Estetik, ahlâk ve edebiyat

Bir şeyin güzel ve çirkin olmasını belirleyen ölçü, bizim estetik anlayışımıza göre İslâm ahlâkıdır. Bu ölçüye göre güzel olarak vasıflandırılan her şey güzel, çirkin olarak vasıflandırılan her şey ise çirkindir. Zira ahlâk, insanın davranışlarında, fiillerinde, çevresiyle ilişkilerinde yaratılış gâyesi ölçüsünde ideali yakalama düsturlarını ortaya koyarak insanı kemâle erdirmeye ve insanları anlamaya sevk eder.

ESTETİK; sanatçı tarafından sanat eserinin rûhuna nakşedilen duygusallığın ve hassasiyetin sağladığı, o eserin nev’ine göre dinleyicisi, okuyucusu, izleyicisi olan, muhatabının zevk idrakine, eserin güzelliği ve iyiliği yönünde heyecan veya ilgi uyandıracak değerlerin usûl ve kaidelerini inceleyen sanat felsefesidir. Estetik kavramına Osmanlıcada “bediiyat” denilirdi.

Sanat eseri ise, sanatçının fikirlerini, hayâllerini ve duygularını çeşitli yollarla ifade etme tarzıdır. Bu bazen bir şiir, bazen bir hikâye, bazen bir resim, bazen bir heykel, bazen de bir mûsikî olarak karşımıza çıkabilir. Her ne kadar eser sanatçının iç dünyasına ait olsa da artık dışa aksedip diğer insanların yani muhataplarının iç dünyasına hitap ettiği için içtimaî bir hüviyet kazanır ve artık bu eser, toplumun malı olmuş demektir. Sanat eseri, faydalılığından ziyâde insanda estetik heyecan uyandıran eserdir. Daha çok his ve duygu dünyasına hitap eder.

Bir sanat eserinin beğenilmesini sağlayan estetik değerlerin en başında, muhatabında uyandırdığı güzellik yargısı gelir. Güzellik anlayışı değişken bir özelliğe sahip olduğu için devirden devre, insandan insana farklılık arz eder. Güzelliği herkes farklı algıladığı için farklı farklı tarif etmişlerdir. Örneğin Aristo’ya göre, “bir bütünü oluşturan unsurların birbiriyle uyumu, ahengi”dir. Sokrates, Platon ve Kant gibi ahlâkçı filozoflara göre güzellik, “iyiliğin, doğruluğun bir başka adı”dır.

Bize göre de estetik, bir sanat eserinde güzelliğin terkibini ifade eder. Zira insan rûhu güzelliğe karşı ilgi duyar. İnsanın güzeli sevmesi, Yaratıcısının güzeli sevmesinden kaynaklanmaktadır. Bu yüzden Yaratıcının yaratılış âdetine ters olan her şey çirkindir ve estetik değeri yoktur. Güzelliğin olduğu yerde erdem ve iyilik olmalıdır.

Güzellik; mevzuu olduğu her sanat dalına has ölçülerle değerlendirilir. Her ne kadar, “Estetik (bediiyat); ahlâkın ölçeği iyi-kötü veya bilimin ölçeği doğru-yanlışla değil, kendi ölçeği güzel-çirkinle hareket eder” denilse de bir şeyin güzel ve çirkin olmasını belirleyen ölçü, bizim estetik anlayışımıza göre İslâm ahlâkıdır. Bu ölçüye göre güzel olarak vasıflandırılan her şey güzel, çirkin olarak vasıflandırılan her şey ise çirkindir. Zira ahlâk, insanın davranışlarında, fiillerinde, çevresiyle ilişkilerinde yaratılış gâyesi ölçüsünde ideali yakalama düsturlarını ortaya koyarak insanı kemâle erdirmeye ve insanları anlamaya sevk eder.

Bu yüzdendir ki ahlâkın, sanatta da estetik anlayışın “güzellik” dediğimiz en temel olgunun “kalıbı, vezni, şekil vericisi” olduğu söylenebilir. Ahlâkın insanlara yüklediği ideali yakalama vazifesi sanata irca edildiğinde sanatçıya, sanatta da zevk idealini yakalamayı yükler. Bu zevk ideali ise yine ahlâkî ölçülerle tezyin edildiğinde iyi, doğru, güzel kavramlarının tezâhürü olan estetik anlayışta bir ortak zihniyet değeri ya da değer yargısı oluşturması açısından önemlidir.

Bazı filozoflar ahlâkî iyinin her zaman sempatik ve çekici olmadığını, bir sanat eserindeki çıplak bir pozun ahlâk bakımından kötü olmasına rağmen güzel olabileceğini iddia ederler. Bunlara en güzel cevabı, Prof. Dr. Ramazan Demir bir makalesinde şöyle veriyor: “Nitekim günümüzde bu minvâl üzerine gelişen bir olgu daha gündemdedir; göz zevkine hitap eden estetik değerler mecrasından çıkarılarak ‘et teşhiri’ veya ‘şehevî duyguların tatmini aracı’ hâline getirilen ‘çıplaklık, mankenlik’ bile sanat sayılmaya başlandı. Sermayesi et teşhiri olan zavallı mahlûkların sanattan ne anladıklarını sorguladığınız zaman, duygu ve akıl boyutunun iflâs ettiğini görmek zor olmamaktadır.”

Zıt kutupları bünyesinde taşıyan insanın sırf nefsî arzularına esir edilişi, şehvet hislerini besleyen bu tip kabalıkları sanat eseri diye her türlü yazılı, sözlü, görüntülü sanat dallarını şehevî zevk kanallarının emrine amâde etmek ne sanatkârlıktır, ne de bunun estetik bir yanı vardır. Şurası unutulmamalıdır ki, bir toplumun edebiyatı, mûsikîsi, tiyatrosu ve sineması, o toplumun kültür derecesinin bir göstergesidir. Kültür bir medeniyetin kalbi ise, şehveti kültür yapmak ve medeniyeti şehvet zaviyesinden hayvanî bir dereceye indirmek ne çağdaşlıktır, ne de modernlik. Zira meşhur kaideye göre “kem âlat ile kemâlat olmaz”.

Bize göre şehvet olgusu, “mahremiyetle” sırlanmıştır ve eşler arasında kalması gerekir. İfşa edilmesi mahremiyete saygısızlık, dahası ahlâksızlıktır. Bu yüzden de ahlâkî olmayan hiçbir eser, bizce estetik değildir. Dolayısıyla sanat eseri de değildir.

Bugün fikir ve sanat eseri diye işportacı mantığı ile ortalığa düşen birçok ürün, içinden çıktığı bu milletin millî ve mânevî değerlerine yabancı ve milletten kopuk olduğu için muhatabı ile küskün ve irtibatsız bir hâldedir. Sanatçının estetik anlayışı, eserini beğenisine sunduğu muhataplarının estetik zevkine paralel, onunla barışık ve değerleri ile kaynaşmış olmak zorundadır. Bugün yüzyıllara inat ayakta, dimdik duran mimari eserler, divanlar, kulaktan kulağa söylenerek gelen şarkılar, türküler hep bu anlayışın mahsulüdür. Ecdâdımızın verdiği ve hâlâ dudak ısırtan eserler, onun kültürünün, kurduğu medeniyetin bir tezâhürüdür.

Edebiyat ve ahlâk

Edebiyat; duygu ve düşüncelerin, günlük konuşma dilinden farklı olarak kendine özgü bir dil ile estetik kurallar çerçevesinde, yazılı veya sözlü olarak dile getirilmesidir. Bu hâliyle edebiyat, içinden doğduğu toplumun yaşantısına ayna tutar ve bu hayatları âdeta bir ekran misâli yansıtır. Örneğin hikâye, tiyatro ve roman türleri, özellikle işlev olarak bu amaca hizmet ederler.

Toplumlar, edebiyatları ile âdeta yüzleşirler. Edebiyat aynasına düşen hayatlar toplumu yansıttığı gibi, gün olur edebiyata düşen, yarın hayatın bir sahnesi oluverir. Bu yüzden edebiyatın kendi toplumunu dönüştürme işlevi de vardır. İşte tam burada, bu dönüşümün “nasıllığı” ve “niceliği”, önem arz eden bir husus olmuştur çağları boyunca. Aristo’dan günümüze kadar üzerinde en çok tartışılan bir konudur edebiyatın bu safahatı.

Sanatın önemli bir dalı olan edebiyat ile ahlâk ilgisi üzerine çok şey yazılmış, çizilmiştir. Birçok düşünür edebî eserlerin ahlâkîliği üzerinde fikir beyan etmişken, özellikle pozitivist anlayışı benimseyen seküler kalemler, ahlâkîliğin karşısında özgürlüğün zedelendiği, edebiyatçının sınırlandırıldığı gerekçesiyle buna karşı çıkmışlardır. Ancak özgürlük ve hürriyet gibi kavramlar namütenahi olamazlar. En basit ifadeyle, birisinin özgürlüğünün başladığı yer, diğerinin sınırıdır.

Bizde bu husus özellikle Tanzimat dönemi yazarları tarafından tartışılmıştır. Bunlardan ilki, Namık Kemal’dir. Namık Kemal, 1866 yılında Tasvir-i Efkâr gazetesinde yayınladığı “Lîsan-ı Osmanî’nin Edebiyat Hakkında Bazı Mülâhazatı Şâmildir” adlı meşhur yazısında, edebiyata “nef’-i nas ve hayr-ı nâs’ görevini yüklemektedir. Bu yönüyle Namık Kemal, edebiyatta ahlâkçı bir tutum sergilemiş ve bunu savunmuştur. Ona göre edebiyat, toplumu eğiten bir araçtır.

Bu dönemin önemli bir kalemi olan ve “Hâce-i Evvel” unvanına sahip olan Ahmet Mithat Efendi, 1880 yılında Şark Mecmuası’nda yayınlanan “Romancı ve Hayat” ile “Roman ve Hikâyeler Ahlâk-I Umumiye İçin Muzır Mıdır, Müfid Midir?” başlıklı yazılarıyla bu konuları tartışmıştır. Ahmet Mithat Efendi, roman ve hikâyelerin toplumsal ahlâk yönünden zararlı ve faydalı olması ile ilgili şu değerlendirmelerde bulunmuştur:

“Bir kısım üdebaya göre romanlar eğer insanların ahlâk-ı hasene (güzel ahlâk) ve melekiyesine dair olursa faydalı, ahlâk-ı seyyiesine (kötü ahlâk) dair olursa zararlıdır. Bir başka görüşe göre, insan ahlâkındaki kötülükler, çirkinlikler roman sûretinde insanlara sunularak insanların bu çirkinliklerden sakındırılması söz konusudur.”

Zaten yazar da bu ikinci fikri savunmuş ve eserlerini bu düşünce üzerine bina etmiştir. Bu dönemde bu konulara kafa yoran bir diğer isim de Mizancı Murad’dır. Yazılarında edebiyatın ahlâkî ve ayrıca İslâmî kurallara da uygun olmasını savunarak Ahmet Mithat’tan ve Namık Kemal’den daha farklı bir anlayışı temsil eder.

Her ne kadar bunlar gibi yazar ve düşünürlerimiz bu tür fikirleri savunsalar da gelinen noktada edebiyat adına birçok sıra dışı, gayr-i ahlâkî ve gayr-i milli roman ve tiyatro yazınları ortalıkta kol gezmektedir. Bunların birçoğu da sahnelenerek kendisine daha geniş bir kitle bulmaktadır. Kültür emperyalizmine duçar olduğumuz son iki asırlık dönemde modernite ve çağdaşlık adına aydınlarımız/sanatkârlarımız millî rûhumuza yabancılaşmaktadır. Verdikleri eserler ise saman alevi gibi bir görünüp ebediyen yok olmaktadır.

Artık sanat ve estetik anlayışında tekrar bizi biz yapan değerlere, milletimizin zevk idrakine yönelme zamanı geldi de geçiyor! Amerika’yı yeniden keşfe kalkmaya gerek yok, öz de belli, maya da. Yeter ki görecek göze, fehmedecek idrake sahip olalım!

Edebiyatta şiarımız ne olmalı?

“Şiar” kelimesi, oldum olası hoşuma giden bir kelimedir ve çok kapsamlı bir anlama sahiptir. Arapça menşeli “şiar” kelimesinin sözlüklerde verilen anlamını araştırdığımızda karşımıza şunlar çıkmakta: “Duyuş, düşünüş ve inanıştaki ayırıcı özellik, belgi, ülkü, düstur, iz, işaret, alâmet, ayırıcı işaret, bir şeyi benzerlerinden ayıran özellik, nişan, âdet, yol, usûl…”

“Bir şeyi şiar edinmek” deyimi için de “o şeyi özellik olarak benimsemek, âdet edinmek” anlamı verilmiş.

Alanımız genel anlamda edebiyat olduğu için, akla, “Edebiyatta şiarımız neler olmalı?” gibi bir soru gelebilir. Bu soruya ilk verilecek cevap olarak da yine akla “Edepli olmak” gelebilir. Edep ise “terbiye, nezâket ve ahlâk” kelimeleriyle açıklanmış. Ahlâka “etik” anlamı da verilmiş. En genel anlamıyla edebiyat da düşünce ve duyguların, okuyucunun estetik bir haz almasını sağlamak amacıyla yazılmış eserlere verilen bir isimdir. Edebiyat ve edep kelimelerini bu anlamları ile düşünüp meseleye bu açıdan baktığımızda, “Edebiyat, edep ile başlar” diyenler, el-hak doğru söylüyorlar.

Meseleye “etik” kavramı cephesinden bakalım bir de… Her ne kadar yanlış görenler varsa da, “etik” kelimesini toplumumuz ahlâk olarak algılamıştır. Oysa bu işle meşgul olanlar, etiği “ahlâk felsefesi” olarak tarif edip, felsefenin bir şubesi olarak görürler. Görevi de felsefî anlamda doğru ve yanlış kavramlarını incelemektir. Kelimenin kökeni Yunanca “ethikos” kelimesine dayanır ve “alışkanlık, örf ve âdet” anlamına gelir. Hattâ buradan yola çıkarak kimileri bu kelime için “törebilim” de demiştir.

İşin aslı, “etik” ile “ahlâk” kavramları arasında da birkaç fark mevcût. Daha çok toplum tarafından oluşturulmuş kodlar ve normlardan oluşan kurallara etik denilmekte. Ahlâk ise daha kişisel bir olgu olarak görülmekte. Bu açıdan bakıldığında ahlâkî değerler kişiden kişiye değişirken, etik değerlerse toplumdaki her ferdi bağlar ve bu kurallar değişmez. Biraz karışık, değil mi? İşin içine girildiğinde, “Ahlâkın kaynağı bilgi midir, ilâhî midir?” gibi birçok felsefî tartışma ile karşılaşılır ki yol yakınken hemen bu mevzudan çıkalım ve tekrar “edep” kelimesine dönelim!

Madem şiarı “ülkü” veya “ilke” olarak ele aldık, o zaman rahatlıkla, “Edepsiz bir edebiyat, şiarımız olamaz” diyebiliriz. Madem yeryüzünde Allah’ın halîfesi olmak adına eşref-i mahlûkat olarak yaratıldık, o zaman edepli olmak durumundayız hem hâl, hem de lîsan ile. Bu minvâlde tarif edilen edebin sınırları, “emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker” dairesince çizilmiş zaten. Uygulamasını da Bizzat Sevgili Peygamberimiz örnek yaşantısı ile bizlere “Sünnet-i seniyye” olarak mîras bırakmış. Sınırlarımız belli yani…

Şimdi buradan hareketle kimileri de çıkıp, “Biz kalemimizi istediğimiz gibi kullanırız, özgürüz” diye itiraz edebilir. İnsanın bu âlemde sonsuz özgürlüğü yoktur. Okul sıralarında öğretildiği kadarıyla bile özgürlüğümüz, başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde biter, değil mi? Nitekim Üstad Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü isimli eserinde, “Kendini Allah’a esir ver ki hürriyeti bulasın ve hayvan hürriyetinden kurtulasın” demektedir. Yine aynı eserde Üstad, “Hürriyet için hürriyete talip milletler, kendi kendilerinin esiri olmaktan kaçarken başkalarının esiri olmaya mahkûm” der. Ona göre, “hürriyet bir gaye değil, vâsıtadır ve gâye bir tarafa bırakılıp vâsıta gayeleştirilemez”.

Mutlak hürriyet, sadece hayvanlara bahşedilmiştir. Zira onlar, yaptıklarından dolayı sorumlu tutulmayacaklardır. Oysa insanoğlu yaptıklarından ve yazımız özelinde yazdıklarından sorumludur ve hesaba çekilecektir. O zaman bir yazarın hürriyeti, İlâhî sorumluluğun sınırları ile çevrilmiştir. O zaman bir yazarın şiarı, en başta taşıdığı bu sorumluluğun şuurunda olmaktır.

Üstada göre insanın varlık şiarı, onda olması gereken mücerret fikir istidâdıdır. Bu açıdan bakınca fikirsiz bir edebiyat da olamaz. Edebiyatta fikir ve etik, yazılan bir metnin rûhunu çerçeveleyen görünmez unsurlardır. Bunların olmadığı bir metin, pusulasız bir gemi gibi deryâ ortasında kalakalmıştır. Yine bu unsurları göz ardı ederek, sırf yazmış olmak için bir metin yazılmamalıdır.

Edebiyatçı eleştiride, mizahta, hicivde de ölçülü olmak zorundadır. Elindeki kalem; başkasına hakareti, iftirayı, sövgüyü, şantajı onun için mubah kılamaz. “Ben yazarım” diye kötülüklerin, cinayetlerin, intiharların, zulmün, köşe dönmeciliğin, üçkâğıtçılığın, hırsızlığın, hainliğin, terörün özendirildiği metinleri yazmak, bize bir şey katmaz. İyilik ve güzelliklerde ısrarlı olmak, bir yazarın şiarı olmalıdır. Millî ve mânevî değerlerimiz, evrensel değerler, yazılarımızın ışığı olmalıdır.

Yazar, sonuçta bir insandır. O insan, başta da söylediğimiz gibi “eşref-i mahlûkat” olarak yaratılmıştır. Yaratılma amacının dışında ve fıtratına mugayir bir hayat sürdüğü andan itibaren “esfel-i safilin” derecesine doğru hızla irtifa kaybedecektir. Dünyaya gönderildik ama başıboş bırakılmadık. Yaptığımız her fiilin, söylediğimiz her sözün hesabını vereceğiz. Hem insan olarak, hem de yazar olarak…

Bu gerçekler ışığı altında kısaca, “Bir edebiyatçının şiarı, yazdığı her kelimenin şuurunda olmaktır” diyebiliriz.