Etiketler ve özler

Herkes öze, nüveye, hakikate, sıfata, içe, tekniğe, sanata ve kabiliyete bir alan açmalı. Bunu herkes yaptığında, gerçek değerler değer görecek, sahte süsler ve gösterişte şaşaalı ama içte çürük oluşumlar çöp olacak. İşte o zaman biz, insan cinsi, adâletle hükmeden sâlih kullar olma şansını ve daha değerli bir yaşam alanını emekle abâd etme imkânını bulmuş olacağız.

İNSANLAR sustu. Etiketlerin konuştuğu bir zaman dilimindeyiz. Hattâ bu etiketler de öyle gerçeği yansıtan ibarelerden oluşmuyor. Her biri koşul ve imkânlara bağlı. Hani insanın kabiliyet, beceri ve hak ediş grafiğini yansıtan bir etiket bile değil…

Herkes yaptığı işe küskün… Ya da mesleğine… İnsanları küstürdüler çünkü. “Kim yaptı?” derseniz, hiç kategorize edemem ya da bir hudut dâhilinde suçluyu işaret edemem. Küresel bir yanlış bu ahvâl. Bir o kadar da çetrefilli… Değerlerin yerinden oynatılmasıyla başlıyor bu yanlışlık; tüm güncel değişkenlere kadar etki altında kalıyor.

Hakkın sahibine teslim edilmemesinden bahsediyorum. Ama öyle geniş bir çerçevede ele alıyorum ki konuyu, sayfalarca sürebilecek bir tespitler silsilesi canlanıyor gözlerimde. Ama ben konuyu kompakt bir hâle getirip direkt sonuca bağlamaya çalışacağım.

“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.” (Nîsa, 58)

Emaneti ehline vermek… Şimdi insan şöyle bir düşünse, nelerin bu kapsama gireceğini bir hayâl etse, liste uzar gider. Adâletle hükmetmek… Bu muhteşem tanımlamayı asla daraltamazsınız. Bu hayatın her yerinde insanın aklını ve vicdanını meşgul edecek bir anlatı. Hükmetmek, hüküm sahibi olmak, sadece idarecilerin, devlet büyüklerinin ya da işverenlerin yetki alanı mı? Öyle görüp de bu vurucu tarifi üzerine alınmayanlar olabilir. Ama “hüküm” kelimesinin dilimizde ilk anlamı, yargıdır. Yani hükmeden kişi, bir konuda son yargıya varan kişi anlamına da geliyor. Yargının anlamı da -hüküm vermek dışında- karara bağlamak gibi çok daha şahsî durumlara da işaret ediyor. Ve biz insanoğlu, ehliyeti ve yetkiyi elimizde bulundurduğumuz her alanda yargı, karar veya hüküm veren canlılarız. Yani bu âyet-i kerîme, kişileri ya da kişi gruplarını değil, bütün insanoğlunu muhatap alıyor.

Bir aile babası evdeki bir değişim ya da herhangi bir hareket hakkında hükmederken, bir anne evlâtları hususunda yetkisini kullanırken, bir eş diğerine bir hareket alanı sağlarken ya da o hareket alanını sınırlandırırken, bir aile komşularıyla ortak bir alan hakkında bir tercihte bulunurken, bir işveren çalışan(lar)ı ilgilendiren bir karara varırken, bir yolcu başka bir yolcuya tesir edecek şekilde ilerlerken, bir öğretmen öğrencilerine bilgiyi öznel duyguları da katarak anlatmaya meylederken, bir dost dostuna öğüt ve fikir verirken ve kısaca bir canlı bir canlıya etki etme imkânına sahipken, adâletle hükmetmek mecburiyetindedir.

Geleyim en başta konuya yön veren tespitlerimin açılımına…

Meslek ve iş sahipleri küskün… Çünkü artık ölçü, o işi ne derece iyi yaptığınız ya da o işe ne değerde lâyık olduğunuz değil!

Çok genel bir yargıya vardım, farkındayım. Ama pek çok iş sahasında ve hattâ sanat dalında kıstaslar büyük dejenerasyonlara uğradı.

Örneklerle açıklayayım:

Bir müzisyenseniz, meydana getirdiğiniz eserin gerçek değerinden ziyade, ne kadar kişiyi eğlendirdiği ya da kaç kere tıklandığı (!) dikkate değer bulunuyor. Burada o eserin teknik üstünlüğü ya da orijinalliği, alana hâkim mevkilerce önem taşımıyor.

Bir öğretmenseniz, bilim ve ahlâk eğitimi konusundaki çabanız ve dirayeti, görgüsü, bilgisi güçlü nesiller yetiştirmedeki kabiliyetiniz değil, müfredatı en hızlı şekilde öğretim yılına sığdırmadaki yarışçı ruhunuz kayda değer bulunuyor.

Bir üreticiyseniz, ürünü kaliteli, uzun ömürlü ve insan sağlığına ters etki yapmayacak ölçülere uygun tasarlamanız değil, en ucuz, en hızlı ve en seri üretimi meydana getirmeniz değer görüyor.

Bir yazarsanız, yazdıklarınızın orijinalliği ve derinliği değil, dil bilgisi ve cümle kurma kabiliyeti değil, sosyal medyadaki etkileşim oranınız önceleniyor.

Bir el ustalığınız varsa, bir fikir zenginliğiniz, bir değişim gücünüz ya da herhangi bir meslekte ya da sanat ve zanaatta yatkınlığınız, burada o işin nüvesi geçerli değil. Daha çok o işin pazar parametreleri, size verilen değeri yansıtıyor. Böylece insanlar en yetkin oldukları alanlara küsüyor ve kıymetsiz de olsa kıymet görebilen sahte ve yapay düzlemlerde yaşamlarını sürdürüyorlar. İnsanı, kendi öz kimliğini kaybettirecek bir yol haritası var artık dünyada.

Ben bir teklifte bulunuyorum…

Bütün hüküm, yargı ve karar sahiplerine! Her ne işte ya da ne mevkide olursa olsun, insanın her zaman birini ya da birilerini etkileyecek kararları alma yetkisi olacaktır. Bir genel müdür müdüre hüküm verirken, müdür de yardımcısına, yardımcısı elemanlara, elemanlar temas ettikleri diğer alt meslek gruplarına, o meslek grupları da kendi çalışanlarına, bütün çalışanlar birbirlerine hüküm veriyorlar. İnsan ailesine, dostuna, komşusuna, sokak kedisine hükmediyor. Herkes bir yerlerde karar mercii… Çünkü bu, dünyanın düzeni… Hattâ bazen iki insan birbirine farklı konularda hüküm verme sahasını elde ediyor. İşte o yüzden herkes, ama herkes, zevahire, etikete, süse, kılıfa, pakete, cinse değer vermeyi bırakmak zorunda!

Herkes öze, nüveye, hakikate, sıfata, içe, tekniğe, sanata ve kabiliyete bir alan açmalı. Bunu herkes yaptığında, gerçek değerler değer görecek, sahte süsler ve gösterişte şaşaalı ama içte çürük oluşumlar çöp olacak. İşte o zaman biz, insan cinsi, adâletle hükmeden sâlih kullar olma şansını ve daha değerli bir yaşam alanını emekle abâd etme imkânını bulmuş olacağız.

Yaradan’ın adâletle hükmetmek ve emaneti ehline vermek hususundaki âyeti elbette hayatın farklı alanlarında, birbirinden farklı konularda insana yön gösterecek kadar geniş anlamlı. Ben, bu zengin anlamın bir zerresini ele aldım.

Hem ne buyurmuş Peygamber Efendimiz (sav):

“Emanet ehil olmayan kimseye verildiği zaman kıyâmeti bekle!” (Buhârî, İlim 2, Rikāk 35)