
ŞAİR Dostlarım’da Oktay Akbal anlatıyor:
“Bir bahar günü Sait Faik ve Orhan Veli ile birlikte yaptığımız bir Boğaz gezintisini anımsıyorum. Üsküdar’dan Beykoz’a kadar her iskelede Sait beni sınava çekmişti:
‘Şu iskeleyi anlatmak gerekse neresinden başlarsın?’
Anadolu Hisarı İskelesi’nin yanında küçük bir kahve vardır. ‘Haydi’ dedi, ‘Mademki hikâyecisin, şu kahvede ilk gözüne çarpan nedir, söyle bakalım?’.
Baktım, üç dört kişi oturmuş kâğıt oynuyor, kahve içiyor, duvarda birtakım basma resimler... İran şahının Atatürk’le resmi falan… ‘Bu resimleri belirtirim’ dedim. Kızdı birden, ‘Ulan!’ dedi, ‘O kenarda tek başına oturan ihtiyar sakallı var ya, işte asıl hikâye o be!’.”
(Oktay Akbal, Şair Dostlarım, 1964)
Doğru mu? Doğru elbette. Sait Faik o sakallı ihtiyarı anlatır. Hem de gayet güzel anlatır. Bir anda tanıdığımız biri olduğuna karar veririz.
Fakat kesin midir söylediği?
Diğerlerini anlatmaz mıydı?
Şayet Oktay Akbal, kenarda tek başına oturan sakallı ihtiyarı anlatacağını söyleseydi, o zaman da yine “Ulan!” diye söze başlayıp “Şu kâğıt oynayanların hâlini görmüyor musun?” demez miydi?
Bence pekâlâ derdi.
Yahut “Şu köşedeki masada kahve içenleri nasıl es geçersin?” diyemez miydi?
Hatta, tam da Oktay Akbal’ın bahsettiği “İran şahı ile Atatürk’ün resmi ilk dikkat çeken şeydir” demeyeceğinin garantisi var mı?
Yok tabiî ki.
Yahut kenarda çenesini zemindeki taşa dayamış hâlde pinekleyen bir köpek, elinde tepsiyle çay kahve dağıtan garson, bezgin yorgun ocakçı, yahut gölgesinde müşterilerin dinlendiği yaşlı ağaç, müşterisinin ayağını değiştirmesi için fırçayla takır takır oyun havası çalan ayakkabı boyacısı...
Hepsini de pekâlâ anlatabilirdi Sait Faik. Anlatmıştır da. Hem de daha nicesini.
Buradaki tavır, arkadaşlar arasında bir şakalaşmadan başka bir şey değil. Hangisinin hikâye olacağından ötesinde bir husus bu.
Zaten neyin anlatıldığından ziyade nasıl anlatıldığıdır önemli olan. İstersen bir taşı anlat. Yerdeki, duvardaki, köşedeki bir taşı… Yahut bir sütçü beygirinin semerini, yularını…
Böyle bakınca, “O gün Sait Faik artistlik yapmış” diyebiliriz. Artistik lâf şampiyonasına katılmış gibi konuşmuş. Muhatabı itiraz etmediğine göre, hakkı da sayılır.
Orhan Kemal’le karşılaşmalarında uzaktan bağrışarak atışmaları da bu minvalde değil midir?
Şöyle anlatır Orhan Kemal:
“Bir gün Beyoğlu’nda Sait’le karşılaştım. Cebinde, onun meşhur sarı defteri vardı, onu çıkardı, salladı.
‘Aç gözünü, aç, roman yazıyorum, roman’ dedi, ‘Ben imajinasyon yapıyorum, senin gibi realist değilim’.
Yüzüne baktım, baktım. ‘Ay sen hâlâ orada mısın?’ dedim. Adamakıllı içerledi. ‘Sen zaten konuşulacak adam değilsin’ dedi.”
Sait Faik olsun, arkadaşları olsun tartışmayı seven insanlar. Bazen aşırıya kaçtıkları da olur. Tartışmayı küskünlüğe kadar vardırdıkları da… Sait Faik hakkında dostlarının ortak tespitini hatırlayalım: Kavga eder, kızar, bağırır, küfreder, küser gider ama asla kin tutmazdı, barışmayı bilirdi.
*
Şimdi de siyasetteki hikâyelere bakalım. Kimler kavga ediyor, kimler kin tutuyor, kimler tutmuyor, siyaset adamları hedefine nasıl yürüyor?
“Altılı masa değil, gerekirse 16’lı masa kuracağını” söyleyen Kemal Bey, bir kaset operasyonunun ardından CHP’de Genel Başkan koltuğuna oturdu.
Nasıl geldiğini, girdiği her seçimden yenik ayrıldığını, yine de koltuğu bırakmaya niyeti olmadığını bilmeyen yok.
Bir gün söylediği sözün başka bir gün tam tersini söylediğine de defalarca şahit olduk.
21 yıllık Erdoğan iktidarının artık son bulması gerektiğini düşünüyordu ve artık kendisi ülkenin yönetimine eline almalıydı. Bütün şartlar lehine görünüyordu. İktidar için bütün işaretler belirmişti. Daha fazla alâmet aramaya ne hacet!
Kurduğu çoklu masa, onun aday olması maksadı üzerine bina edilmişti. “Çoklu masa” diyoruz, çünkü bilinen adıyla 6’lı olmasına rağmen masanın uzun örtüsü altında saklananlar vardı.
İktidar ister istemez yıpranır. Eşyanın tabiatı. Ne kadar iyi yönetirse yönetsin, mutlaka memnun olmayanlar bulunur. Toplumun her ferdinin takdirini kazanmak, bütün kesimleri memnun etmek imkânsız.
Dünyayı sarsan Koronavirüs Salgını, üstüne ekonomik kriz, üstüne tarihin en büyük depremi... Her şey Kemal Bey’i iktidara taşımak için olup bitmekteydi sanki.
Halk ezilmişti. İnsanlar isyandaydı. Kitleler “Artık yeter” diye bağırıyordu. Sokaklar inlemekteydi. Kemal Bey pencereden bakıyordu ve “Millet aç, aç” diyordu. Gördüğü manzara, karnını doyurmakta zorlanan kalabalıktı.
Lokantaların önünde kuyruklar uzayıp gidiyordu gerçekten. En ucuzundan en pahalısına kadar hepsine aç olan millet akın etmekteydi.
Anket firmaları da onun yüzünü güldürecek sonuçlar içeren dosyalarla geliyorlardı zaten.
Biri “Sayın genel başkanım, yüzde 58’le geliyoruz” diyordu, diğeri “Yüzde 60’ın lâfı bile olmaz” diye gaz veriyordu. En az söyleyen 55 diyordu ki bu da Erdoğan’a 45 puan bırakıyordu. Ortada görünen tamı tamına on puanlık fark demekti. Ağzı kulaklara vardıracak bir fark.
Seçime girmeye niyetlenen diğer adayları bir şekilde ikna ederek elemek şarttı. Gerekirse başka yöntemlere başvurmaktan geri durulmamalıydı.
Dağdaki bağdaki ondan yanayken, ABD başındaki ve Avrupa ülkeleri yöneticileri açıkça destek verirken elbette kazanılacaktı ve ufak tefek pürüzlere takılmak olmazdı.
Hedef o kadar büyükken, rakipleri saf dışı bırakmak için yöntem konusunda hassasiyet göstermek zaaf demekti.
Her kimler ise yardımcı olmaya niyetlendi ve evvelce yapılan uyarıları, tavsiyeleri, ricaları bir türlü dikkate almayan Muharrem İnce, sahte bir kaset operasyonu sonucunda seçimden çekildiğini açıkladı.
İşte o zaman İnce’nin incelik göstermediğini, kalınlaştığını düşündüm. Direnememişti. Oyuna gelmişti. Kasetin sahte olduğu Adapazarı kabağı gibi ortadayken, korkmuş, çekinmişti.
Onu hela kapısının yanına lâyık görenlere ram oldu.
Şiddetle eleştirdiklerine teslim oldu.
“Tehditlere pabuç bırakmam” diye tafra yapıyor, “Şantajları umursamam” diye caka satıyordu, yalın ayak başı kabak zor kaçtı.
Ona güvenenler, onunla birlikte yola çıkanların oturup düşünme vaktiydi şimdi.
“Önce yoldaş, sonra yol” diyenler nasıl haklıymış, görmüştük.
Daha adaylığı bile beceremeyen, adaylığını son gününe kadar götürmeyen biri ülkeyi yönetebilir miydi?
Evet, böyle düşünmüştüm ama Muharrem İnce’ye haksızlık olduğunu sonradan fark ettim.
Adaylıktan çekilmesine rağmen Kemal Bey kazanamadı. Şayet İnce çekilmeseydi, tek suçlu ilân edilecekti.
Edebiyattaki esas hikâyenin nerede olduğuna sözün başında değindik. Şimdi de siyasetteki esas hikâyenin nerede olduğunu düşünelim:
Sandıkta mı, kasette mi?
Mühürde mi, oy pusulasında mı?
Millette mi, adaylarda mı?
Geçmişte mi, bugünde mi?
Masada mı, tasada mı?