Esir bir kuş

Uzaklarda öten esir sevda kuşum! Mevsim sonbahardır, mütahayyil de olabilir. Ah gönlümün bülbülü, sonbahar öldü de ilkbahar da ölmüş müdür?

-Filistin’e…-

***

UZAK bağlarda ötüyorsun. Mevsim sonbahar, aylardan Ekim’dir.

Sevmenin zor olduğu bu ay, içimize aşkın ılık rüzgârlarını değil, zemherinin dondurucu tipilerini yerleştirmekte. Sevmeyi ve sevilmeyi beklediğimiz bu ay, bizi böyle mi yakacaktı?

Ben senden çok uzaklarda, kargaların velveleleri arasında, o gönül kuşunun sesini duyduğum andan itibaren sana uçma ümidi ve aşkıyla tutuşan bir can kuşu görüyorum. Adeta kanatları ateşte yanmış ve kararmış...

Ama o esirdir, kafesi dardır; kafesinin parmaklıkları, zindanın demir parmaklıkları gibidir. Yeni kafese atılan vahşi bir kuş gibi gece gündüz kendini kafesin kapısına ve duvarlarına vurmakta... Kanatları dökülmüş, kanlanmış, kırılmış ve yaralanmış. Gözlerinden, gagasından, ayaklarından, başından ve boynundan kan damlıyor. Kafesin demir parmaklıkları ve tabanı kanla dolmuş. Su tası kan rengine boyanmış, yem kabı kırılmış, yemleri dökülmüş ve etrafa dağılmış. Su içmiyor, tane yemiyor, gözleri uyku tutmuyor...

Neden susmuş, biliyor musun?

Onun delicesine uçmakla kapıya ve duvarlara çarpıp çırpınmakla yaralanmaktan başka bir nasibi hiç olamadı. Sonunda sessiz kaldı ve kurtarılmayı bekledi. Ama nafile bir bekleyişti; sonunda ölümü davet etti.

Neden, biliyor musun? Belki biliyorsun… Çünkü sen uzak bir bağın peygamber kokulu esirisin. Belki gönül kuşunu göremiyor, sadece sesini duyuyorsun. Ama ben onu şimdi senin yüreğinin derinliklerinde görüyorum, ne için olduğunu da iyi biliyorum.

O çok çabaladı, kafesten kaçmak için çok uğraştı, gücü oranında başını ve boynunu kafesten dışarı çıkardı. Ama artık olmadı, olamadı, yapamadı daha fazlasını; göğsü ve taşlığı kafesin iki demir parmaklığı arasında sıkıştı ve kırmayı başaramadı.

Ama daha fazlası olabilirdi. Ve olması gereken oldu. Esarette yücelen ruh, bedbahtların başına ansızın kondu; bedeli can kuşunun canı olsa da…  

Şimdi ben ağaçları, ruhsuzların sıcak ve kavurucu rüzgârlarının acımasız kırbaçları altında çıplak, titreyen, kuruyan, bu sonbaharın hazanının kavurduğu bu bağda, bu bağın üstünde uçan, kargaların uğursuz gölgeleri ve çığlıkları arasında o köşkte büyük ve demirden bir kafes görüyorum. Parmaklıkları kalın, sağlam ve birbirine yakın; kafesin tabanında kan rengine bürünmüş bir su kabı, kırılmış ve devrilmiş bir yem kabı, kana bulanmış dökülüp etrafa dağılmış taneler kan lekelerine bulanmış ve kafesi kaplamış tüyler içindeki kuşun bedeninin yarısı kafeste kalmış, diğer yarısı ise kafesin dışında. Kafesin iki demir parmaklığı göğsünü sıkıştırmış, nefes almasına engel oluyor ve her gün biraz daha boğuluyor.

Ben onu görmemek için gözlerimi kapatıyorum ama yüreğimin gözlerine hâkim olamıyorum.

Sürekli yükselen acı ve öfke dolu nağmelerini duymamak için parmaklarımla kulaklarımı tıkıyorum. Fakat sesini yüreğimde işitiyorum.

Uzak bağlarda öten esir kuş!

Mevsim mütahayyil değil, bilakis bahardır.

Sen başını kafesin demir parmaklıklarında diri tut!

Kafesin köşesinde canlı ol, başını kanatlarının altından çıkar, en son ben görmüş olayım saklandığını.

Gaganı yumuşak ve renkli kanatlarına gömme, en son konuştuğunu ben duymuş olayım.

Uzaklarda öten esir sevda kuşum!

Mevsim sonbahardır, mütahayyil de olabilir.

Ah gönlümün bülbülü, sonbahar öldü de ilkbahar da ölmüş müdür?