Eşyanın eşyası

Hiç düşündünüz mü acaba, telefon ve televizyon ekranları, kitap ve dergi sayfaları, gazete sayfaları ve billboardlar her göze uygun mudur? İnsanların gözleri de ayakları gibi farklı farklı. İyi de, farklı farklı olan gözler, aynı büyüklükteki sayfaları ve ekranları nasıl aynı görüyor? Tabiî ki hemencecik gözümüzü o ürünlere uyduruveriyoruz. Nasıl? Ben nasıl takım elbisenin altına giydiğim ayakkabının verdiği rahatsızlığı spor ayakkabıyla azaltıyorsam, farklı gözlerle aynı ekranı görmek zorunda olanlar da gözlüklerle kendilerini ürüne uyduruyorlar.

KOMİK bir yaşam şekli gözlemliyorum. Belki trajikomik de denebilir. Bana bu sözleri söyleten, “insan-eşya” ilişkisi…

İşin felsefesine derinlemesine girmek istemiyorum. Sadece yaşananları ortaya sermek yeterli benim açımdan. Eşya geliştirme ve üretme, eşyayı satışa sunma ve pazarlama süreçleri, almak istediğimiz eşyayı seçme kriterlerimiz, eşyayı satın alma, kullanma ve muhafaza etme yöntemlerimiz ve en sonunda da kullanımdan çıkarma yani atma veya atamama meselemiz… Tüm bu süreçlerde fıtratımız ne kadar devrede?

Sizde de şöyle bir kanaat var mı: Reklâm ve pazarlama tekniklerinin etkisiyle kendimize ürün bulmak değil de kendimizi ürüne uydurmak gibi bir hisse kapılıyor musunuz?

Meselâ benim bir arzum, kendimi slim fit bir gömleğe uygun hâle getirmek. Önünde sonunda o slim fit gömleği giyeceğim!

Takım elbisenin altına giymek için ayakkabı alıyorum, fakat ayağım onun içinde maalesef rahat değil. Peki, ne yapıyorum? Arabamda, valizimde veya biraz büyükçe çantamın içinde bir de rahat rahat giyebildiğim bir spor ayakkabı taşıyorum. (Topuklu ayakkabı giyen hanımları kınadım mı ne?! Belki de o yüzden başıma geldi.)

Senede kaç ayakkabı veya kaç çeşit sabun aldığınızı bilemiyorum; genel olarak gözlemim o ki, neyi kaç çeşit ve kaç sefer alacağımıza başkaları karar veriyor. Yıllardır banyo sabunu ile el sabunu alırız, aralarındaki farkı hâlâ anlayamadım. Çok farklı marka sabun ve de şampuanlar aldım. Onların aralarındaki farkları da anlayamadım. Ayaklarımda herhangi bir değişiklik olmadığı hâlde niçin ayakkabılarım eskimeden yeni ayakkabı aldığımı da bilemiyorum, niçin cep telefonumu değiştirmek zorunda olduğumu da. Siz biliyorsanız, size bravo vallahi!

Hiç düşündünüz mü acaba, telefon ve televizyon ekranları, kitap ve dergi sayfaları, gazete sayfaları ve billboardlar her göze uygun mudur? İnsanların gözleri de ayakları gibi farklı farklı. İyi de, farklı farklı olan gözler, aynı büyüklükteki sayfaları ve ekranları nasıl aynı görüyor? Tabiî ki hemencecik gözümüzü o ürünlere uyduruveriyoruz. Nasıl? Ben nasıl takım elbisenin altına giydiğim ayakkabının verdiği rahatsızlığı spor ayakkabıyla azaltıyorsam, farklı gözlerle aynı ekranı görmek zorunda olanlar da gözlüklerle kendilerini ürüne uyduruyorlar.

Böyle acayip durumlara mimaride de pek çok defa rastlıyorum. Size ev büyüklükleri hakkında hatırlatmalarda bulunayım: 3+1, 2+1, 1+1, 1+0… En sondaki 1+0’ı “mezar” falan sanmayacağınızı tahmin ediyorum. Ama ben yine de onun da bir ev türü olduğunu söyleyeyim. Tabiî bunlara 1 veya 2 banyo eklenebildiğini, salon sayısının 2’ye çıkarılabildiğini falan da söyleyeyim. Bu evlerin -ne kadar büyük olurlarsa olsunlar- ebeveyn ve çocuklara göre olduğunu, dede ve ninelere buralarda yer olmadığını hatırlatmama -bilmem- gerek var mı?

Hepimiz pek aklımıza getirmek istemiyoruz ama şunu unutmayalım ki, burada “ürüne kendini uydurmak” şu şekilde gerçekleşiyor: Siz yaşlanınca huzurevine gidiyor veya çocuklarınızdan/torunlarınızdan farklı bir evde kalıyorsunuz. Onları görme imkânınız olacak mı? Görüşmeyle ilgili uydurmalar ise görüntülü telefonlarla görüşmelere kadar ilerledi. Yani yavrunuzun kokusunu bugünlerde duymak yok. Fakat çocuklarınızın müsait olduğu her vakitte görüntülü görüşme yapabilirsiniz. (Doğrusu teknolojinin yakında koku transferi de yapabilecek noktaya geldiğini düşünüyorum.)

Yaptığınız kestaneli pilavı ise artık ne çocuklarınız, ne de siz yiyebileceksiniz. Ya huzurevindeki personelin belirlediği ve yaptığı yemekleri yiyecek yahut eve gelen yardımcı kadının pişirdiğiyle yetineceksiniz!

Kararı kendimiz mi veriyoruz?

Abdest ve namaz işleri de bir uydurma çabasıyla karşı karşıyadır bu hayat düzeninde. Şimdiye kadar ne kendi evimde, ne de ziyaret ettiğim dostlarımın evlerinde abdest almak üzere bir düzenin kurulduğuna rastlamadım. Ayaklarınızı yıkayacağınızda birkaç artistik hareket yapmak durumundasınız. Ayrıca banyolarda da ilk birkaç dakika sıcak suyun gelebilmesi için “Sular akar, Türkler bakar” sözüne lâyık olma çabasında bulunmak durumundasınız. Aksi hâlde o buz gibi suyun altına girmek durumunda kalırsınız ki o, her babayiğidin altına girebileceği bir iş değil(!). Eminim, bu durumu nice mühendisler ve nice yenilikçiler de izlemiştir.

Peki, niçin bu insanlar o kadar suyun boşu boşuna akması yerine ilk açıldığında bir sıcak su akma sistemi kurmazlar ki? Dedik ya, sistemlere kendimizi uydurma yolunu seçiyoruz. Sistemleri ve ürünleri kendimize uydurma olayını çoktan bıraktık.

Bu kadar konuşulur da eğitim konusuna girilmez mi? Eğitim (konusuna da girmek) şart!

Her insanın bedeni gibi duygu ve zihin yapısı da farklı. Farklı olduğu için doktorlar tek tek muayene eder ve ilâç verir, tedavi uygularlar. Eğer hepsininki aynı olsaydı, sınıf büyüklüğünde bir yere aynı yaşta olan hepimizi toplar, hepimize aynı tedaviyi verir, aynı hapı yuttururlardı. Tıp öyle yapmıyor ama eğitim sistemi bu yöntemi kullanıp -tâbiri caizse- hepimize hapı yutturuyor. Yanlış anlaşılmasın, sadece Türk eğitim sisteminden bahsetmiyorum, son üç asırdan beri bütün dünyaya dayatılan eğitim modelinden bahsediyorum.

Siz biliyor musunuz, ben bilmiyorum, hangi aklıevvel niçin usta-kalfa-çırak sistemini bıraktırdı da sınıfa herkesi doldurup meslek öğretmeye kalktı? Şimdi hep beraber yatıp kalkıp eğitim sistemini düzeltmeye çalışıyoruz. Bütün dünyanın çocukları bu konuda eğim eğim eğ(it)iliyor, yamultuluyor ve hiç kimse sesini çıkarmıyor!

Bir Trabzon seyahatimde, bir radyo programına davet edilmiştim. Stüdyoya girdik. Sunucu arkadaşımız müzik yayınını da kendi yapıyor, yayın için bilgisayarı da kendi kullanıyor. “Tek kişilik dev kadro” durumu yani… Programa hazırlanırken, arkadaş, “Hava durumuna bir bakalım” dedi, “Muhtemelen programda dinleyenleri bilgilendirecek” diye düşündüm. Bilgisayarda hava sıcaklığının o anda 32 derece olduğunu öğrenip “Of ya, ne kadar sıcak! Hemen klimayı açalım” deyince çok şaşırdım. Odanın ısınıp ısınmadığını bilgisayara bakarak karar verme durumuydu bu. Klimayı açtı da... Hani bilgisayara hava durumunu giren görevli yanlışlıkla “5 derece” diye girmiş olsa, bizimki sıcaktan canı da çıksa klima falan açmayacak herhâlde.

Demek ki bu duruma şöyle bir soru sormalı: Aslında neye ihtiyacımız olduğuna kendimiz ne kadar karar verebiliyoruz acaba?

Kalbimdekilerin sayısı azaldıkça, keyfim yerine geliyor, bedenim rahatlıyor, kendimin ve gerçek ihtiyaçlarımın farkına varmaya başlıyorum. Hattâ birçok şeye, kalbime zorla sokuldukları için hayatımda da yer verdiğimi anlıyorum. Bağımlılığın temellerinin de bu şekilde atıldığını fark ediyorum. 

Nasıl öğrendiyse…

Cep telefonlarıyla fotoğraf çekme imkânı geldi, aman Allah’ım, herkes fotoğraf sanatçısı! Üstüne üstlük, sanat aşkından başımız dönüyor olmalı ki her şeyi çekiyoruz. Yemeği, içeceği, masayı, çiçeği, böceği, kılı, tüyü… Kör biri olmama rağmen o kadar çok fotoğraf çektirmemi siz anlayabiliyor ve açıklayabiliyor musunuz? Çektirdiğim resimlerin hiçbirini görmedim ve muhtemelen görmeyeceğim. Bu furya beni bile öyle etkilemiş ki küçük oğlumun “Konya ovasındaki dereden pipetle su içme” fotoğrafını çektirmediğime hâlâ hayıflanıyorum.

Ya video çekme işine ne diyeceksiniz? Bizde ne cevherler varmış da haberimiz yokmuş! Bizim video sanatçıları ve videodan çıkma haber muhabirleri, tüm TV kanallarının maliyetlerini azalttılar. TV haberleri bizim video muhabirlerinin kamera görüntülerinden ibaret artık. Ama ne hikmetse, bizimkiler sadece toplumun tamamını kötü gösteren görüntüleri gönderiyorlar haber merkezlerine. Bu memlekette hiç mi iyi bir şey olmaz Allah aşkına? Çünkü onlar, haberi kötü olayı göstermek diye öğrendiler.

Hele şu sosyal medya ve mesaj gönderme işi… Meğer bizim insanımızda, siyasilerimizde, esnafımızda ne kadar yüksek ve şiddetli bir arzu, gizli bir Cuma tebrikleşme potansiyeli varmış da biz hayâl âlemlerinde dolaşıyormuşuz. Ayarlamışlar, liste yapmışlar. Bir yerden bir mesaj bulup kopyala-yapıştır, ardından da bas tuşa, onlar giderken sen de gir duşa.

Sadece Cuma mı? 10 Kasım’dan, Öğretmenler Günü’nden Tıp Bayramı’na… Tabiî gelişen imkânla o ihtiyaca sahip olunduğu için bazı şeyler zorlama ve uydur kaydır türden oluyorlar. Dünya Kadınlar Günü’nde bir belediye başkanı bana, “Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun” diye mesaj göndermiş. Muhtemelen ellerinde bir liste var ve Cuma mesajı gibi kadın-erkek ayırmaksızın yolluyorlar mesajı. Bu tuhaflığı görünce dedim ki, “Bu belediye başkanına ben de 3 Aralık Dünya Engelliler Günü’nde ‘Dünya Engelliler Günü’n kutlu olsun’ diye mesaj göndermezsem benim de adım Lokman değil”.

Zaman şaşması mı, yaşam şaşması mı?

Geceleri yemek siparişleri getiren görevlilere şâhit oluyorum. Gecenin 3’ünde, elinde paketle bir görevli, sipariş edilen yemeği getiriyor. Yahu mübarek insanlar, gece gece bu genci yormak doğru mu? Bu genç, bizim insanımız değil mi? Gitse, evinde rahat rahat uyusa ve sabahleyin dinç ve zinde bir şekilde uyanıp işine gelse, verimli bir şekilde çalışsa daha iyi olmaz mı? O gece yarısı acıkan arkadaşımız veya komşumuz da 2 yumurta kırıp yiyiverse ne olur sanki?

Böyle düzensiz beslenmek, gecesi gündüzüne karışmış böyle bir hayat kimin işine geliyor acaba? Böyle bir beslenmenin ardından elbette gelse gelse obezite gelir.

Beslenme ve obezite meselesi ayrı bir komedi! Bu satırları yazarken bile -Allah sizi inandırsın- gülmekten kendimi alamadım. Sanki bize silah zoruyla yediriyorlar, sonra da üç adımlık yere arabayla gönderiyorlar. Tabiî yine silah zoruyla spor salonlarına sokuyorlar ve çatır çatır paramızı alıyorlar sanki. Bunların her biri parayla…

Zayıflama etkinliğinde bulunmak için mi yemek yiyoruz, açlıktan ölecektik de son anda yemek cennetine düştüğümüz için mi? Cevabı doğrusu bilemiyorum. Yürüme bandında veya sitenin bahçesinde 4-5 kilometre yürüyoruz. İyi de, 1-2 kilometre yolu ne demeye arabayla gidiyoruz o zaman? Bunları fıtratımız gereği mi, isteyerek mi, çevrenin etkisiyle mi yapıyoruz? Daha doğrusu, niçin yapıyoruz?

Zaman zaman, “Önce ürün veya hizmetle tanıştırılıp sonra da alıştırılıyor muyuz?” diye kendi kendime sormadan edemiyorum. Daha adını bilmediğimiz tuz ve şekerle doğduğumuzda tanıştırıldık, sonra alıştırıldık. Şimdi de uzaklaşmak için ne perhizler, ne perhizler! Tuz ve şekeri mumla aratacak ne tanıştırmalar, ne alıştırmalar!

Çocukların ellerine tutuşturulan tablet bilgisayarlardan cep telefonlarına ve oyun aletlerine, çizgi karakterlere ve diş macunlarına, hattâ şampuanlara kadar geniş bir ürün yelpazesiyle, hayatın gerçekleriyle alâkası olmayan tüketim bağımlılığına giden uydurma hakikatler dünyası meydana getiriliyor. İyi de, bu hep böyle mi devam edecek? Biz de bu oyunun bir nesnesi ve mahkûmları olarak mı hayatımıza devam edeceğiz?

Kalbiniz nasıl?

Geçtiğimiz günlerde, “Her ihtimâle karşı kalbimizi bir kontrol ettirelim” dedik. Doktor, “Kalbiniz nasıl?” diye sordu. Şimdiye kadar kalbimin hatırını soran hiç olmamıştı.

Şöyle bir düşündüm, doğdum doğalı bu kalbim çalışıyor. İçinde de o kadar çok şey taşımış ki… Çocukken oyuncak ve not sevgisi; yaş ilerledikçe karşı cins ve takım sevgisi... Tabiî bunlar, devede kulak! Daha nelere meyil ve tamah etmeler… Otomobil, şarkılar, renkler, artistler, binalar, yiyecekler, içecekler… Biraz daha yaş ilerlemiş ve bu sefer makam, mal mülk, para, güç, konum, sıfat… Dilimizde var olan Allah ve Peygamber sevgisine neredeyse kalpte yer kalmamış!

Doktora bunu birkaç cümleyle ifade ettikten sonra şunu ekledim: “Kalbin çalışmasını düzenleyecek hâlim yok. Ama içindekileri azalttıkça kalbim rahatlıyor; şimdi kalbimdekilerin sayısı daha az.”

Kalbimdekilerin sayısı azaldıkça, keyfim yerine geliyor, bedenim rahatlıyor, kendimin ve gerçek ihtiyaçlarımın farkına varmaya başlıyorum. Hattâ birçok şeye, kalbime zorla sokuldukları için hayatımda da yer verdiğimi anlıyorum. Bağımlılığın temellerinin de bu şekilde atıldığını fark ediyorum. Artık şu sorunun cevabı bende netleşti: “Eşyalar bizim için mi var, yoksa bizler eşyalar için mi varız?”

Önce kalbimize, sonra da hayatımıza giren eşyalara göre kendimizi şekillendiriyoruz. Biz eşyalara layık olmaya çalıştığımız sürece de bu sorunun cevabının “Biz, eşyalar için varız!” olma durumu her zaman kesindir. Bu dünyaya gece gündüz çalışıp eşya almaya, sonra da aldığımız eşyalara kendimizi uydurmaya çabalamak için mi geldik Allah aşkına? Her nedense, gittiğim mağazanın slim fit gömleğine kendimi uydurmak aklıma geliyor da gidip bir terziye kendime göre bir slim fit gömlek diktirmek gelmiyor. Bu komikliğe bir an evvel son vermem lâzım!

Elbette eşyanın eşyası olma konumumu terk etmek istiyorum ama hiç de kolay olmadığını görüyorum. O yüzden hemen sonuç bekleyemesem de “Gayret bizden, netîce Allah’tan” deyip yoluma devam ediyorum.

Bu kadar şeyden söz ettikten sonra, artık bu hususta yaptıklarımdan da kısaca bahsetmek gerekir sanırım…

Bir alışveriş merkezi veya bir markete gittiğim zaman, ürünü ne kadar beğenirsem beğeneyim, hemen o anda almamaya çalışıyorum. O şekilde aceleyle karar verdiğim ürünlerin hemen hemen hiçbiri işime yaramadı. Piyasadaki ürünlere bakıp ihtiyaç hissetmek yerine kendimi gözlemliyor ve neye ihtiyacım varsa onu arıyorum. İlk zamanlar ihtiyacım olan ürünleri hemen bulamadım. Çünkü henüz icat edilmemiş veya üretilmemişlerdi. Böyle olmasına rağmen, gittiğim yerlerin görevlilerine nasıl bir ürün aradığımı anlatıyor ve niçin böyle bir ürünün var olması gerektiğini izah ediyorum. Artık -hangi gerekçeyle bilemiyorum ama- birkaç sene sonra o ürünü bir yerlerde bulmaya başlıyorum.

Geçmişte severek ve beğenerek aldığım fakat uzun süreden beri kullanmadığım ürünleri hemen kendimden uzaklaştırıyor, ihtiyacı olduğunu sandığım dostlarıma hediye ediyorum. Böylelikle kalbimdeki yer genişliyor, kalben ve zihnen rahatlıyorum.

Başka bir faydası da şu: Bir yerlere gittiğim zaman, benzeri ürünlere rastladığımda almayı arzu etsem de almıyorum. Kendi kendime, “Benzeri vardı. Hattâ dolapta duruyordu. Fazlalık yaptığı için hediye ettim. Durum böyleyken, bunu niçin alayım?” diyorum. Bu, aynı zamanda “tasarruf” da demek.

Hâsılıkelâm, ihtiyaç, arzu ve isteklerimizle, hattâ fikirlerimizle fıtratımızı keşfetmek, bu konuda bana en çıkar yol gibi geliyor. Çok kazanma hırsı, herkesin gözünde en iyi ve en cazip olmak gibi motivasyonu olan kişiler/şirketler, bizi aklımıza gelen veya gelmeyen, fark ettiğimiz veya etmediğimiz bin bir türlü teknik, yol, yöntem, reklâm ve pazarlama numarasıyla kontrol etmek istiyorlar. Bunun için önce kalbimize, gönlümüze girmeleri gerektiğini çok iyi biliyorlar. Bizler, kalbimizi ve gönlümüzü olgunlaştırıp oraya her şeyi almamaya alışmalıyız. Kalbimiz ve gönlümüz de, her şeyi alırsa kendisinin çöp kutusuna dönüşeceğini bilmeli!