Esrarlı göçebe

Baharın ilk yarısıydı; yakın ya da uzak bir tarihe şahitlik etmiş bir çınar gölgesinin altında rastladım ona. Gözlerinin derinliğinde ceylanlar geziniyordu, akında ise yağmurdan kalma bir parlaklık vardı…

İNSANLIK, Âdem’in mükâfat yurdundan yoktan var edildiği topraklara kovulmak suretiyle "sürgün" edilişiyle birlikte bir "göç" dalgasına tutuldu. Mazlumların, zalimlerin elinden kaçışında, yeni bir yurt edinme ve yaşama tutunma amacıyla günümüze kadar artarak devam eden bu göç dalgası, hemen hemen tüm Nebîlerin başvurduğu bir metot hâline geldi ve arkadan gelenler de açılan o necat izden yürüyerek günümüze ulaştılar. Nuh tufanındaki görüntü ile Peygamberliğin En Son Halkası’nın (sav) hicretindeki görüntü aynıdır; bir davanın ve o davaya gönül verenlerin sahil-i selâmete ulaşma gayreti, Varlığın Yegâne Sahibine olan tevekkül, sabır ve azim...

Gerek İslâm, gerek Osmanlı, gerekse yakın tarihe bakacak olursak, benzer göçlerin "en yakın" coğrafyadan tutun, en uzak kıtalara kadar hâlen devam ettiğini görürüz.

Birçoğumuz yaşamımız boyunca, "Soyumuz nereye dayanıyor?" sorusuna cevap aramış yahut benzer bir soruyla muhakkak muhatap olmuşuzdur.

Bütün mesele, soruların kulağımızda ne zamandan beri yer edindiğinden ziyade, bahsi geçen o nirengi noktasına ulaşmak, oradan da kan ve gözyaşının hâkim olduğu Âdem’in topraklarına kuşbakışı bakabilmektir.

Nefes alıp verdiğimiz o "kısıtlı" süre boyunca yeni mekânlar, yeni simalar ile karşılaşır ve tanış olduktan sonra "Buraları daha önce görmüştüm" yahut "Sanki yıllardır tanıyorum" gibi bir hisse kapılırız. Bu ve buna benzer hâller öyle çoktur ki, neredeyse bu his, “Yaşam, bir tekrar döngüsünden ibarettir” tezine ulaştırır bizi.

Elest bezminden bir an

Baharın ilk yarısıydı; yakın ya da uzak bir tarihe şahitlik etmiş bir çınar gölgesinin altında rastladım ona. Gözlerinin derinliğinde ceylanlar geziniyordu, akında ise yağmurdan kalma bir parlaklık vardı. O kuşbakışının yerini alan "denklik" fiziksel ölçülerin dışına taşmış, birkaç saniyelik zaman dilimi, upuzun bir tarihin galasını andıran sinema şeridine dönüvermişti.

Zaman, en iyi ilaçtır

"5N-1K" yapmaksızın bütün soruların hafızadan silindiği ve cevap aramaya gerek kalmadığı bir zamandı. Ve sıklıkla duyduğumuz bir hakikat, aynı anda kulağımıza fısıldadı: "Zaman, en iyi ilaçtır!"

Evet, zamanın bize sunduğu o fırsatın perde ardındaki asıl güce sıklıkla şükrederek tamamladık bahsi geçen süreyi. Sonrasında ise soruların sayısından ziyade, cevapların sayısı arttı. Soy itibariyle aynı kökün dibinde büyümüşlüğümüz vardı. Bizim olmasa da atalarımızın çocukluğunun geçtiği Kuzey Kafkasya’dan Anadolu’ya göç etmek zorunda bırakılan bir toplumun torunları arasında yer almanın haklı gururuyla, "Xabze" adı verilen kültürün mirasçılarının Anadolu’da yeni ve daha asil bir hayata tutunurken yaşadıkları zorluklara şahit oldum bu vesile ile.

O çınar altındaki gölgeler, dünde kalan güzellikleri gün yüzüne çıkaran ve tüm engelleri ortadan kaldıran boy aynası gibi gerçeği sunan büyük ağacın geniş yapraklı dallarına aitti. "Yakın" diye nitelendirdiklerimiz ile acılarımıza mendil, sevinçlerimize bereket olan vefalı komşularımızla sürdürdüğümüz hayat hikâyemizin her devri "hoşgörü" atmosferi içinde geçti. Bir Adige, hayatı boyunca göz derinliğinde saklanan kültürün inceliklerini öğrenmek, onu yaşamak, yaşatmak ve yarınlara aktarmak için, her şeyin en iyisine, en güzeline ve en doğrusuna ulaşma gayreti içinde olurdu tıpkı onun gibi.

Esrarlı bir göçebeyi andırıyordu ve bir arayışın içinde olduğu muhakkaktı. Bazen peşine düşen mecnunlardan kurtulmak için Leyla’yı öne sürüyor, kaybolmak için uğraş veriyordu. Bazen de keşfedilmeyi bekleyen bir yarımadaya bürünüyordu. İnsan, geçmişi itibariyle "saklı" bir hazineye benzer ve ömrü, o hazineyi arama mücadelesiyle geçer. Bazen bu mücadele yeterli gelmez. Yön-yöntem belirleyen bir haritaya gereksinim duyarsınız. Bugün Kafkasların, en geniş anlamıyla Çerkezlerin, pergelin ucunu batırdıkları "atayurdu"ndan tutun, dünyanın değişik coğrafyalarında o haritaya ait bir parça bulmak mümkündür. Diğer kültürleri bekleyen tehlike, bu kültür için de geçerlidir ve bir an önce harita parçalarının bir araya getirilerek bütüne ulaşılması ve o hazinenin emin ellere teslim edilmesi gerekir.

Hayatı canlı cansız tüm varlıklarla birlikte ele almak, dil, din, ırk farkı gözetmeden herkesin hak ve hukukuna sahip çıkmak, akla ve yaşamın sunduğu sürprizlere kendini uyarlamak, bir bakıma güncellemek için "dinamik" yapının içinde yer alan Nahit Serbes, “Xabze” isimli kitabında Apsuva kültürünü tarif ederken, "Geçmişte var olan kuralları araştırdım, bugün yaşanan şeklini tanımladım, yarın olması gereken şekline ışık tutmaya çalıştım" der. Bu tariflere fazlasıyla uyuyordu. Zaten uymayanları, Âdem'dekine benzer bir kovulma riski beklemektedir.

Kendine has değer yargıları ve yaşam biçimi olan, sosyal dengeyi düzenleyen geleneklere sıkı sıkıya bir bağlılığı bulunan Apsuva kültürünü ayakta tutan, yazın eserlerinin yanı sıra örf, âdet ve ritüelleri ile kendi dilleri vardır. Bu kültürü günümüze kadar taşımayı başarmışlarsa, bu başarıyı, toplum kalitesini yükseltmek için belirledikleri kurallara harfiyen uymalarına borçlular. Belirlenen kırmızıçizginin dışına çıkılmasını ise, töreye karşı işlenmiş suç kabilinden saymışlardır. 

“Başsız ayaklar yetimdir”

Sosyal yaranın başında gelen boşanmaların en az görüldüğü kültüre ait "en bilindik" kuralların başında, günümüzde tıbbın da dillendirdiği “akrabayla evliliğinin yasaklanması”, “bilgelere ve yaşlılara mutlak saygı duyulması”, “kadınla erkeğin müsavi sayılması”, “doğayı koruma ve kollama adına vakti geldiği için kesilen ağaç sayısı kadar yerine yeni fidanların dikilmesi” ve “avlanma mevsimlerine riayet edilmesi” gelir. Eksilenin yerini alma ve başın başlığını devam ettirme geleneği, "göçe" rağmen ödün vermeden süregelmiştir.

“Misafiri olmayan ev karanlıktır”

Ülkemiz genelinde misafire gösterilen izzet, ikram ve ehemmiyetin bir benzeri, vatan ve bayrak için can vermenin, tabir-i diğerle şahadet şerbeti içmenin fazilet sayıldığı "Ayhabı" kültüründe de görülür. Giyim kuşamın yanında yaşam alanlarının temizlik ve hijyenine, beşerî münasebetlerde vefaya ve dürüstlüğe, toplumsal dayanışmaya değer atfedilen “Kabze” toplumunda kurallara riayet etmeyenlerin toplum dışına itildiği hatırdan çıkarılmamalıdır. Bu yönüyle önde olmanın hakkını veren, örnek yaşam modülüne uyan bir prototiptir. Doğası gereği olduğu kadar, bağlı bulunduğu kültürün tüm özelliklerini de taşımaktadır. Belki de bunun altında yatan sebep kültürel bağdır, kim bilir…

“Kültür, yaşayan bir müzedir”

Asırlar önce oluşan bu kültür, gelişen teknoloji ile yerleşik hayata geçişten sonra baş gösteren şehirleşmenin neticesiyle "yok olma" riski yaşamaktadır. "Vatanını kaybeden bir millet varlığını sürdürebilir, ama kültürünü kaybeden bir millet ölür." 

Bu itibarla “Apsuva” kültürü, düğün-dernek, sünnet, vefat gibi çok katılımlı ortamlarda kulaktan kulağa, nakil yoluyla günümüze kadar ulaşmıştır.

Bahsi geçen nakil yolları günümüz itibariyle tıkanmış olsa da, bu tehlikeyi fark edenlerce Adapazarı, İzmit, İnegöl, Eskişehir, Bilecik, Bozüyük, Düzce ve Bolu’da ölümsüz bir kültür arşivi oluşturulmuştur. Çınar altındaki esrarlı göçebe de tam bu coğrafyanın çocuğudur! Onu yazmayı değil, yaşamayı yeğleyerek, bununla iktifa ediyorum. Her yıl Mayıs ayında o çınarın gölgesine sığınırken, güz başlangıcında ise dallarını mesken tutan yaprakların kendi gövdesi alındaki resitalini izlemeye giderim. Şimdi aylardan Aralık ve bir doğum muştusunu haber veriyor karla kaplı dalları…

 

Kaynak: www.apsuvara.org