Eski usûl Umurbey düğünü (2)

O gün hamama gelen kim varsa, hamam ücreti ödemez. (Gaynatanın canı sağ olsun.) Bilmeden gelenler dâhil… Yalnız, kapıda gelenlere “Filancanın gelin hamamı var” diye söylenir. Davetiye sorulmasa da (ki zaten o zamanlar davetiye âdeti yok) girmek istemeyen olursa geri dönermiş. Yine de nâdir rastlanan bir durum olsa gerek.

GELENEĞE göre bizim oralarda, Bursa Umurbey’de evlilik sürecinin aşamalarının ilk beşini sıralamıştım. (İlki “görücü gitme”, ikincisi “dünürcü gitme”, üçüncüsü “dünürcülerin tekrar gelişi ve söz kesme”, dördüncüsü “yüzük takma ve nişan” ve beşincisi “esvap düzme”dir.)

Bu sıralamanın kalan kalemlerini bu ay sırlayacak ve tamama erdireceğim…

Hatıralar, sis bulutu arkasında

En son sinemalardan bahsettik ya, o dönemde bizim delikanlı, çocuk denecek yaşta. Oyun çağının sonuna ermemiş. Henüz televizyon ile tanışmamış kimse…

İki sinema arasında rekabet var. Çocuklar, o günkü filmlerin afişlerini bir kontrplâk üzerine don lâstiğiyle tutturuyor, çivilerden dolaştırarak sağlamlaştırıyor, iki çocuk afişleri sokak sokak dolaştırarak müşteri çekmeye çalışıyor. Birinin elinde, megafon niyetine bir ucu geniş, bir ucu dar boru… Filmin adını ve oyuncuları tek tek bağıra bağıra dolaşıyorlar. Afiş gezdiren, sinemaya bedava girmeye hak kazanıyor.

Delikanlı da o zamanlar az afiş dolaştırmadı. “Aha! Ben o zamanna bu sokaktan kim bilir kaç defa geçtiydim. Hiç hatırlamıyom eyi mi? Dikkatimi çekmemiş demek. Köy böyük, insan herkesi tanımeyo, ondan mı? Yok yok, mümkünatı yok. O zamanna daha pek güçcük benim gül yüzlüm, ondan. Ööle ya… Tabii.”

Çeyiz asma

Alınan eşyalar kamyonla geldi. Dip köşe temizlenen eve yerleştirildi. Sıra geldi çeyiz asmaya. Düğün gününün bir hafta öncesi… Kız evine küçük bir heyet gider sandık almaya. Ceviz sandığın içindedir çeyizler. Fazlası da vardır ama çeyizin sembolü sandıktır. Gelinin kardeşi çeyiz sandığının üstüne oturmuştur. Bahşiş almadan kalkmaz. Onun bahşişi verilir, sandık sırtlanılır, yeni adrese götürülür.

Alınan eşyalarla beraber, kızın hazırladığı çeyizler -Aman Allah’ım, ne kadar da çokmuş!- eve yerleştiriliyor, kimi duvarlara gerilen iplere asılıyor, kimi masaların, yatakların, kanepelerin üzerinde sergileniyor. Porselenler, çelikler, kıyafetler, el işleri, göz nurları, uzun gecelerin parmak delen, göz bozan incelikte işlemeleri… Gecelikler, sabahlıklar, bornozlar, havlular, çoraplar, ayakkabılar, terlikler, mendiller, içe giyilenler, dışa giyilenler, hiç giyilmeyecek olanlar, bohçalar, sandıklar…

Çeyiz asma tamamlanınca, konu komşu, uzak yakın akrabalar, davetliler gelir, gelinin çeyizini görür. Her taraf doludur. Gelen giden onlara bakacak, hepsini görecek, “Hımm” diyecek, “Vayy” diyecek, “Şu noksan, bu fazla” diyecek… Fikir edinecek, kendininkiyle mukayese edecek, kimine özenecek, kimine tepeden bakacak.


Gelin hamamı

Gelin hamamını kadınlara sormalı. Dışarıdan bildiğimiz kadarıyla, Perşembe günü, sarmalar-dolmalar, börekler-çörekler, şuruplar-şerbetler hazırlanır, köyün tarihî hamamına gidilir, havuz başında ve göbek taşında çalıp söyleyip oynayarak eğlenilir ve bütün kadınlar ve kızlar yıkanır. Çalgı çengi eşliğinde tabiî... Kızların kiminde def, kiminde darbuka… Sabahtan akşama bütün bir günü aldığını kaydetmekte fayda var.

O gün hamama gelen kim varsa, hamam ücreti ödemez. (Gaynatanın canı sağ olsun.) Bilmeden gelenler dâhil… Yalnız, kapıda gelenlere “Filancanın gelin hamamı var” diye söylenir. Davetiye sorulmasa da (ki zaten o zamanlar davetiye âdeti yok) girmek istemeyen olursa geri dönermiş. Yine de nâdir rastlanan bir durum olsa gerek.

Lokum günü

Günlerden Cuma… Geldik lokuma... Lokum, cevizli hamur… Umurbey’in klasiklerinden…

Umurbey, Orhan Bey zamanında kurulan, kökeni 1300’lerin ortasına dayanan bir köy… Daha doğrusu köy “idi”. Sonra belde oldu. 1953’ten itibaren belediye vardı. Beldeler mahalleye dönüştürülene kadar… Şimdi Gemlik’in bir mahallesi… İleride belki eyalet olur, belki vilâyet. Nasip!

Umurbey’in ilk adı ise “Kozca”. Koz, malûm, “ceviz” demek. Osmanlı döneminde Kozca’yı “ceviz yetiştirilen yer, cevizin olduğu yer” şeklinde kullanmışlar. Eskiden epeyce ceviz varmış. Benim hatırladığım 40-50 yıl öncesinde de öyleydi. Bu yüzden hamur işlerinde, tatlılarda, hattâ çocuk oyunlarında hep ceviz vardır.

Hazırlanan cevizli hamurlar tepsiye dizilir, üzerine susam serpilir, fırına verilir. Fırından çıkınca, seyretmesi bile zevklidir. İçine bir iki baharat da katılıyor.

Lokum, düğün haftasının Cuma günü yapılır. Evvelinde gençler, önceleri öküz arabalarına, sonradan traktör römorkuna doluşarak erken vakitte çırpıya giderler. Çırpı, civar dağlardan toplanan pıynar dalları… Koyu yeşil ve yağlı olduğundan çatırdayarak yanar. O sesi uzaktan duyan, “Aha fırını yakmışlaa!” der.

Gençlerin çırpıya gitmesi, başlı başına bir eğlencedir. Şarkılar, türküler gırla gider. Ellerde tüfekler, belde fişekler… Geldiklerinde oğlan evi önünde bir törendeymiş gibi çalı çırpılar indirilir. Bu sırada biraz taşkınlıklara da rastlanır. Meselâ eldeki tüfeklerle ateş ederek oğlan evinin çatıları dokunur. “Ulen yapmayın ulen! Keratalar, daha yeni yaptırdıydık o çatıyı. Tüh tüh tüh…”

Çıkışan ya oğlan anası ya da babasıdır. Havaya ateş edilir fakat çatının duvardan çıkıntılı kısımları da yerde değil, havadadır. Bazen damdaki bacalar vurulur. Baca üstünde şişe veya desti varsa, hiç af yoktur!

*

Haberlerde sıkça rastlanmaktadır, “Düğünde havaya ateş açıldı, bir kişi vuruldu” diye. Bazen damat, kardeşi, hattâ gelinin bile kurşuna hedef olduğu görülmektedir. Havaya ateş açılıyorsa, nasıl oluyor da yerdeki insanlar vuruluyor? Yoksa onlar keyiften havalara mı uçuyorlar da kurşunlar isabet ediyor?

Çok şükür, bizim köyde hiç böyle bir vaka yaşanmadı. Hep çatıların çıkma kısımları dokundu, hep gaynana ile gaynata dizlerini dövdü.

*

Bahçedeki fırın iyice ısınınca, tepsiler dolusu hazırlanan lokumlar pişirilir. Gelen yüzlerce misafire zeytin ve peynir eşliğinde ikram edilir. Misafirler, lokuma geldiklerinde düğün hediyesini de getirirler. Bir dönem, ince camdan altılı su bardağına “limonata takımı” denilirdi ve en çok verilen hediyelerdendi. Biraz daha masrafa girmeyi göze alan, o kutuların daha büyük ve kare şeklinde olanını getirirdi ki onun içinde fazladan bir sürahi de var demekti. Düğün yapan aile, yüzlerce limonata takımına sahip olurdu. Aynı paketler, başka düğünlere de götürülürdü tabiî. Düğünlerde ahaliye limonata dağıtmak gerektiğinde ise elbette kullanılıyordu o bardaklar. Geçmiş yıllarda emeğin ucuz, paranın kıt olduğunu göz ardı etmemek gerekir.

Gına goma

Kına gecesi mutlaka çok güzel yapılacak. Ki, düğünün en can alıcı noktası… Yine kadınlar arasında olup bitecek. Erkeklere yasak! Geline ve arkadaşlarına kına yakılacak. Şarkılar, türküler çalınıp söylenecek, yine oyunlar oynanacak. “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler” denilecek. Acaba eskiden, bu türkü yokken, kına gecelerinde ne söyleniyordu? Gelin ve anası nasıl ağlatılıyordu? Gel de merak etme şimdi!

Oyun çıkarma

Kına gecesinin en çarpıcı bölümlerinden biri de “oyun çıkarma” kısmıdır şüphesiz. Erkek olmadığı için, kadın ve kızlardan bazıları erkek kılığına girer. Saçlarının ucundan kesip bıyık yapar. Başına kasket takar. Ceket ve pantolon giyer. Bir tiyatro sahneye konulur. Oyun çıkarma, yeteneklerin sergilendiği bir eğlencedir. Küçük çocuklar dâhil herkesi güldürür. Taklit yeteneği olanlar için performans imkânı…

Ocaktaki tava veya kazanın dış kısmındaki is, yüze sürülür. Çünkü erkek kısmı devamlı bağda, bahçede, zeytinlikte çalıştığı için esmer olur. Kadın gibi değildir cildi. Bu hususu da atlamaz sahneye çıkanlar. Yürüyüş ve konuşma taklidi, şakalaşmalar, seyredenleri kırar geçirir.

Belli bir metin yoktur. Doğaçlama ilerler ve oyun kendiliğinden gelişir. Belki başlarken “Ne oyun çıkaralım?” diye sorulunca, bir iki cümle ile kararlaştırılır, o kadar. Seyredenlerden de müdahale olduğundan, her seferinde farklı kurgular çıkar. Esas maksat, eğlenmek olduğu kadar, kızını gelin edip evinden gönderen ananın gönlünü biraz olsun hoş etmek, doğduğu günden beri ana kucağında, baba ocağında olan genç kızın ayrılıktan kaynaklanan üzüntüsünü hafifletmektir.

“Gına gelsin gaari”

“Getirin gınayı, yaksın anası!” dendiğinde, yürekler bir başka atar. Gözler yaşlanır. Hıçkırık bile duyulur.

“Ah anam, garip anam!”

“Yavrııımmmm! Nası gıycem de göndercem ben seni?”

Oradan yaşlı kadınlardan biri hemen sesini yükseltir: “Kesin bakem! Gader bu, gaanun bu. Herkes kendi yuvasını guracek helbet. Vakdıynan sen de ananın evinden bööle ayrılmadın mı? Bırakın ağlayıp zırlamayı. Eğlentiye geldik biz buraya, oturup ağlamaya gelmedik. Hade, çalın şindi. Galkın oynayın…”

Çengiler, gür sesleriyle çalıp söyler tekrar: “Yüksek yükseeek tepeelereee ev gurmasınlaaaar…”

Haydaaa… Yine o ayrılık türküsü!

“Gızlaa, biraz da çifte telli çalın hele…”

“Bi de kasap havası…”

“Bu dar alanda kasap havası olur mu gıı?”

“Olur helbet. Neye olmacemiş? Vur gıı Goca Naciye… Vur dümbeleğin orta yerine.”

Düğün yemeği

Düğün yemeği ayrı bir bahistir. Cumartesi akşam ve Pazar günü öğlen verilir. Fakir olsun, zengin olsun, düğün sahibi herkese açık şekilde yemek ikram eder. Kahveler dolaşılarak, evlerin kapıları tek tek çalınarak düğün yemeğine davet edilir insanlar. Kahvehanede kimsenin kalmaması gerekmektedir. Yoksa düğün sahibi gücenir.

Yemekler, büyük kazanlarda pişirilir. Köyün namlı aşçılarından biri çağrılır. Giritli Nimet Yenge, Düşmezlerin Rukiye Teyze veya bir başkası… Onların hünerli elleriyle yemekler pişirilir. Birkaç komşu kadın da yardımcı olurlar. Patatesler soyulurken, etler doğranırken, bulaşıklar yıkanırken… Gönüllü gelirler yardıma. Yaprak sarma işi ise kalabalık ister.

Düğün yemeğinin eskilere dayanan belli bir usûlü, erkânı vardır. “Düğün çorbası” ile açılış yapılır. Şimdi, bu düğün çorbası üzerinde biraz kelâm sarf etmek gerekir…

Gayet tabiî, her yörede var düğünler ve çorbası. Ancak hiçbir yöredeki diğerine benzemiyor. Bizim köydeki de kendine has elbette. “Ayrıntılı bilgi isteyen, gidip danışsın” diyeceğim, ayıp olacak. Verelim tarifi gitsin, sır değil ya!

On on beş kadın toplanır, hamur açarlar. O hamur bıçaklarla ince ince kesilir. Etler kemikli hâlde kaynatılır. İnce kıyım hamurlar et suyuna katılır. Salça, yağ ve baharat eklenir. Tabaklara aktarılacağı sırada kuru nane serpilir ve servis edilir.

Sıradaki yemek, etli patatestir. Sonra pilav gelir. Yaprak sarması olmazsa olmaz. Ki Umurbey’in yaprak sarmasını bir yiyen, bir daha unutamaz, “Bir sonraki düğün ne zaman?” diye sorup araştırmaya başlar.

Etli nohut da arada görünür, kaybolur. Çok lezzetli olduğundan, çabucak yenir, bitirilir. Sırada irmik helvası beklemektedir. Ama isteyen, öncekilerden takviye yapabilir.

Yemekler boldur, kazanlar dolusu… Yan yana dizilen masalarda karnını doyuran kalkar, kenara çekilir, cığarasını tellendirirken, yerine başkaları oturur. Gençler hizmet etmektedir. “Hızmatta ve hörmette kusur olmaz.”

Zaman zaman çatal kaşık sıkıntısı baş gösterirdi o zamanlar. Yıkamada aksaklık yaşanabilirdi. Bunu bilen ve beklemeyi göze alamayanların kendi kaşığını cebinde getirdiğini gördü bu gözler, emin olun. Kimi tahtaydı, kimi metal…

“Yemekle pek gözel olmuş Nimet Yenge, ellerine sağlık…”

“Afiyet olsun”

“Ziyade olsun, Hacı Emmi…”

“Afiyet şeker olsun yavrım, darısı başına.”

Çay gaave

Yemekten sonra, çay kahve zamanı! Gelsin bakalım… Kim ne içiyor, söylesin tek tek… Kimse elini cebine atmasın, damat beyimizin kesesine bereket!

Haydi bakalım, sağdıç böyle söyledi.

“İkile bizim çayları gaaveci!”

Kimdir kahveci? Necmettin, Mustafa, Hüseyin, Ahmet, Mehmet, Halit, Emir, Ömer, Tuğrul, Bekir, Metin… Saymakla bitmez. Bir ara noksansız on üç kahvehane vardı Umurbey’de (70’lerin sonu). Şimdi bile o kadar değil. Bakın, sayarken birkaçını unuttuk işte!

Tut ki yedek kulübesi görünmüyor, elimize de liste ulaşmamış. İşte mazeret!

At yarışı

Her evde, taşıma için kullanılan atlar, eşekler bulunduğunu söylemiştik. Yaklaşık olarak köyün yarısında at, yarısında eşek vardır. Orta yolu tercih ederek, ikisinin ortalamasını alanlar ise katır kullanırlar. Taşımada kullanılan atlara “beygir” denmektedir. Onlar yarış atı değildir. Ancak iyi bakılan, iyi beslenen, tımarı lâyığınca yapılan beygirler, eyer vurulunca yarış atı gibi olurlar.

Düğünlerin en hoş yanlarından biri de at yarışı yapılmasıdır. Gençler, çocuklar, orta yaşlılar ve meraklı ihtiyarlar, yarışı seyretmek için Ceza Çeşmesi başında toplanır. Evvelce ileriye doğru aheste gitmiş yarışçılar, Engürü tarafında yaklaşık üç dört bin metre ileride yola yan yana dizilirler. Başlarında güvendikleri biri işaret verince yarış başlar. Ceza Çeşmesi’ne ilk varan, yarışı kazanır. Ödülü ya bir tavuk, ya bir kuzu veya biraz bahşiş ile bir havlu… Burada birinci olmanın getirdiği prestij, ödülden daha kıymetlidir. Cakası yeter!


“Bir düğünde en son at yarışı yapıldığını ne zaman gördük?” diye düşünecek olursak, “Otuz yıl” mı demeli, “Kırk yıl” mı, bilemedim. Daha evvelden ise at yarışına ilâve olarak bir de güreşler yapılırmış. Gençler birbiriyle eşleşir, çimen üstünde, toprak üstünde, artık neresi olursa güreş tutarlar, damadın şerefine saatlerce güreşirlermiş.

Burada bir parantez açarak, güreşe “küreş” dendiğini not düşelim. Neredeyse bütün “K” seslerini “G”ye çeviren Umurbey milleti, güreşe “Küreş” demeyi tercih eder. Bazıları da “güleş” der. Bilhassa çocuklar…

Biz düğünlerde yapılan güreşe, küreşe yetişemedik. Bizden sonrakilerse at yarışından da habersiz. Zaten “Ölüyorum” dese biri, “İlle de ata binmem lâzım, başka türlü kurtuluşum yok” diye bağırıp feryat etse, onu bindirecek bir at bulmak zor artık. Beygir bile… Neredeyse herkeste traktör var.  Gelenek devam etsin, âdet yerini bulsun diye traktör yarışı yapılacak değil ya…

*

Traktör o kadar hayatın içinde, tam orta yerinde ki… Aldığı traktörün markası, çoğunluktan farklı ve tek olduğu için o marka, bir kişinin lakabı hâline gelmiştir. Hayatın içinde olan traktör, maalesef bazılarını hayatın dışına çıkarmıştır. Arazi engebeli olduğu için yokuş çok, düzlük azdır. Hızlı traktör kullanan gençlerden hayatını kaybedenler oldu. Bazıları yakın arkadaşlarım ve akrabalarım… Bilhassa traktörün hızla arttığı ilk yıllarda, her sene bir iki kişiyi traktör kazasında kaybederdik. Onca can gittikten sonra, o aletin şakası olmadığını, hız yapmaya elverişli olmadığını anladık çok şükür.

*

Düğüne dönelim… At yarışı yapıldı, bitti. Şimdi ise hayvanların teri soğusun diye yedilerek yavaş yavaş yürütülüyor. Sonuç?

“Dramalının ufak oğlu birinci geldi.”

“Önceki düğünde de Çilli Şaban gazanmışdı yarışı.”

“Gene yukarı maalle deyon yani…”

“Ee ne olcek? Yeni evleede kaç kişide beygir vaa kın daydam?”

Nikâh

Nikâh töreni aile arasında yapılır. Fazla kalabalık olmaz. Muhtar kıyıverir. Hoca da ya Cumartesi akşamı yahut Pazar günü gelin, koca evine girdikten sonra gelir, görevini yapar. “İmam nikâhı olmazsa evlilik sakat sayılır” gibi bir düşünce yaygındır. Lâkin nikâhtan maksat, iki kişinin dünya evine girdiğini, Allah nasip ederse, bir ömür beraber yaşayacaklarını, bir yastıkta kocamaya niyet ettiklerini başkalarına duyurmaktır. Bu hususu göz ardı edenler, imamın kıydığı nikâhın asıl nikâh olduğunu iddia ederken esas unsuru yok saymaktadırlar.

“İmam nikâhı, Allah nezdinde kıyılan nikâhtır” algısı var kimilerinde. Resmî nikâh kıyılırken Allah nezdinden çıkılmış mı olunuyor? Elbette böyle bir şey mümkün değil. O’ndan izinsiz yaprak kımıldamazken, O bize şah damarımızdan bile yakınken, O’ndan habersiz hiçbir şey yapılamazken, resmî nikâh Allah’tan gizli mi olup bitmektedir?

Öyle ki, bazıları kendi aralarında gizlice imam nikâhı kıyarak, güya işin içinden çıkmakta. Tam anlamıyla “yasak savmak”... Tam anlamıyla “yanlışa düşmek”... Bütün maksadı, iki kişinin beraberliğini başkalarına duyurmak olan nikâhın gizlisi saklısı olur mu? İşin mantığına temelden aykırı!

Gizliyse başkaları duymaz, başkaları duymazsa o kıyılan, nikâh olmaz. Bir şey kıyılmıştır ama ne? Kimse bilmez. Birinin gençliği, geleceği, hayâlleri belki de…

Neyse, bu, başka yerlerde rastlanan bir durum zaten… Bizim köyde böyle alengirli şeylere rastlanmaz. Abidik gubidik işlere tevessül edilmez.


Gelin alma

Nikâh da tamamlandığına göre, sıra geldi düğünün son kısmına: Gelin alma…

Zaten bunca zamandır yapılan ne varsa, hepsi bugün içindi. Görücü gitme, dünürcü gitme, söz kesme, yüzük takma, nişan… Esvap düzme, çeyiz asma, gelin hamamı, lokum, fırın yakmak için gençlerin çırpıya gitmesi, tüfeklerle havaya ateş edilmesi, çatıların dokunması… Kına gecesi, oyun çıkarma, kına yakma (gına goma)… Düğün yemeği, at yarışı (ve güreş) ve nihayet nikâh kıyılması… Hepsi gelin alma töreni için!

O güzel kızımız, baba evinden alınacak, koca evine getirilecek…

Çalgı takımı var gücüyle çalarak yola düşer. Arkasında büyük bir kalabalık… En geride çoluk çocuk… Damadın babası, çalgıcıların arkasında, kalabalığın önünde, süslenmiş, eyerlenmiş olan atı yularından çekmektedir.

Kına gecesi mutlaka çok güzel yapılacak. Ki, düğünün en can alıcı noktası… Yine kadınlar arasında olup bitecek. Erkeklere yasak! Geline ve arkadaşlarına kına yakılacak…

Onun arkasında Kâhya Hüsen Dayı, emanetinde titizlikle koruduğu cibinliği çıkarmış, hazırlamış, gençlere emanet etmiştir. Gençler onu kız evinin kapısına kadar taşır.  

Umurbey’de “cibinnik” denilen ve gelin almada kullanılan büyük örtü, kare biçiminde ve bir kenarı dört metre civarında, kırmızı renkli (nar kırmızısı), kalın kumaştan yapılmış, üzerinde beyaz sim ile âyetler yazılı olan ve yüzlerce yıllık geçmişe sahip bir gelenektir.

Gelinin baba evinin kapısından çıkması da çabucak olmaz. Ağırdan alınır. Yavaş hareket edilir. Yine kapıyı tutanlara bahşişler dağıtılır. Sonunda gelin hanım nazla kapıdan çıkar ve süslenmiş ata bindirilir. Atın gövdesi cibinlik içinde, başı dışarıdadır. Gelinin yanında babası, ağabeyi veya erkek kardeşi bulunur. Atın başını da yakın akrabalardan biri çeker. Amca, dayı…

Cibinliğin dört köşesinde, ceviz dalından birer sırık bulunmaktadır. O sırıkları taşıyanlar da akrabadandır. At ürkebilir, huysuzlanabilir, gelin kızımız korkup telâşa kapılabilir düşüncesiyle her zaman aynı tedbirleri almaya dikkat edilir. Cibinlik ile gelin alma sırasında altı kişinin görevlendirilmesi gerekir. Bir kişi atın başında, bir kişi (kız babası) cibinliğin içinde gelinin yanında, dört kişi de köşelerde…

*

Gözü yaşlı anasını ve kardeşlerini geride bırakan gelin, baba evinden alınarak, cibinlik ile güvey evine doğru yola çıkar. Fakat yol kolay kolay bitmez. Yolda adım başı durulur, çalgılar eşliğinde oyunlar oynanır. Önünü kesenlere bahşişler verilir.

Eğer evler yakınsa, yol kasıtlı olarak biraz uzatılır. “Sini gelsin” diye bağırır biri veya birkaçı, sini getirilir, ortaya konulur. Gençler yola çöker, bağdaş kurarlar. Pilav, kızarmış tavuk ve saire yenilir, içilir. Sonra kalkılır ve oynanır. Herkes bekler. Cibinlik ve içindeki at ile üstündeki gelin bekler.

Çocuklar, cibinliğin ucunu kaldırıp içeri bakmaya çalışır, büyükler onları kovar. Kalabalık ortada oynayanları seyreder. Hele çalgı takımında Klarnetçi Bahattin varsa, çalınan şarkılar, türküler ve oyun havaları daha bir canlıdır. Klarneti oynayanlardan birinin kulağına tuttuğu zaman, bahşişini koparmadan bırakmaz. Oynayan delikanlı damada ne kadar yakın, onunla ne kadar samimî ise, vereceği bahşiş de ona göre yüksek olmalıdır. Toplanan bahşişler, çalınan havayı aksatmaksızın cebe indirilir. Bazen havada uçuşan paraları ya kemancı kapar, ya darbukacı. Neticede toplanan miktarın hepsi aralarında taksim edilecektir.

*

Tarihi asırlar öncesine dayanan işlemeli cibinlik, son yıllarda nâdiren kullanılmaktadır. Çoğunluk, “Modern olsun” düşüncesiyle salon düğünü yapmayı tercih etmektedir. Geçmişi yüzlerce yıl öncesine uzanan bir gelenek de bu şekilde kaybolmaktadır.

Damat tıraşı

Gelin alma sırasında güvey kendi evindedir. O, kız evine gitmez. Gelin yeni evine yaklaşırken, ortaya bir sandalye konulmuştur. Sandalyeye oturan güveyin boynuna havlu bağlanmıştır. Bir berber, elindeki sabunla fırçayı köpürtmekte, köpükleri güveyin yüzüne sürmektedir. Yan taraftaysa berberin çırağı, çelik usturayı palaskada bilemektedir.

(Bugünün usturaları gibi yarım jilet takılan türden değil, bütün hâlinde tek parçadır. “Bileme taşı” veya “palaska” denilen sığır derisinden kayışa sürterek bilenir.)

Damat tıraşı da başlı başına bir törendir. Ustura bilenmiş olsa da, berber, damadın yüzünü iyice sabunladıktan sonra ustura ile bir hamle yapar ve durur. “Kesmiyoo” diye bağırır. Usturanın kesmesi için bahşiş gerekmektedir. Eğer verilen bahşiş miktarı az gelirse, biraz kestikten sonra berber yine aynı şekilde bağırır ve bahşişini alır.

Yavaş tempoda tıraş devam ederken, gelin alayı güveyin olduğu yere yaklaşmıştır. Çalgıcılar çalmaya, gençler oynamaya doymaz. Zaten az sonra son nokta konulacaktır. Öğleye doğru başlayan gelin alma töreni, akşam yaklaşırken tamamlanacaktır.

Umurbey’in ilk adı, “Kozca”. Koz, malûm, “ceviz” demek. Osmanlı döneminde Kozca’yı “ceviz yetiştirilen yer, cevizin olduğu yer” şeklinde kullanmışlar. 

Tıraş tamamlanır. Damat silkinerek ayağa kalkar. Kollarını ve bacaklarını çevikçe hareket ettirir. Takım elbisesinin ütüsünü kontrol eder. Kendine tutulan aynada tıraşını ve saçlarını yoklar. Aynayı tutan çırak da, berber de güveyden bahşişini alır. “Allah’ım, ne çok bahşiş! Bu kaçıncı? Buna can mı dayanır?” diyenler, cimrilikle suçlanacaklarını bildiklerinden ses etmezler.

*

Beklenen sahne, güveyin oynaması…

Çalgılar en coşkulu hâliyle çalar. Güvey, sağdıç ve diğer arkadaşlar kollarını kaldırır. Sahne onlarındır. Keman inceden vurur. Klarnet kendinden geçer. Darbuka patladı patlayacak. Cümbüş tam havasını bulmuş… Zeynel Abidin, zampıri zımpiri... Bahattin gözlerini kapatmış klarnete üflerken. Oynarlar, oynarlar…

Bir başkasının düğünündeyken hiç elini kaldırmamış olsa bile, oynamaktan çekiniyor olsa bile, bugüne kadar oyuna davet ettiklerinde “Ben bilmem ki” deyip el çırpmakla yetinmişse bile, bugün güvey oynayacaktır. Kollarını kaldırınca öğrenmiş olacaktır. Elleri, kolları, ayakları doğal olarak hareket edecek ve kendiliğinden güzelce oynayacaktır. Çünkü o, bugün, bu filmin başrolündedir. Hani o çocukken sokak sokak dolaştırdığı film afişlerinde gördüğü isimleri bağırması gibi…

“Başrollerdee, Türkân Şoray, Ayhan Işııık” diye bağırdığını hatırlayacaktır. “Malkoçoğlu” dedikten sonra “Başrollerdee, Cüney Tarkın” dediği günlerdeki filmler gelecektir aklına. Hiçbiri aklına düşmese bile, gerçek hayatın tam ortasında durum budur.

*

“Maşallah, güvey ne güzel oynadı.”

“Oyna helbet, kimin yiğeni?”

Oradan başka biri söze karışır: “Ne olmuş leğene?”

“Ulen Sağır İsmet, hem duymeyon, hem de her söze garışıyon.”

Söze karışanın adı aslında İsmet değildir. Kulakları da sağır değildir. Çalgıların sesleri, bağırış, çağırış arasında söyleneni tam duymamıştır. Yeğenden leğen çıkarmıştır. Esas Sağır İsmet, başka biridir. Ahali onu deli sanmaktadır ama o gerçekte Çanakkale gazilerinden biridir. Kulağı, çok yakında patlayan toplardan ötürü duyma yeteneğini kaybetmiş, sağır olmuştur. Allah rahmet eylesin!

*

Artık gelin karşılamaya geçme vaktidir. Cibinlik kapıya yaklaştırılır. Gelin attan indirilir. O sırada Hoca gelmiştir. Önce Kur’ân-ı Kerîm okur, sonra esaslı bir duâ eder. Sağlık, mutluluk, bolluk, bereket, bol çocuk, din iman, huzur, barış temennileri “El-Fatiha” ile sonuçlanır. Herkes Elham okur, “Âmin” der.

“Darısı başına”

Gelin içeri girerken, “darısı başına” kısmı gerçekleşir. Darı olarak biraz mısır, biraz buğday, çokça şeker ve bozuk para serpilir. Ki, bol ve bereketli olsun, hayırlı olsun, uğur kadem getirsin…

Çocuklar kapışır atılanları. İçlerinde bozuk para bulan sevinir, şeker bulan kâğıdını açıp ağzına atar. Çocuklar havada uçuşanları yakalamaya, elden kaçırdıklarını yerden toplamaya hamle ettiklerinde, ortaya çıkan manzara herkese sevimli gelir ve gülüşmeler başlar. 

Gelin görme

Eve gelen gelin, yüksekçe bir yerde (bazen iç avlunun tırabzanlarında) bir müddet dikilir. Telek Emne Teyze gelini süslemiştir. Bütün hünerini göstermiştir. Zaten kız güzeldir canım. “Hiç süslenmese bile olur…”

Gelen giden davetliler sırayla geçerken bakar, “Maşallah!” der, hediyesini vermeyense o sırada takdim eder. Orada süzülen gelin, ziyâdesiyle yorulur, bunalır muhakkak. Yine de yakınmaz, belli etmez. 

*

Çalgılar susmuş, çalgıcılar “Eyvallah, hayırlı olsun, Allah mesut bahtiyar etsin, hakkınızı helâl edin agalar” diyerek ayrılırlar. Gaynata (damat babası) çalgı ücretinin yarısını peşin vermiştir, kalan kısmı da giderken takdim edilir. Yolları uzundur. Bursa’da çoluk çocuk beklemektedir. Artık bir dahaki düğünde görüşmek üzere yola koyulurlar.

Onlar giderken, öte yanda “gelin görme”, resmigeçit havasında devam etmektedir. Kadınlar, kızlar, çocuklar gelinin ne kadar güzel olduğunu görmeden o merasim bitmez. En son haylaz takımı da geçtiyse, “Artık tamamdır!” kararı verilir. Gelin hanım, “Aman canım, gören gördü, görmeyen görene sorsun” diyerek tırabzan başından ayrılır.

Düğün bitmiştir. Allah mübarek etsin!

Cami dönüşü, yüzgörümlüğü

Akşam güvey, sağdıç ve arkadaşları cami yoluna düşer, namazlarını kılarlar. Cami dönüşü eve gidilir. Yemek yenilecektir. Ancak yemek öncesi, sofraya oturmadan, güveyi karşılayan gelin, telli duvaklı dikilip orada beklemektedir. Yüzgörümlüğüne sıra gelmiştir.

Güvey, duvağı usulca açar, kaldırır, “Hoş geldin” der. Gelin hanım “Hoş buldum” diyerek onun elini öper. Güvey de karşısındaki muhteşem güzelliğe bakarak, duyduğu hayranlığı ve mutluluğu belli etmek için kıymetli bir hediyeyi cebinden çıkarır. Altın gerdanlık, beşibirlik veya bilezik… Artık -keseye göre- münasip olan ne ise…

Allah mesut ve bahtiyar etsin. Ağız tadı versin. Vatana millete hayırlı evlât yetiştirmek nasip olsun…

Gerdek

Onlar erdi murâdına, biz çıkalım kerevetine…