Esarete reçete

Bu esareti fark eden sözüm ona “minimalistler”, bundan tamamıyla kurtulup en yenisinden bir tane almayı ve hayatlarına onunla devam etmeyi “sadeleşmek” olarak çıkardılar karşımıza. Taktikleri her zaman aynıydı. Aslında bizde var olan erdemi unutturup sonrasında kendileri bulmuş gibi yeniden popüler hâle getirdiler ve biz de bu dâhiyane (!) fikri ilk kez duymuş gibi sarıldık.

“MİNİMALİZM” isimli bir akım peyda oldu hayatımızda. Sosyal mecralar etiketli paylaşımlar ve videolarla nasıl minimalist olduğunu ve nasıl minimalist olunabileceği hakkında tavsiye veren insanlarla dolup taşıyor.

“Sadeleşmek” olarak Türkçeye çevriliyor bu terim. İnsanların hayatlarında fazlalık olarak gördükleri eşyalardan kurtulmaları, onları atıp yahut bağışlayıp asgarî eşya ile hayata devam etmelerini, her gün aynı tarzda kıyafetler giyerek hem zaman anlamında, hem de maddî israftan kaçınmak amaçlanıyor.

Eşya dolu evlerde yaşam alanı kalmadığından şikâyetçi olanlar, “minimalist” yaşam tarzı belirlemeye karar veriyorlar. Bu durum akıllara bir soru getiriyor: “Bize yaşam alanı bırakmayacak kadar eşyaya ne zaman sahip olduk?”

Yıllar boyu tüketmek için var olduğumuz empoze edildi, indirimler peş peşe yapılmaya başlandı, maaşına az miktarda zam gelen tüketici soluğu alışveriş merkezlerinde alıp tüketici olmanın hakkını fazlasıyla verdi. Yeterince yokluk görmüş, her şeye “Elbet bir gün lâzım olur” veya “Fazla mal göz çıkarmaz” düşüncesiyle bakan insanlarımız aldıkça almaya, tükettikçe tüketmeye başladılar. Kaçınılmaz son olarak eşyanın boyunduruğu altına girildi.

Kadınlarımız açısından tülü, perdesi, halısı ve koltuk takımı paha biçilmez değere sahip oldu. Onların temizliği ve güzel durması, evine gelen misafirin takdir dolu bakışlarını kazanmak için önemliydi. Perdeler ilk günkü gibi beyaz olsun diye, halılar gelenlere güzel koksun diye temizlenmeye başlandı. “Temizlik imandandır” hadîs-i şerifi, yerini gösterişe bıraktı. Eşyalara bir şey olmasın diye misafir çağırmayan, temizliğe bu kadar düşkün olan kadın, ailesinden ve toplumdan soyutlanmaya ve tabiî eşyalarının esareti altında yaşamaya başladı.

Erkekleri ise teknolojik aletler esir etti. Zamanı kelepçeleyen ve mahkûm hâline getiren oyunlar, “yeni özellik” adı altında aslında bir hiçle piyasaya sürülen bilgisayarlar ve telefonlarsa erkeklerin tülü perdesi oldu. Eve gelip kablosuz ağa bağlanınca gelen bildirimlerle ailesinden ve toplumdan kopan erkek çıktı karşımıza.

Yeni nesil kadın ve erkekler için -bunların yanında- esarete yeni bir unsur daha eklendi: Sosyal paylaşım alanlarında boy boy fotoğraf paylaşma furyasıyla ortaya çıkan kıyafet bağımlılığı... “Fenomen” diye isimlendirilen ve kadın-erkek fark etmeksizin giydikleri ile ön plâna çıkan insanlar, odak noktası hâline geldi gençlerin. Tüm amaçları yeni ve modern kıyafetlerle bir fotoğraf çekinip paylaşmak oldu.

Gardıropların ve aynaların parmaklık, kıyafetlerin ise insanları onlara bağlayan zincir görevi gördüğü bir dönem oluştu. Bu durum çeşitli bahaneler getirdi; kimi kolunun, kimi pantolonunun dar olması nedeniyle abdest alamadı.

Bu esareti fark eden sözüm ona “minimalistler”, bundan tamamıyla kurtulup en yenisinden bir tane almayı ve hayatlarına onunla devam etmeyi “sadeleşmek” olarak çıkardılar karşımıza. Taktikleri her zaman aynıydı. Aslında bizde var olan erdemi unutturup sonrasında kendileri bulmuş gibi yeniden popüler hâle getirdiler ve biz de bu dâhiyane (!) fikri ilk kez duymuş gibi sarıldık.

Minimalizm de böyle... Efendimiz (sav) zamanından beri yalnızca hayatımızı idame ettirecek kadar eşyayla yaşamayı, “yiyip içip israf etmemeyi” biliyorduk. Fazla olan bir eşyamız olduğunda bunu mümin kardeşimizle paylaşmamız gerektiğini ensar ve muhacir kardeşliğinden biliyorduk. Peygamber Efendimizin tek bir hırkası olduğunu ve onunla yaşamını sürdürdüğünü, âriflerin ve âlimlerin O’nun geleneğine hürmeten bir hırka ile yollara düşüp o hırkayla vefat ettiklerini biliyorduk.

Lâkin ahlâkımız ve geleneğimizin unutturulmaya çalışılması başarılı oldu. Ve bizler tüm bildiklerimizi rafa kaldırdık, tüm erdemlerimizi unutup eşyaya esir bir hâle geldik. Sonrasında bilgin Batı, bize bu esaretten kurtulmamız için bir reçete getirdi. Bizim ahlâkımızdan bir reçete olmasına rağmen şiddetli Alzheimer hastası olmamız yüzünden bizim olduğunu hatırlayamadık. Müteşekkir ve başımız eğik bir şekilde reçeteyi kabul edip “sadeleşerek” esaretten kurtulacağımızı düşünüyoruz. Ne derlerse yaparak esaretten kurtulacağımızı…