İNSANLIĞIN şu sıra zorunlu
gündemi olan virüsle ilgili epey malûmat birikmeye başladı. Ancak henüz
hastalığı engelleyecek bir aşı ve kesin olarak tedavi edecek bir ilâç yok. Hâl
böyle olunca, yetkililer vatandaşa “Evde kal” çağrısında bulunuyor…
Bu
hem nereden bulaşacağı belli olmayan virüsün yayılmasını yavaşlatmaya, hem de
hasta sayısının normalin üstünde olması durumunda sağlık sektörünün yetersiz
kalmasını engellemeye yönelik tedbir amaçlı bir uygulama.
“Ne
yapalım, ancak bu kadar girebiliyoruz karantinaya!” dedirten görüntülerle
karşılaştığımız sosyal medyada komediden korkuya pek çok viral film dönedursun,
bu süreçte evde kalmak hayatî önem taşıyor.
Evde
kalmanın kiminin rüyası, kiminin kâbusu olduğu bu tuhaf dönemin değişmeyen
gerçeği, artarak devam eden salgın hastalık. Bu durumdan kim daha çok zarar
göreceğini konuşmak şimdilik mantıklı görünmüyor. Çünkü söz konusu olan;
ekonomik durum, statü, mâkâm, mevki, kadın, erkek ayırmayan bir hastalık.
Ortada parayı basıp alınabilir bir şifâ kaynağı olmadığı gibi, hastalıktan
korunmak için de sihirli bir formül yok. Nispeten çocukların şanslı olduğu
görünen bu hastalık ortamında, var olmak dışında hiçbir edinilmiş yapay vasfa
sahip olmayan bir yaş grubunun en az zararla ortamdan sıyrılıyor olması ise
oldukça mânidar.
Şimdi,
durup düşünmek için güzel bir imkân olarak karşımıza çıkan mevcût durumdan,
kalacak bir evi olmayanları, işten çıkarılanları, düzenli hastaneye gitmek
zorunda olan hastaları, ev dışında çalışmak zorunda olanları, bir şekilde evde
kalamayanları tenzih ederek devam edelim ve “Evde ne yapılır?” sorusunun
cevabını konuşalım istiyorum.
Günümüzde
“çalışmak” deyince, para kazanmak(!) anlaşılıyor. Bu da, sıklıkla dışarıya
çıkmayı gerektiren bir eylem. Bunun yanında hemen hemen tüm sosyalleşme
deneyimleri dışarıya kaymış durumda. Pek çok etkinlik için ev yerine dış mekânlar
tercih ediliyor. Düzen içinde “evde kal”manın bir statü düşüklüğü göstergesi ya
da eskide kalmış gerici bir eylem algısı yaratılmasının da etkisiyle, “Neyle
uğraşacağım evde?” anlayışı devreye giriyor. Sokaklar, kafeler, mekânlar dolup
taşıyordu, evet, artık bunların hepsi geçmişte kaldı. Tarihi belirsiz bir
zamana kadar da bu böyle devam edecek gibi görünüyor.
Hâl
böyle olunca, geçmişte kalan iş hayatı ve sosyalleşme deneyimlerinin tamamı
değişen pek çok insan, sudan çıkmış balığa döndü. Buna korku ve tedirginlik de
eklenince, ne yapacağını bilemez bir vaziyette kilitlenip kaldı herkes. Topluca
tüm bildiklerimizi unutmaya davet edildik âdeta ve hepimiz yepyeni bir hayatın
ortasına düştük.
Peki,
“Evde kal” çağrısı kapsamında yeni hayata adapte olmaya çalışırken, süreci
nasıl değerlendirebiliriz?
-Bir
yavaşlama ve koşturmacadan, kalabalıktan, hengâmeden uzaklaşma imkânı olarak
bakıldığında evde kalmak, güzel bir tefekkür imkânı. Sürekli hastalığı ve
korkunç etkilerini düşünmek yerine, küçücük bir virüsün yeryüzünü tek parça hâline
getirmesi, kimsenin kimseden üstünlüğü olmadığını göstermesi, kuşkusuz, dört
duvar arasında bile ufuk açar.
-Hazır
günlük hayatta kendine dönmenin önündeki rutin çalışma hayatı ve sosyal yaşam
gibi engellerden uzaklaşmışken, tâbiri caizse tüm kapatıcılardan arınmış bir
yüzle karşılaşma cesareti göstermenin tam zamanı! Kendine dönmeden, kendini
bilmek ve üstadın söylediği gibi ilim yolunun yolcusu olmak nasıl mümkün olsun?
Ne de olsa, “İlim kendin bilmektir”…
-Türlü
çeşit okuma yolu var. Sosyalleşmeye ket vurulduğundan, bu okumaların bir
kısmından mahrum olduğumuz doğru ama dijital imkânlar bu açığı kısmen de olsa
kapatıyor. Mecburiyetler doğrultusunda dijitale kayan hayat, önceden ücretli ya
da ulaşmanın zor olduğu pek çok kaynağın erişime açılmasını sağladı. Sesli,
görüntülü, interaktif içerikler öğrenme yollarına çeşitlilik katmanın yanı sıra,
her koşulda eğitimin önünü açıyor. “Kitap okuyamıyorum” bahanesine sığınmadan
başka okumalar keşfetmek ve dijitale alışmak için de imkân yaratan bu zamanları
iyi değerlendirmeli.
-Bu
süreçte, koşturmacadan kalan vakitlerde ancak dikkat edilen sağlık için,
hazırlaması biraz vakit alan sağlıklı beslenme tercihlerine de gün doğdu. Doğal
beslenmek genel olarak aslında çok pahalı ya da ulaşılmaz değil. Doğal
beslenmeyi zorlaştıran, sadece şehirleşme ile birlikte doğayla araya mesafe
girmesi değil, hammaddeden ziyâde doğal yollarla işlenmiş gıdayı temin talebi
ve tabiî sistemin uyanıklarının mâliyetin çok üstünde fiyatla satış yapmaları…
Doğal beslenmek iddialı bir teklif ama mümkün olduğunca doğal beslenmek için
aslında sadece tıpkı tohumu beslemek, korumak, hasadı için olgunlaşmasına zaman
tanımak gereken toprak mahsulleri gibi emek vermek ve beklemek gerekiyor. Hazır
vakit varken, evdeki fırınlardan mis gibi ekşi mayalı ekmek kokuları yükselse,
en azından yoğurdu ve turşuyu ev yapımına çevirsek, hem vakit bereketli geçse,
hem de bağışıklık sisteminin önem kazandığı hastalık ortamında doğal
probiyotiklerden yararlansak fena mı olur hanımlar, beyler?
-Evde
fazla vakit geçirmeyen ve evdekilerden bîhaber grup için bu durum, güzel bir
kaynaşma imkânı olabilir. Bu birlikteliği çatışma ortamına taşımadan, sürecin
zorluğunu birbirinin yükünü azaltarak aşma gayreti göstermek, herkes için daha
sağlıklı olur gibi görünüyor. “Bir musîbet yüzünden değil, sayesinde evdeyiz,
birlikteyiz!” diye düşünmek bile tek başına iletişimi iyileştirip, sevdiklerimizin
kıymetini anlama vesîlesi, varlıklarına şükretme sebebi...
-Günlük
hayat telâşesi içinde ertelenen, “Ah bir vakit olsa da yapsam!” denilen işler
için artık gerekli olan tek şey belki de “irade”…
-Tek
başına karantinada olanlar için işler biraz daha zorlaşmış görünebilir ama bir
yandan da kalabalığın iş yükünden bağımsızlar. Ayrıca dijital imkânları
kullanarak, yalnız hissetmeden, günlerini istedikleri gibi plânlayabilirler. “Plân
mı kaldı?” dediğinizi duyar gibiyim, o zaman meselâ, bir gün olsun plân
yapmamayı plânlayabilirsiniz. Bu sayede belki plânların üstündeki plân gözünüze
çarpar ve her şeyin olacağına vardığını görüp aksayan işleriniz, yürümeyen
düzeniniz için endişelenmeyi bırakırsınız!
Kıymetli
okur, yazının bundan sonraki kısmında kişisel tefekkürümü sizinle paylaşmak
istiyorum…
Sürecin
başından beri sosyal kimlikler ve varoluş üzerine düşünüyorum. Maalesef,
varlığın kendisinin değerini örten kimliklerle insanı tanımlıyoruz. Bu, insanın
biricikliğini hiç etmenin yanı sıra, görüngüler dünyası dışında varlığı yok
saymaya sebep oluyor. Sosyal kimlik, varlığın kendisi değil, ifade biçimidir.
Günümüzde, artık insanın kendini ifadesiyle de ilgilenmeyen, aldığı maaşı,
toplumdaki konumunu baz alan sosyal kimliklerle karşı karşıyayız. İşin vahimi, bu
o kadar kanıksanmış ki, aslında pek çok insan evde kalmayı değil, kimliksiz
kalmayı kabullenemedi. Öyle ki, bu kimliğin sahteliğini anlatmaya, dünyayı mum
eden pandemi bile yetmedi!
Yazıda
yer yer bahsettiğimiz dijitalleşmenin şaha kalkmasının altında yatan karanlık
sebep, korkarım bu şaşkınlık hâli içinde kabul görme, yeniden, başka bir
biçimde sosyal kimlik yaratma isteği. Artan dijital yayınlar sadece
mecburiyetten ya da ihtiyaçtan değil, var olma sancısıyla, tamamlanma arzusuyla
yapılıyor gibi görünüyor. Dünya dijitale evrilirken, görüntüyü bozarak
görünmeyi maharet sayan sosyal kimlikler, sanal evrene adapte olmayı ve bu
şekilde var olmayı önünde sonunda başaracaklardır.
Velhâsılıkelâm,
insan önce aynayı yaptı, sonra aynadaki görüntüyü kendisi sandı. Her şey
görünenden ibaret olmak için o kadar görünmez ki oysa… Yine de insan, gördüğünü
sandığına kanıyor. Umarız, şairin dediği gibi, en azından
masum bir aldanıştır hayat pencerelerde…