EFENDİM, bilirsiniz, biz Türkler zeki, pratik ve hayâl gücü hayli yüksek bir
toplumuz. Üstelik bu gerçeğin farkında olan sadece biz değiliz. Yedi düvel
bilir bunu…
Özellikle son iki asırdır, Batı uygarlığının kin ve
kan duygusundan beslenen modern Haçlıları ve şirketleşmiş Haçlı şövalyelerinin
ne vakit kulaklarına Türklere ve Türklüğe dair bir tını erişse, beyin hücreleri
anksiyetik bir faaliyete geçerek milliyet kimliğini dinî kimliğe evirir,
çevirir ve düşmanlık dolu bir panikle akıllarına “Müslümanlar” gelir.
Diyesim, varlığımız sadece vatan sınırları içinde
bir topluluk olmakla kalmadığındandır başımıza her ne geliyor ise…
Bu meziyetlerimiz, öncelikle bâtılın “hak” ile
mücadelesinin önünde barikat gibi duran imanımızın tezahürü olduğunu
düşünüyorum. Öte yandan köklü geçmişimizin, güçlü medeniyetlerimizde (İslâm ve
Osmanlı) kayda geçmiş keşiflerin, imkânsız fetihlerin ve atalarımızdan miras
kalan zengin kültürel birikimlerimizin tesirini de ekleyince, süflî bir övgü ve
afâkî bir zekâ pırıltısından söz ettiğimiz iddia edilemez.
Vatan sınırları içerisinde ne vakit bir bâdire
oluşsa (afet, darbe ve ekonomik kriz gibi) aziz Türk milletinin mevzua hızla
odaklandığına, tez harekete geçtiğine, canı pahasına mücadele ruhuna sahip
olduğuna hepimiz şâhit olmuşuzdur ki dimdik ayakta duruşumuzda bu yetilerimizin
büyük etkisi var.
Fakat modern zamanlarda hayâl gücümüzün ve zekâmızın
hızı ile dünyamızda cereyan eden değişimlere uyum sağlama hızımız arasında
marazî bir uyumsuzluk göze çarpıyor. Bizler teknolojik imkânları, dijital
ortamları süflî gayeler uğruna kullanırken, Batı/l korku imparatorluğunu
güçlendirerek olduğundan daha güçlü görünmeyi başarıyor.
İşte bu hız uyumsuzluğuna bir çâre üretmek gerekiyor
ki, bu da ancak sahip olduğumuz melekelerin farkında olmamızla başlayacak bir
uyum süreci olacaktır.
Fişlenmek, çiplenmek gibi komplo teorileriyle meşgul
olduğumuz kadar dijital dünyanın dilini çözmek için mesai harcamadıkça, tüm
dünyaya servis edilmiş bu imkânları doğru şekilde kullanamamanın ceremesini
çekeceğimiz gerçeğini kabullenmek gerekiyor.
Komplo teorileri üretmek, beyin fırtınası yapmak
adına ufuk açıcı olabilir fakat aslına bakarsak çoktan fişlendik. Çünkü zamanın
dili bunu buyuruyor!
Bundan 7 veya 8 yıl öncesiydi. Evim, yokuş bir yolun
ana caddeye bağlandığı kavşakta olduğundan, aracımı yol kenarına park etmem
risk barındırıyordu. Bu sebeple arabamı garaja almam gerekiyordu. Muhtemel telâşlı
ve yoğun bir günümde arabayı yol kenarına park etmişim. Birkaç gün sonra, bir
araştırma gereği “Google Earth” programından yaşadığımız bölgeye bir bakalım
dedik. Ah, benim kırmızı küçük arabam garajda değil, yol kenarında görünmesin
mi? Evde alınan tedbire uymadığım ispiyonlanmıştı.
Bu pek masum bir örnek olsa da, dünyanın bizi
izlediği gerçeğini yoka saydırmıyor maalesef.
Cep telefonlarımızdan konum bilgimizi açtığımızda,
yakınımızdaki işletmelerin reklâm bombardımanına tutulmamız, gittiğimiz ve gezdiğimiz
mekânlardan ayrıldıktan sonra “… mekânı nasıl buldunuz?” sorusuna muhatap
oluşumuz, adım adım izlendiğimize işâret etmiyor mu?
Uydu üzerinden GPS yöntemi ile yol tarifi aldığımız
navigasyon sistemine ne demeli?
Yine, 2020 yılının7 Nisan’ında Sağlık Bakanımız
Fahrettin Koca’nın duyurusu ile telefonlarımıza can havliyle bir program
indirdik. Adı, “Hayat Eve Sığar” idi. Haberimiz olacaktı virüsün ne kadar
yakınımıza geldiğinden, ne kadar risk altında olduğumuzdan... Dışarı çıkmışsak
ve bulaş taşıyorsak sanal kelepçelerle uyarılacaktık…
Programı indirdim ve ilk sorunun “Evde misin?” olduğunu
görünce durakaldım. Hattâ afalladığımı hatırlıyorum.
Bu soru genç nesli ve metropollerdeki akıllı evlerde
yaşıyor olanları rahatsız etmeyebilir fakat benim için neredeyse mahrem bir
bilginin deşifresi gibi. “‘Sana ne!’ diyesim geldi” desem beni ayıplar mısınız,
bilmiyorum.
Yaşım ve öğretilerim gereği geleneksel tedbirler
benim dünyamda hâlâ etkin rol oynadığından, evde olup olmadığıma dair vereceğim
cevap neredeyse güvenlik duygumu sarsacak kadar tehlike barındırıyordu. Çünkü
evimizden herhangi bir sebeple çıkarken, gece dışarıda olacaksak mutlaka evde
biri varmış gibi yanık bir ışık bırakmayı pratik edinmiş, uzun seyahatlerimizi
olur olmaz herkese bildirmemeyi prensip hâline getirmiştik. Sadece biz değil,
inanıyorum ki pek çoğumuz bu tedbire başvurmuştur.
Birkaç gün direndim. Mahremiyet perdemizin aralanacağı
hissine kapıldım. Fakat tüm dünyayı kasıp kavuran ve bütün insanlığın kaderine
tesir eden bir salgınla boy ölçüşemeyeceğimi anladığımda kabullendim.
Hâsılı, artık bazı kişiler, evde olup olmadığımızı
biliyor.
Verebileceğim birçok örnek içinden seçtiklerimden
şahsen anladığım şudur: Yüzleştiğimiz durumun büyüklüğü ile yetireceğimiz gücün
yetersizliği arasındaki orantısızlık, kibrimizi körüklememeli. Kimi durumlar
karşısındaki acziyetimizi kabullendiğimizde, duruma hâkim olma melekemizi
geliştirmek, komplo teorileriyle meşgul olmaktan daha faydalı neticeler
doğuracaktır çünkü…
İşte dilemma barındıran ahvalimizi değerlendirince, kültürümüzü, genel
kabullerimizi, geleneklerimizi, hattâ kitabî pek çok bilgimizi altüst eden
dijitalleşmeyi masaya yatırdık. Artılarını ve eksilerini faydacı bir yaklaşımla
değerlendirdik ve Kültür Ajanda dergimizin sayfalarını kıymetli yazarlarımızın
hazırladığı çalışmalarla donattık. Evde misiniz? Eğer evdeyseniz, bu ay,
“Dijital Dünyanın Kültürel Etkileri” temalı dosyalarımızla size gelmek
istiyoruz…
Huzurlu okumalar diliyoruz…
Hoşnut kalınız efendim!