“Eti senin, kemiği benim!”

Bir çocuğun iyi, ahlâklı, terbiyeli, vatana ve millete hayırlı olması için nasıl yetiştirilmesi gerektiğinin peşindeyiz biz. İlk eğitim ve çocuğu yetiştirme olgusu, doğduğu andan itibaren aile içinde başlar. Sonraki süreçte eğitim kurumlarında eğitimcilerle birlikte devam eder.

EMİNİM, birçoğumuz çocukluk yıllarımızda kayıt için okula gittiğimizde, ailemizin bizleri öğretmenlere teslim ederken kurduğu “Eti senin, kemiği benim!” şeklindeki cümleyi duymuşuzdur. Ben duydum da… Annemin sesi dün gibi kulaklarımda…

İlkokul birinci sınıfa kaydedilmiştim. Birinci dönem bittiğinde başka bir yere taşınmıştık. Oradaki ilkokula kayıt yapılırken annem aynı cümleyi kurmuştu yine. Bendeki şaşkınlığı varın, siz düşünün: “Nasıl yani? ‘Eti senin, kemiği benim’ sözüyle ne demek istediler? Etlerimi mi koparacaklar, kemiklerimi kırıp aileme mi teslim edecekler? Okuma yazma öğrenmeye geldim, bunun ne alâkası var okulla? Nereye geldik böyle, işkence merkezine mi?”

Şimdikiler bu cümleyi nasıl cevaplarlardı? Bütün ergen kelimeleri sıralayıp cevabı yüzümüze yapıştırırlardı. Sadece ergen mi? İlkokul, hatta anasınıfı çocuklarını da ekleyebilirsiniz. Maşallah, hepsi ordinaryus profesör(!)…

Tamam, abarttım biraz. Ama bu sadece okula başlarken söylenen bir cümle değil, okula gitmeyen veya okullar tatil olduğunda bir şeyler öğrensin diye babaları tarafından torna tesfiye atölyelerine, araba tamircilerine, elektrik ve su tesisatçılarına gönderilip işyeri sahibine teslim edilen o masum küçük suratlar da buna maruz kalmıştır. Bunu erkekler çok iyi bilirler.

Hakikaten de bu cümle nasıldır ki, aile 5-6 yaşına kadar büyüttüğü yavru için “Ben buraya kadar yetiştirdim, etini kemiğini besledim, şimdi size teslim” şeklinde kullandığı ifade, mecazî bir anlam teşkil etse de söylenmemesi gereken bir cümledir.

Bu çağın anne ve babaları böyle bir cümle kurmuyorlar. Fakat benim de şahit olduğum bir durum, çok daha içler acısıydı!

Elbette bu, herkes için geçerli değil. Bazı anne ve babaların, çocuklarını kreşe, anaokuluna ve okula verirken öğretmenleri birer bakıcı olarak görmeleri kabul edilebilir değil. Bu mantaliteye sahip olanları örneklerle çoğaltarak anlatmak mümkün. Fakat bizim işimiz onlarla değil. Çünkü onlar azınlıkta. Bilinçli olan bir aile, olaya bu gözle bakmaz, bakmamalıdır da.

Bir çocuğun iyi, ahlâklı, terbiyeli, vatana ve millete hayırlı olması için nasıl yetiştirilmesi gerektiğinin peşindeyiz biz. İlk eğitim ve çocuğu yetiştirme olgusu, doğduğu andan itibaren aile içinde başlar. Sonraki süreçte eğitim kurumlarında eğitimcilerle birlikte devam eder. Aile içinde edinilen terbiye, tüm hayatı boyunca onun en büyük kazanımı olur, bu donanımla eğitim ve iş hayatı en iyi seviyelere gelir.

Ailenin, çocukları üzerinde gözlemci olması gerekir: Çocuğunun neye ilgisi var, neyi yapmaktan veya neyi öğrenmekten zevk alıyor? İleride bunun eğitimini almak için hangi beceriye sahip? Bunu yaparken aile, öncelikle kendi kendisini iyi bir şekilde yetiştirmeli. Hâsılı eğitim, önce aile için şart! Çünkü aile, “Belli bir yaşa kadar büyüttük, gerisi eğitimcilerin işi!” mantığıyla bir yere varamaz, varmamalıdır.

Okuldaki eğitime hazırlık için evde verilecek bir ön eğitim ve bunun devamında sürekli takip edilerek eğitimciye katkı sağlanabilir. Bir de çocuğun doğuştan gelen karakteri çok önemli. Nice aile var ki, çocuğuna hiçbir terbiye ve eğitim verememiş, fakat çocuk o kadar güzel eğitmiş ki kendini ahlâk olarak, hayran olursunuz. Nice aile de var ki, gerçekten ahlâk yönünden yüksek seviyede, eğitimli, mâkam mevki sahibi, dini bütün, edepli, terbiyeli, hoşgörülü fakat çocuğa baktığınızda bunlardan iz yok. Hem kendine, hem ailesine, hem de topluma karşı sakıncalı kişilik olarak örnek teşkil edebilir hâlde.

Ev hayatında ve toplum içine çıkıldığında davranışları gözlemlenen çocuğun ileride hangi seviyede olacağı daha net olarak bilinir. Elbette istisnalar kaideyi bozmaz. Kendini iyi yetiştiren birey birçoğuna örnek olabilir; başta ailesine, çocuklarına ve sonrasında topluma karşı…

Mesela odadan çıkarken ışığı kapatmak, dışarıda çöpü yere atmamak, eve gelen misafire (küçük bir çocuğa dahi) ayağa kalkarak “Hoş geldiniz” diyerek saygı göstermek ufak hareketler gibi görünebilir ama bu, doğru davranışları edinen çocuğun ileride de iyi örnek olacağını gösterir.

Yalan, karşı güven hissi

Yalan söylememesi için ailenin çocuğa güven telkin etmesi de çok önemlidir. İnsanın kendini kandırdığının farkında olmadan başkalarını kandırdığını zannetmesi ne büyük bir gaflettir! Bir anne ve baba çocuğuna güven telkin etmiyorsa, korku ve ceza sistemiyle çocuğunu eğitiyorsa, onun yalan söylemesine, bir şeyleri saklamasına zemin hazırlıyor demektir. Burada ahlâk ve dinin devreye girmesi gerekir. Din ve ahlâk yönünden donanımlı olmayan birey ne kendine, ne de başkalarına bir şey katabilir. Allah ve din inancı olmayan, materyalist düşünceye sahip bireyler, kendilerini manevî yönden değil de maddesel yönden yetiştirmiş olabilirler. Fakat bu yetiştirme eksiktir.

Meselâ kimisi, ateist düşünceyi matah bir şeymiş gibi sahiplenir ve Allah’ın koyduğu yasak ve kurallara uymaz. Çünkü O’na inanmıyordur. “Benim kalbim temiz” diyerek işin içinden çıkmaya çalışan kimse de topluma faydası olmayan bir kişilik olarak ortalarda dolaşır. Bu yüzden din ve ahlâk eğitimi her birey ve her durum için geçerlidir. Olmadığında, eğitim eksik kalacaktır.

Kişinin kendi karakter düzeyinde dik durması, yaşamı boyunca aldığı iyi eğitimle orantılı olacaktır. Bir özgüveni oluşturmak içinse aile ve eğitimcilerin desteği çok önemlidir. Başarı veya başarısızlıklarında çocuğu teşvik edici cümleler kurarak neyin doğru, neyin yanlış olduğunu tavır ve davranışlarla göstermek, aile ve eğitimci için eğitim sisteminin en başında yer almalıdır.


Eğitimcinin rolü

Öğrenciyi eğitecek donanıma sahip eğitmenlerin mutlaka bir yeterlilik sınavından geçmesi gerekir. Bununla ilgili okumuş olduğum bir dergiden alıntıladığım makale* ile yazımızı bitirelim:

“Akademik yeterlilik: Öğretmen olarak yetiştirilecek aday insan, temel eğitimden hemen sonra öğretmen yetiştiren okullara alınmalı ve istisnalar hâriç yine öğretmen yetiştiren 6 yıllık akademilerden mezun edilmelidir. Son 2-3 yıl danışman-rehber öğretmenler nezaretinde farklı özelliklerde ve bölgelerde uygulamalı eğitimden geçirilmelidir. Böylece öğretmen adayının mesleğini içselleştirmesi sağlanacaktır. 6 yıllık bu eğitimden sonra geniş katılımlı bir komisyon, adayın öğretmenlik yapabilmesine onay vermelidir. Tecrübe kazanmak başka bir şeydir, acemiliğini atmak başkadır. Akademik eğitimin programında alan bilgisi, mevzuat bilgisi, pedegojik bilgi, Türk devlet geleneği, Türk medeniyeti, Türk ve dünya eğitim tarihi, çağdaş eğitim anlayışı, proje hazırlama gibi konular mutlaka verilmelidir.

Beşerî (Sosyal) yeterlilik: Âdâb-ı muâşeret (görgü) kurallarını bilmeyen ve uygulamayan biri, öğretmen olmamalıdır. Ütülü bir elbisenin, boyalı bir ayakkabının, çatal-bıçak tutmanın anlamını kavramış bir kişilik olmalıdır. Her kesimle, içi sevgiyle dolu bir hâlde sosyal ilişki kurabilmeli. Her karakterde öğrenci veya diğer ilgililer olacaktır. Öğretmen onları sevgiyle kucaklayabilmelidir.

İman ve inanç yeterliliği: ‘Allah korkusu olmayanın hiçbir şeyden korkusu olmaz’ gerçeğinden hareketle, dindar ve temelini dinden alan ahlâkî anlayış ve etik değerlere haiz olmalıdır. Millî, manevî ve insanî değerler şahsîliğin önünde olmalıdır. Herhangi bir şey kanunî veya hukukî olsa da etik olmayabilir; etik değerler, odunu ağaç yapan değerlerdir.

Sosyal statü yeterliliği: Kişinin değerini yine kendi kişiliği belirler. Sırdaş olması, çevreye saygısı, empatikliği, sempatikliği gibi… Ancak destek unsuru olarak özlük ve sosyal haklar, kişinin sosyal statü kazanmasında önemli etkendir. Öğretmen, 24 saat, 365 gün, bir ömür öğretmendir. Mesleğini severek yapması bu sürece ivme kazandırır. ‘Dünyanın bütün çiçeklerini getirin’ diyen kaç meslektaşımız var? Öğrencilerini sevgi ve şefkatle kucaklamayı beceremeyen bir öğretmen, şahsına yönelik teveccühü nasıl arttırabilir? Bugün mevcut öğretmenlerimizin tamamına yakını, gönülden isteklerine bağlı tercihleri olarak bu mesleği yapmıyorlar. Öğretmen olmaya mecburlar. Böyle bir mecburiyet, mesleğini zoraki yapmak, itibarın yitirilmesinin öncelikli sebebidir. Öğretmenlik en itibarlı meslek hiç olmadı belki, ama sonlarda da yer almamalıdır.

Adalet ve eşitlik anlayışı yeterliliği: Örneklerine sıkça rastlamışızdır, öğrencinin daha adını bile sormadan velisinin kim olduğu ve neyle uğraştığıyla ilgilenmek, bundan sonraki dönemlerde öğrenciye nasıl yaklaşılacağının işaretidir. Öğrencinin hangi sosyal ve ekonomik çevreden geldiği, sadece eğitimi için göz önünde bulundurulmalıdır. Not konusunda olduğu gibi, öğrenciye sergilenecek tavır ve davranışlar da velinin konumuna göre belirlenmemelidir. Her çocuk özeldir. Kişiselliğe görelik olmalıdır.

Demokratik yeterlilik: Uluslararası yapılan sınavlarda öğrencilerimizin arka sıralarda yer almasının en önemli sebebi, demokratik anlayışa sahip okul ve toplum kültürünün oluşturulamamasıdır. Evde, işte, arkadaşları arasında düşüncelerini paylaşması, yorum yapması formal ve informal yollarla engelenen birey zamanla kendi özel alanına çekilmekte ve üretici, yorumlayıcı özelliklerini kullanmamaktadır. Öğretmen sınıfta, okulda, evde, sokakta velhasıl her ortamda demokratik bir iklim oluşturabilmelidir. Hakkını arayan, yazılı sonucuna ititraz eden öğrenciyi öyle veya böyle cezalandıran bir öğretmen, yetiştirdiği öğrencinin sosyal hayata tutunacak elini kırıyor demektir.

Ölçme-değerlendirme yeterliliği: Eğitim hangi amaçla yapılırsa yapılsın, başlangıç ile bitiş arasındaki fark, ölçülebiliyor olmalıdır. Bu ölçme-değerlendirmeyi son bilimsel verilere göre yapabilmelidir. Hâlâ ortaöğretimde öğretmen, öğrencinin ne kadar doğru yaprığına değil, neyi yapamadığına not veriyor. Not, öcü unsuru olmaya devam ediyor.

Güncellenme-inovasyon: Yenilikçi olmalıdır bir öğretmen. Hiçbir bilgi durağan değildir. Bilgiye hizmet veren asla durağan olamaz. Yeni ve yaratıcı düşüncelere, yaklaşımlara açık olmalıdır. Öğretmen kendini güncellemeli, kendisi bunu yapamıyorsa yapılmalıdır.

Bilimsel yeterlilik: Öğretmen bilimsel bir anlayışa, yaklaşıma sahip olmalıdır. ‘Bizim zamanımızda’, ‘Biz lisedeyken’, ‘Ben ilkokuldayken’ anlayışları, geleneksel anlayışın yansımasıdır ve dünün güneşidir. Hâlbuki çamaşırlar, bugünün hatta yarınların çamaşırlarıdır. Genelde eskimiş ve köhnemiş bir zihniyettir. Eğitimde gelenekçilik vardır ama tali konumda olmalıdır. Öğretmen bilim insanı değildir ancak bilimsel bilgilerle hareket etmelidir. Başarılı bir öğretmen için aranacak bilimsel yeterlilikte gözlemcilik, araştırmacılık, sorgulayıcılık, akıl ve zekâ, olmazsa olmazlardandır.

İdealistlik yeterliliği: Hayâli, ideali, ülküsü ve beklentisi bulunmayan eğitimcinin, bu özellikleri taşıyan bireyler yetiştirmesi zaten beklenemez. Kendisi, ailesi, toplumu, milleti ve bütün insanlık adına hayâller taşımak, insan olmanın gereğidir. E. Hölnel, ‘Yüksek ülküsü olmayan insanlık, basit bir çaba içindeki karınca topluluğundan başka bir şey değildir’ diyor.

Gönül verme yeterliliği: Diğer bütün ara başlıkları da içine alabilecek yeterliliktir. İnsan birinci unsur olduğu için, gönül verilmeden bu işin başarılması mümkün değildir. Devlet memuru mantığıyla asla çalışılamaz. Mesaiyi, dinlenmeyi, ‘Benim işim miydi?’ diye düşünen, öğretmen olamaz. Olmamalıdır.

Özetle, insanın ruhunu, aklını, gönlünü şekillendirmenin gayreti içerisindeyiz. Bir eğitimci olarak kişinin yaratılışında bulunmayan bir vasfı ona kazandıramayız. Bizler aslında, insanda var olan bir özelliği ya törpülüyoruz ya da cilalıyoruz çoğu zaman.

Yukarıda özetle vermeye çalıştığımız yeterliliklere eklemeler yapılabilir pek doğal olarak. Her yıl öğretmen alımları gerçekleştiriyoruz ve meslek içerisindeki öğretmenleri hizmetiçi eğitim kursu, seminer, toplantı ve yayınlarla yetiştirmeye çabalıyoruz. Bu uğraşılara katkıda bulunma amacıyla düşüncelerimi paylaşırken son bir gerçeği daha vurgulamalıyım. Evet, ‘öğretmenlik meslektir, ama meslekten ötelerdedir’. Öğretmen yetiştirecek eğitim kurumlarının ıslah edilmesi ve bu kurumlardaki öğretim görevlilerin yetiştirilmesinden başlayarak eğitim mantalitesi sil baştan yenilenmelidir. Kant’ın değişiyle, ‘İnsan bir gayedir, vasıta değil’.”

 

*Mustafa Coşkun, Kümbet, Sayı 49, Sayfa 45-46-47