açardı ve hüsn-ü Yusuflar, karanfiller. Olağanüstü tüterdi her yer. Badem ağaçları ve erik ağaçları sıralıydı taş duvarın dibinde. Ve üzüm bağımızın yanında biricik ineğimizin ahır kapısı...
Ben 4 yaşındaydım o sıralar. Evimiz dünyanın en güzel yeriydi. Çok eve taşındık, hepsi dört duvar olmanın ötesine geçti. Her birinin mutfağında pişen yemeklerin tadını ayrı ayrı hatırlıyorum. Bayramlık elbisemi giyinip hoplayıp zıpladığım o bahçeleri, komşularımızın akşam çayına geldiklerinde yaptıkları muhabbetleri ve portakal kokulu sofraları hiç unutmuyorum. Bazen oturduğumuz bütün evlerin odalarında dolaşırım hayâlimde.
Ortaokuldayken, babamın tayini çıkınca başka bir şehre göçtük. Bütün eşyamızı kamyona yükletip aynı kamyonla düştük yollara. Babamın bulabildiği o kerpiç evin mutfağında tezgâh ve çeşme, hatta banyo bile yoktu. Ne önemi vardı ki bunların, bizde de mide ve açlık duygusu varsa gerisi çok kolaydı. Taşları getirip bir güzel tezgâh yaptık. Su da getirdik; koridorun sonuna beton döküp bir güzel banyo ekledik. Nasıl mutluyduk ama tarifi mümkün değil.
Bir bahçe kiraladı babam; yürüyerek bir saatte varılırdı. Ekip diktik, sebzelerle dolup taştı evimiz. Sımsıcak, musmutlu bir yuvaydı orası; sevgimiz, azmimiz orayı cennete çevirdi. Belki acıyan olmuştur bize, “Yazık, ne gariban bir aile!” demişlerdir. Ama keyfimize diyecek yoktu. Asil ve onurluyduk.
Yine tayinimiz çıktı. Boğazımız düğümlendi, komşuların sevgi seli ve gözyaşları arasında kamyonu yüklettik. Ver elini başka şehir! İki tepenin ortasında, bir dere ve kavakların uzandığı bir lojmana geldik. Bana şiirler yazdırtan, ömürlük ve ahretlik dostlar kazandıran o lojmanda da anacığım uzaklarda bir dağ yamacını bahçeye çevirdi; orayı da ekip diktik, yine mutfağımız bereketle doldu. Fırınlı soba yakar, evin suları kışın donunca dereden su taşır, karların üstünde tenekede su kaynatıp çamaşır yıkardık. Ayaklarım, ellerim donardı ama okula giderken sabah yediğim patates kızartmasının tadı hiçbir şeyde olamazdı. Ya! Bir evin bacası tütsün, içinde şükreden insanların cıvıltıları, uykuları, ilk çay demleyişleri, kaşık şıkırtıları olsun, balkonda ipe serilmiş çamaşırları olsun, bundan güzel ne olabilir?
Eskiden her evin misafir bekleyen tertemiz bir odası olurdu. İşte evlerin bereketi oradan gelirdi. “Misafir dokuz kısmetle gelir, birini yer, geri kalanı ev sahibine kalır” derlerdi. Ne güzel cümlelermiş meğer. Şimdi çok özledim böyle cümleleri, böyle odaları.
İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem (as), Cebrail’in öğretisiyle taştan ve kerpiçten ev yapmış. Mekke’de bulunan Kâbe’yi de yine Hazreti Âdem inşâ etmiş, dünya tarihi ile ilgili kaynaklardan anlıyorum. Sonra taşları oyup şekil vermişler, Petra şehri gibi. Hatta duvarlarına resimler yapmışlar. Bunlar kalbimin fırtınalarını çoğaltıyor, tarih beni kendine en gizemli tarafıyla çekiyor. Bir mağarada da bebek dünyaya geliyor ve annesinin şefkatli kucağında süt emiyor. Babası avdan gelip ocağı tutuşturuyor. Bu ne kadar eşsiz bir güzellik böyle! Çünkü yuva her zaman sımsıcak olmayı gerekli kılar. İnsanın mahrem alanıdır ve halı, kilim sevgidir, duvar sevgidir, kaplar kacaklar, yorganlar döşekler sevgidir. Pencereden içeri dolan hava, uçuşan tüller sevgidir. Çalan kapı tokmağı, kaynayan tencere, kapı önünde gelişigüzel duran ayakkabılar sevgidir. Sokakta oynayan çocuk sesleri ve acıkıp susayıp içeri dalan küçük ayaklar, hızla açılan dolaplar, ekmek sıkımları sevgidir. Akşam ezanından evvel babalar işten dönmeden, herkesin oturma odasında yerini alması ve sofraların kurulup babanın beklenmesi sevgidir. Şehirlerde terlikle, bozuk parayla kapıdan fırlayan çocukların fırından sıcak ekmek alması ve mis gibi biber kızartmasının apartmana yayılması sevgidir. Daracık sokaklar, sıvası dökülmüş evler, köşedeki tatlıcı, kapıya bırakılan gazete heyecandır, mutluluktur. “Bugün yine iş bulamadım ama yarına Allah Kerim’dir” diyen ama sıcak ekmeğin ucunu koparıp yavrusuna veren baba için şehir bir umuttur, mücadeledir. İyi kötü bir işi varsa, kirasını ödeyebildiyse, pazarına gittiyse, elektriği suyu kesilmediyse, çoluk çocuğuyla muhabbet ederek uyuduysa yuvasında, gerisi boştur.
Sevgiden
Köstebek yuvaları, karınca yuvaları, arı kovanları, kunduz yuvaları, kuş yuvaları ve örümcek ağları hep ilham vermiştir bana. Evlerin en dayanıksızı ankebutun yani örümceğin yuvasıymış, ayette mevcut bu bilgi. Ev biraz boş, bakımsız kalınca örümcekler ağ örer, ama o insanın gözüne sadece temizlenmesi gereken bir pislik olarak görünür.
Bahçesinde köpek kulübesi olan, sarmaşıkların kapladığı, yüksek duvarların arkasında duran tripleks villalara gelince… Onların da temelde bir mağaradan farkı yok bence. Nihayetinde sığınmak için yapılmış. “Barbekü” dedikleri şey, bizim köy evlerinin mutfaklarında da var. Ya da yaylı yatak yerine pamuk döşek, küvet ve jakuzi yerine gömme banyo ve gömme dolap var. Bilmem hangisi mutluluk ve huzur dolu. Ama hepsi sonuç itibariyle ev, yuva. Kim şöyle denize nazır bir yalıda oturmak istemez ki? Hizmetçilerin ve bahçıvanın olduğu kocaman bir yalıda? Her an kendi evinde özenli ve dikkatli olmak zorunda olan kraliyet mensubu gibi, hizmetçilerin bakışları arasında yaşamak da zenginliğin bir başka bedeli olsa gerek. Yine de cazibesi yüksek bir ihtişama sahiptir konaklar, malikâneler, yalılar, saraylar. İnsanın ne istediği çok önemli tabiî; 400 metrekarelik bir alanda, devasa bir labirentte mi, yoksa 30 metrekarelik bir karavanda mı yaşayacağına herkes kendisi karar verir. Tabiî imkânları ölçüsünde… Ama ne olursa olsun, insan buz gibi dört duvar aramaz hayatta, sımsıcak bir yuva arar. İşte tam da bu yüzden bir çatı altında yaşayanlar, sevginin olmazsa olmazı saygıyı keşfetmeli.
Ben evimi çok seviyorum. Koltuklarımın rengini, modelini, halılarımı, kapılarımı, perdelerimi, mutfak dolaplarımı, duvardaki tablolarımı, balkondaki küçük sandalyelerimi, çiçeklerimi, çaydanlığımı, kitaplığımı… Neyse, sonu gelmeyecek sayacaklarımın; her şey işte, bana ait olan her şey çok eşsiz.
Şu anki evimden bahsettiğimi fark edince, doğduğum ev belirdi aklımda. Ben 1 yaşındayken ayrılmışız köyden, sonra uzun yıllar göremedim o evi. Anneciğim dedemin evine gelin gittiği için, hâliyle orada doğmuşum. Birkaç yıl önce gittim köye, baktım ki ev yıkılmış. Sadece biraz duvar var, çatı çökmüş, pencereler hayâlet gibi duruyor… Köyün “öte geçe” denilen mezarlığında yatıyor dedemle babaannem. Ahiret yurdu tek hakikat elbette. Gözde yaş durur mu, durmadı tabiî doğduğum evi görünce. İlk kez hayata gözlerimi açtığım ev burası. Ve şimdi bir virane!
Annemin sancısını, sevincini, oradan gidişini düşündüm. Mübârek, burası sadece bir yıkık duvardan ibaret değil. Bir kerecik babaannemin kucağında uyumuştum ve akşam ocaklıkta bulgur çorbası pişirmişti, tadı damağımda hâlâ. Onun için ağladım sessizce. Annemi de ebedî yurduna uğurlarken boş mezara bakıp, “Yeni yuvan kutlu olsun” demiştim. Yalan dünyada olsun bir evimiz ister kerpiç, ister beton, ister ahşap. Ama Cennet’te köşkümüz olsun; içindeyse sevdiklerimiz…
Ara sıra çocukluğumdan itibaren yaşadığım bütün evleri kronolojik bir sırayla, öne çıkan hatıralarımla birlikte yâd ederim. Kocaman bir çınar var içimde, işte o çınarın kökleri ve gövdesi o evlerde büyüdü. Baba ocağından çıkıp da kendi evimi kiraladığımda ise dallanıp budaklandım, yapraklandım çiçeklendim. Bu defa göç kamyonuna yüklediğim eşyaların hepsini kendi paramla aldım. Yavrularımın yuvasını inşâ etmek de hayatın başka güzelliği.
Kapının ziline basınca gülümseyen gözlerle açan birileri varsa ne mutlu! Ama rahmet melekleriyle dolu, seccadelerin, tesbihlerin kıymet gördüğü, Kur’ân’ın başköşede durduğu bir evin havası suyu bambaşkadır elbet.
Son zamanlarda kiracı-ev sahibi düşmanlığına varan sıkıntıları görüyor ve her defasında merhamet diliyorum. İnsanın başını sokacak bir evi olsun, ne olur, çok görmeyin. “Evsiz yaşayanlara, sokaklarda sabahlayanlara, garibanlara bir sıcak yuvayı çok görmeyin!” diyorum. Hırs, ihtiras, şükürsüzlük arz-talep dengelerini bozar, sosyal adaleti bitirir. Vicdanî çizgiyi geçmemek lâzım. Ev sahibi olmak insanlığın önüne geçecek bir sebep değil; çadırda da yaşıyor insan dara düşünce. Bütün yokuşuyla, inişiyle, düzüyle hepimiz dünya denilen tek göz odayı paylaşıyoruz. Tek çatımız var, o da gök kubbe. Ara katta oturup da “Çatı akmış, bana ne, son katta oturan düşünsün. Su basmış, bana ne, bodrum katta oturan düşünsün” diyen komşu gibi nefsine Müslüman olmasın kimse. Ev yıkılınca alt kat, orta kat, üst kat diye bir şey kalmıyor çünkü.
“Ev” demişken, gönül de bir saraydır her bir tuğlası som altından. Ancak tebessümle geçilir eşiğinden. İnşâsı zordur, çatısı arşa kadar uzanır ama bir gönle kim girerse o cenneti kazanır.