İNSANOĞLU doğumuyla
birlikte (Allah’ın takdir ettiği süre-ömür) uzun bir hayat serüvenine başlar. Bu
serüven çocukluk, gençlik ve yetişkinlik dönemlerinden sonra bedenin yorulduğu,
güçten düştüğü, takatten kesildiği, kendini taşımakta zorlandığı, belki de bir
süre sonra hiçbir tedaviye cevap veremediği son evre olan yaşlılık döneminin
ardından ölümle son bulur. Yani “ex” olma durumu…
Eskime
nasıl ki cansız varlıkların ve nesnelerin sonu ise, yaşlanma da yeryüzünde
Allah’ın hayat verdiği bütün canlı varlıkların kaderidir. “Eski” kavramını yalnız
cansız varlıklar için kullanmak ne kadar yanlış ve eksik bir tabir ise, “yaşlı
ve yaşlılık” kavramını yalnız canlı varlıklar için kullanmak da o kadar yanlış
olur.
Çok
kullanmaktan yıpranmış ve harap olmuş bir madde veya nesne midir yalnızca eskiyen?
Eski olmak, bazen gözden uzak kalmak, bazen gönülden uzak olmaktır. Eski olmak,
bazen duyguları kaybetmek, bazen heyecanı yitirmektir. Eski olmak, bazen gücü
kaybetmek, bazen sözü geçmemektir. Eski olmak, bazen elde edilen bir kazanım, bazen
kaybedilen bir mevkidir. Eski olmak, bazen az bulunmak, bazen çok değerli olmaktır.
İnsanların
hiç istemediği ama kaçamayacağı bir gerçektir “yaşlılık”. Yaşlılık,
yalnız saçın ağarması değil, ruhun da ağarmasıdır. Yaşlılık, her yılbaşında
kronolojik olarak bir takvim yılı “yaş”lanmak değil, biyolojik, zihinsel,
ruhsal ve sosyal olarak da “yaş”lanmaktır. Yaşlılık, bu dünyada şifası olmayan
bir hastalık olsa da öbür dünyaya inanan insanların içini rahatlatan “iyi bir
hayat felsefesi”dir.
İnsan,
çevresine baktığında, karşılaştığı binlerce insan arasında, kronolojik takvim
yaşı çok ileride olan ama hep genç kalmak isteyen, bu duyguyu daima korumak,
hiç kaybetmek istemeyen onlarca kişi görür. Orta yaşın hemen üzerinde, insanların
diline pelesenk yaptıkları, sık sık telâffuz ettikleri “Hayat daha yeni
başlıyor” sözü, “hücrelerin yavaş yavaş öldüğü”, “hayatın yavaş yavaş bittiği”
gerçeğini hiç mi hiç değiştirmiyor.
Her
günün başlangıcında, koparılan her bir takvim yaprağında, bir takvim yaprağı yaşlanıyor
insan. Ve o gün, ne eski dün geri geliyor, ne de yarın eski bugün oluyor.
Günlük
yaşamda kullandığımız her nesnenin nasıl ki bir kullanım ve yıpranma süresi varsa,
tabiattaki her canlının da Allah’ın takdir ettiği bir yaşam süresi vardır. Bu
yaşam süresinin en önemli duraklarından biri de yaşlanmadır. Bizler farkında
olmasak da yıllar çok çabuk geçiyor. Geride bıraktığı yıllara bakmadan yoluna
devam ederken, hemen önünde akıp giden yılların bir gün herkesi yavaş yavaş eskittiği
gerçeğini aklına getirmek bile istemiyor insan. Çünkü nefis, hep genç kalmayı
arzuluyor, hiç yaşlanmak istemiyor.
Herkesin
geçtiği bu ömür köprüsünden çoğumuz yavaş yavaş geçerken, çoğumuz da hızlı
hızlı geçer gider. Yaşam şekli ve hayat tarzı hepimizin birbirinden farklıdır. İnsanın
yaşam süresini ne bir saniye uzatması, ne de öne çekebilmesi mümkündür.
Bundan
birkaç yıl önceydi. Gençliğini, bağırsaklarında yaşadığı bir sorun nedeniyle
hastalıkla mücadele ederek geçirdiğini söyleyen bir ses sanatçısının verdiği
röportajda okumuştum “yaşlanmayı geciktiren telomer tedavisi” olduğunu. Tematik
olarak, insan cildini ve saçlarını diri ve güzel tutmak ve yaşlanmayı geciktirme
olan kozmetik sektörünün ürettiği ürünlerle ya da estetik cilt gerdirme
operasyonları ile veya telomer tedavisi ile “yaşlılığı” durdurmak mümkün mü?
İnsan,
kullandığı kozmetik ürünler ile boyanın veya estetik cilt gerdirme
operasyonlarıyla derisinin altına sakladığı biyolojik yaşlanmayı bir noktaya
kadar gizleyebilir, ama Allah’ın ilminde yer alan yaşlanma ve eceli hiçbir insanî
irade değiştiremez.
İnsan,
bedeni üzerinde ne yaptırırsa yaptırsın, nasıl müdahalelerde bulundurursa bulundursun,
hangi ilâçları kullanırsa kullansın, hiçbir tıbbî müdahale ve ilâç, hiçbir
kozmetik ürün ve insan tenine yapılan hiçbir cerrahi operasyon, ebedî bir
gençlik vaat edemez. Binlerce yıldır insanların kafa yorduğu ve çözüm üretmeye
çalıştığı yaşlanma sürecini durdurma ar-ge çalışmaları ve insanın dış
görünüşüne yapılan bütün müdahaleler, duygusal bir tatmin çalışmasından öte
değildir.
Hayatın
İlâhî bir gerçeği olan, her canlının karşılaşacağı ve tedavisi olmayan yaşlılıktan
kaçmak mümkün görülmüyor. Bunu çaresiz kabulleneceğiz.
Yaşlılık,
bir bitiş, bir çöküş veya bir tükeniş dönemi değildir. Yaşlılık, hayatın tam
olgunluk zirvesine pik yaptıktan sonra “son sürat, bayır aşağı yuvarlanma”
dönemi de değildir. Yaşlılık, tam aksine, yılların biriken yorgunluğunun atılacağı
“keyifle kendini ve ruhunu dinleme” zamanıdır.
Yaşlılığı
durdurmak mümkün olmadığına göre, ne yapacağız? Hareketsiz kalarak, hiçbir
eylemde bulunmayarak yavaş yavaş tükenmeyi mi bekleyeceğiz, yoksa hayatımıza
yeni bir şeyler katarak, zihnimizi diri tutarak, psikolojimizi güçlendirecek yeni
öğrenme alanları mı açacağız?
Evet, yaşlılık dönemi, hayatın en nazik, en
özel ve belki de en yalnız dönemidir. Doğum, gençlik veya yetişkinlik gibi yaşlılık
da reddedemeyeceğimiz İlâhî bir gerçektir. Allah’ın uzun ömür verdiği her insan,
hayatında bu evreyi mutlaka geçirecektir. Eğer sahip olduğunuz servet ve ömrün,
bedenimizdeki sıhhat ve sağlığın devamlı olmadığını ve bir gün bizim de
yaşlanacağımızı ve yardıma muhtaç olacağımız gerçeğini unutmazsak, yaşlılık
dönemini “keyifli bir inanç ve ritüele” dönüştürebiliriz.
Biz
duygusal bir milletiz. Anne, baba, çocuklar ve torunlar olmak üzere üç neslin
bir arada yaşadığı gelenekten gelen bir milletiz. Biz, toplumun bugünlere
ulaşmasında önemli görevler üstlenmiş yaşlılarımızı, omuzlarında bir yük değil,
geçmişle bugün arasında bir köprü olarak gören, toplumun sürekliliği bilincini
ayakta tutan, dil, kültür ve tarih dağarcığının taşıyıcısı ve aktarıcısı olan,
tecrübe paylaşımları ile hayatı öğreten değerli birer insan ve emanet olarak
görürüz. Bizi yabancı millet ve toplumlardan ayıran en önemli farkımız, güçlü
aile bağlarımızdır. Türk
milleti, karşılıklı yardımlaşmayı ve dayanışmayı ilke edinmiş güçlü bir sosyal
bünyeye sahiptir. Ailemizde anne ve babalarımıza sahip çıkmak, toplumda yaşlılara saygı ve
hürmet göstermek, yaşlılık evrelerinde onları yanı başımızda tutmak, onların sorunlarıyla
ilgilenmek,
ihtiyaçlarına cevap vermek, aile bireyi olarak evlâtlık, vatandaş olarak insanî
görevimiz
ve dinimizin de en önemli emirlerindendir.
Yaşlılık,
her insanın ulaşacağı son evredir. Bugün genç olan, yarının yaşlısı olacak. Ve
her insan, ömrünü geçirdiği evde, ailesi yanında yaşlanmak ve yaşamak ister. Kimin
sıhhatinin ne zaman bozulacağını, kimin ne kadar yaşayacağını ancak Allah
takdir eder. Onun için, başta yaşlı anne babalarımız olmak üzere tüm yaşlılara
hürmet etmek, hatırlarını sorup gönüllerini almak hem ahlâkî, hem de dinî bir
görevdir.
Şunu
asla unutmamalıyız: Büyüğün küçüğe sevgisinin, küçüğün büyüğe saygısının
kalmadığı yerde kavga, sıkıntı, problem, hüzün ve keder vardır.
Evet,
eşya eskir, antika olur. İnsan yaşlanır, bilge olur. Ve nihayetinde bazen
küçücük, bazen kocaman hayatlarına sığdırdıkları yaşamlarındaki bilgeliği ile insanoğlu,
geldiği yere yani toprağa geri döner…